Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mayıs '07

 
Kategori
Aile
 

Adı üstünde, bu memleket ANA DOLU / Anneliğin boyutları

Adı üstünde, bu memleket ANA DOLU / Anneliğin boyutları
 

“Sevgili babacığımın hatırasına”…

Kültürümüzün en güzel ve uygar özelliklerinden biri, edilen küfürlerdeki aşağılamalara maruz bırakılmaları dışında, annelere belki de diğer toplumlardan çok daha fazla değer vermesi ve onları her şartta korumasıdır. Bu arada, Batı kültürünün, küçük bir kız çocuğunun önderliğinde yılın bir gününü ‘Anneler Günü’ olarak ilan etmesini de alkışlamak gerekir. Dilimizde de ‘Ana gibi yar olmaz, Bağdat(!) gibi diyar olmaz.’, ‘Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar.’ gibi çeşitli atasözlerimiz ya da ‘ana yüreği’, ‘anadil’, ‘ana vatan’ ve hatta Küçük Asya olarak da bilinen ‘Anadolu’ adları, verilen değer açısından yücelik mertebesi olarak ‘ana’ kavramıyla beraber ifade edilmiştir. Öz-Türkçe’de ‘analık’, günümüz Türkçesi’nde ‘annelik’ olarak karşımıza çıkan bu yüce kavram, ana rahmine düştüğümüz andan başlayarak hayatımızın sonuna kadar bizimle yaşar.

Doğruyu söylemek gerekirse, ‘ana’ kelimesinde halk dilinden gelen bir ‘saflık ve derinlik’ var; sadece doğumla bitmeyen çok uzun bir sürecin ağır sorumluluğunda, anneliğin gereklerini yapan kadınlara verilen bir mertebe ya da ünvandır. Oysa günümüzde, ‘Anne’ genelde ‘çocuk sahibi olan’ her kadına verilen genel bir ad olarak karşımıza çıkıyor. Bir de kültürümüzde şöyle bir söz vardır: ‘Her doğuran kadın ‘anne’ olur, ama ‘ana’ olamaz.’ O bakımdan, asırların tecrübesine dayanan bu sözün doğruluğuna inanan bir insan olarak, ‘Anneler Günü’nün anlamına hakkını vermek için, hayatını çocuklarına gerçekten adayan ‘ana’ mertebesindeki anneleri, dişiliğinin bir getirisi olarak doğum yapan ama ötesini Tanrı’nın ellerine bırakarak kendisinden hiç bir şey kat(a)mayan, ‘annelik’ kavramını, ne yazık ki, sadece fizyolojik bakımdan ‘çocuk sahibi’ olarak yaşayan kadınlardan ayırmak gerekiyor. Bu boyut ayrımını yapmak, fedakar ve cefakar annelere karşı şahsım adına hem bireysel hem de toplumsal bir görevdir. Nasıl ki bu dünyada iyi ve kötü kavramlarına taraf olan insanlar varsa ve bu insanlar da yaptıkları ya da yapmak zorunda kaldıkları seçimlere göre ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye değerlendiriliyorsa, bu dünyaya çocuk getirip gerekeni yapanlarla yapmayanları da aynı adalet ölçüsünde yargılamak zorundayız. Yoksa, ‘ana’ olmayı başaran annelere verilen bütün payeler anlamını kaybeder.

Annelik, bir kadına hem çok önemli, anlamlı ve güzel duyguları yaşatır hem de çok ağır ve başka insanların asla üstlen(e)meyecekleri sorumlulukları yükler. Annelik, babalıkla da karşılaştırıldığında, bir bireyin yaşamında çok daha geniş bir boyutu kapsamaktadır. Çünkü, bir bebeği yaklaşık 9 ay 15 gün boyunca kendi bedeninde ve ruh dünyasında yaşatan, onunla beraber nefes nefese yaşayan, onu dünyaya getirmek için kendi yaşamını riske atabilen, doğumundan sonra besleyen ve yaşama ilk adımlarını atmasını sağlayan bir kadının, çocuğunun yaşamında daha büyük bir yeri kaplaması çok doğaldır. Bunun daha kolay ya da daha kısa başka bir yolu yoktur. Eşinin desteği ve aktif yardımı ne kadar çok olursa olsun, bir kadının çocuğu üzerindeki insiyatifi, o çocuğun hem kişilik gelişimi hem de yaşamsal gereksinimlerinin en iyi şekilde sağlanması bakımından çok büyük önem taşır. Ekilen her fedakarlık bir gün çeşitli şekillerde biçilecektir. Yaşamda yapılan her şey, söylenen her söz, izlenen her yol aslında kendi başına doğrudan ya da dolaylı olarak insan hayatını etkiler. Bir bakış, bir dokunuş, bir sözcük ya da bir kucaklama, çıktığı noktayla ulaştığı nokta arasındaki uzaklıkta mikron boyutunda frakanslarla insan beynini ve ruhunu etkiler. Annesinin dalga boyutunu yakalayan (ki bu uzun bir zaman alır) bir bebek, ilk adımlarını annesinin kucağına koşarken atar. İşte, çocuğu olan ama dikkatsiz olan pek çok kadın bu gerçeği gözden kaçırır. Çocuklar, yabani otlar gibi kendi başlarına büyümemelidir. Doğadaki bütün memeli-dişilerin yavruları uzun süren bir büyüme ve gelişme süreci geçirirler. İnsan da, en gelişmiş memeli (biyolojik olarak hayvanlar dünyasındaki aile adı ile) en karmaşık ve en çok bakıma gereksinim duyan bir canlı olduğu için annelerin işi gerçekten dünyadaki en zor meslekler arasındadır.

Annenin, kız ve erkek çocuklar üzerinde de farklı etkileri olur. Geleceğin bilinçli, eğitimli ve görgülü kadınlarını yetiştirmek, bir kız çocuğunun annesi olarak çok önemlidir. Kız çocuklarının eğitimi geleceğin bilinçli toplumunun gereğidir. Kadının çocuklarıyla geçirdiği zaman genelde eşlerinden daha fazladır. Bu zamanın önemi, en iyi şekilde değerlendirilmesini gerektirir. Doğurganlığın yoksullukla doğru orantılı olduğu toplumlarda, kadının çaresizliği, erkeğe bağımlı olan zavallı kaderi ve ezikliği, çocukların sefalet içinde, ölümle yaşam arasındaki incecik çizgide varolma savaşları, anneliği ya analık boyutuna çıkarıyor ya da sadece ‘doğurmak’la sınırlı bırakıyor. Aynı şartlarda iki kadından biri, çocuğunu yaşatmak, onu bekleyen yaşama hazırlamak için uğraşırken, bir diğeri kendi çocuğuna karşı sorumluluklarından sıyrılıp ya da bilincinde bile olmadan, yaşamında kendisi için daha önemli olan para, kariyer, şöhret, ilgi, bağımsızlık ya da daha farklı bir yaşama ulaşmanın, eksik kalan parçaların tamamlanması arayışına girer.

Tecavüze uğrayarak hamile kalan ve inancı gereği çelişkide kalarak zorunlu olarak çocuk sahibi olan bir genç kız ya da kadının durumunu da, kendi rızası ve bağımsız iradesiyle çocuk yapan genç kız yada kadından ayırmak gerekir. Kendi iradesi dışındaki şartlarda çocuk sahibi olduğu halde o çocuğu bağrına basan ve yaşama kazandıran kadın, şu ya da bu nedenle çocuk arzuladığı için doğuran ama gereken ilgiyi göstermeyen bir anneden daha çok ‘analık’ mertebesine layıktır. Annelik kavramını mercek altına aldığımızda, karşımıza çıkan görüntü bu sürecin ne kadar karmaşık ve çok boyutlu olduğunu gösteriyor. Bu boyutları, biyolojik, fizyolojik, psikolojik, manevi ve ahlaki (din ve kültürü de içine alarak) ve entellektüel olarak sınıflandırmak mümkün.


Pek çok genç kız ve kadın henüz daha kendileri bir birey olarak yeterince olgunlaşmadan çocuk sahibi oluyorlar. Kendi özel hayatlarındaki (evlilik ya da diğer tür birlikteliklerde) sorunları çözmeden, kimi zaman toplumda (örneğin Türkiye’de kırsal kesimde ve köylü-kent olgusunda) bir statü atlamak, hemcinsleri ve kaynanası tarafından aşağılanmamak, kendi ailesine tepki göstermek, eğlenceye düşkün ya da başka kadınların peşine düşen kocasını evine bağlamak, evde yapacak hiçbir şeyi olmamak ya da geleneklere uymak, büyüyünce çocuklarını (feodal-ağacı zihniyetle) kendine ırgat yapmak, devletten çocuk yardımı almak gibi pek çok yanlış gerekçelere dayanarak, içinde bulundukları maddi, manevi ve ekonomik şartlar bir çocuğun yetişmesi için çok sağlıksız da olsa, o çocuğu kendi gerekçeleri için dünyaya getirirler. Sonra bütün yoksulluklarına rağmen, kocalarının da büyük cahalet ve sorumsuzluğu sayesinde de dört-beş hatta sekiz-dokuz tane çocuk doğururlar (ölenler dahil değil). Kadın tek başına sefilliğin girdabında sürüklenirken, küçücük yavrular birbirine bakmak zorunda kalırlar. Gecekondular, çarpık yapılaşma, anarşi, terör, sokak eşkiyalığı, çetecilik, kapkaççılık, tinercilik, esrarkeşlik, küçük yaşta fahişelik gibi çocukları ve gençleri maşa olarak kullanan zihniyetin egemen olduğu, yoksulluk, açlık, işsizlik ve yolsuzlukla içiçe yaşanan sağlıksız toplum manzaraları aslında hep ‘analık’ ve ‘babalık’ görevlerini layıkıyla yapamayan ya da hiç yapmayan sorumsuz bireylerin yüzündendir. Şartlar ne olursa olsun, çocuğunu cami avlusuna bırakmanın, küvette boğmaktan; yoksulluktan bakamamakla, zenginlikten şımartmanın; küçük çocuğa ‘git, ekmek parası getir’ deyip sokağa salmanın, ‘eşkiyaya ya da çeteye gir karnın doyar’ demekten hiç bir farkı yok.

Cehalet ve yoksulluğun hüküm sürdüğü, ahlaki çöküntünün bir yaşam tarzı olduğu ortamlarda, tıpkı fabrikada çarpuk-çurpuk mal üreten ticari ahlaksızların yaptığı gibi, çocukları dünyaya getirip sorumluluğunu üstlenmemek hem insanlık önünde ayıp, hem Tanrı katında günah, hem de doğan o çocuğun gözünde geleceğe uzanan bir karanlık tünelin ‘umutsuzluk’ dolu sonu gibidir. Ölümün bile yaşamdan daha iyi bir seçim haline geldiği şartlarda çocukları dünyaya getirmek de ‘analık’ kavramıyla bağdaşmıyor. İleri hamilelik dönemlerinde aldırılan, hastalıktan ölerek dünyadan erken ayrılan zavallı melaikelerin, annelerinin ya da babalarının genetik özellikleri, sağlık durumlarına bakılmaksızın dünyaya gelip hastalıkların pençesinde (psikolojik ya da fizyolojik olarak) yaşam savaşı veren yavrucakların acıklı durumlarının ‘analık’ ve ‘annelik’ kavramıyla çok yakın ilişkisi vardır.

‘Analık’, doğacak ya da doğmuş bebeği, kendinden daha önemli görmek ve ondan sorumlu olmak demektir. Bütün bu yanlışın içinden ‘doğru’ evlat çıkarabilen anneye ‘ana’ mertebesi yakışır. Anneler, aydın insanlar olmak zorundadır. Değillerse, kendini yetiştirmek zorundadırlar. İş kadınlığına soyunup ya da başka emeller peşinde koşup çocuğunun yıllarca başkalarının ellerinde, anaokullarının idrar kokan yataklarında büyümesine ve hatta gün gelip kendilerine değil de yanında yetiştikleri insanlara bağlanmasına neden olan, çocuk sahibi kadınların da ‘annelik’ ve özellikle ‘analıkla’ hiç ilgisi yoktur.

Burada sözünü ettiğimiz olumsuzlukların belirtilmesinin başlıca nedeni, ‘analık’ ve ‘annelik’ kavramalarının (bahsedilen boyutları açısından) ne kadar önemli olduğunu ve her çocuğu olan kadının- o mertebeye gerçekten ulaşanlara hakaret ve haksızlık olacağını gözönüne alarak- ‘analık’ vasfına layık olmadığını vurgulamaktı. Amaç eğriyi doğrudan, sahteyi gerçekten, ‘analık’ mertebesini haketmeyenleri, hakedenlerden ayırmaktı. Aslında, söylenecekler sayfalara değil, ancak bir insan ömrüne sığar.

Yılın 365 günü ve bir yaşam boyu, sözleri ve davranışlarıyla, ektikleri ve biçtikleriyle her iltifata layık, insanlığa, vatanına, ailesine ve kendisine hayırlı, iyi ve doğruyu seçebilen bireyleri yetiştiren ‘analar’ın, evlat edindiği ya da üvey annelik yaptığı çocuklara kendisi dünyaya getirmişçesine bakan, emek harcayan annelerin ve bu arada, annelerin olmadığı yerde, hem annelik hem de babalık görevini sorumluluk duygusu ve özveriyle üstlenen sayılı *anne-babaların, yani ‘analık’ vasfına ermiş bütün bireylerin ‘Anneler Günü’nü tüm içtenliğimle kutluyorum. Dileğim, artık dünyadaki hiç bir kadının özellikle savaşlar yüzünden tecavüze uğrayıp çok ağır maddi ve manevi insanlık dışı yüklerin altında ezilmemesidir. İnsanlar iyi ve güzel şeylere layıktır. Hele onları dünyaya getirenler en iyilerine ve güzellerine…

Fedakar ve cefakar Türk anası, “Ananı da al git!” düzeyinde bir sözü söylemeyi kendine asla yakıştırmayan incelik ve uygarlık boyutuna ulaşmış ve onu kadın olduğu için toplumdan soyutlamayacak, aksine, ona hakettiği en yüksek değeri verecek, Türk kültürüne yakışan hürmet ve sevgiyi gösterecek, AYDIN TÜRK İNSANI sıfatındaki evlatlara ve eşlere layıktır. Çünkü aslında, Türk anasının kendisi özüyle, sözüyle ve görüntüsüyle aydındır.

Evinde ya da uzaklarda, bu güne layık annesi olanlara, geride bıraktıklarıyla mezarlarından hayır duası hiç eksik olmayan ve hayatta olup ‘analık’ mertbesine ulaşan annelere ne mutlu!

Ne mutlu Mustafa Kemal Atatürk gibi vatan evlatları yetiştiren Zübeyde Hanım gibi ‘ANALAR’a…

Ne mutlu, bağrında yeni doğmuş bebeğiyle sırtında cepheye top mermisi taşıyan ‘ANALARA’…

Adı üstünde bu memleket ANA DOLU!

Çanakkale’de asrın destanını yazan toprağa düşen yüzbinlerce mehmetçiğin acısını bağrına taş basıp ‘vatan sağolsun!’ diyerek dindirebilen kahraman Türk ‘ANALAR’ına… Bu vatan, bu bayrak, bu millet sizlere çok şey borçlu… Ruhlarınız şad olsun.

Hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Alp İçöz, M.A.

Eğitimci Yazar

Copyright© ALP ICOZ-2006-2007

JOURNALTA

The Journal of Turkish Americans

 
Toplam blog
: 52
: 1767
Kayıt tarihi
: 11.11.06
 
 

"İnsan, aslinda gönül gözüyle görmeli dünyayı. Herşey, o iç dünyanin merkez olduğu kişiliğine şek..