Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mayıs '16

 
Kategori
Eğitim
 

Adını sen koy lütfen!

Adını sen koy lütfen!
 

 

Canı cehenneme rahat uyuyanın

Kapısını örtenin, perdesini çekenin

Yüreği yalnız kendisiyle dolu olanın

                                    Şükrü ERBAŞ

                Paşayiğit anılarımı okuyorsanız eğer, “Geçmişte ne boş işlerle uğraşmış bu arkadaş” demişsinizdir mutlaka.

                Haydi, inkâr etmeyin hemen. Aynen böyle dememişseniz bile, buna benzer bir yargınız oldu, değil mi?

                Böyle düşündüğünüz için gücenecek değilim size.

                Öyle ya, yaptığım ne ki!

                Kırk altı yıl önce, ilkokula bile gönderilmeyen milyonlarca kız çocuğumuzdan ilkokulu bitirmiş üçünü, günlerce uğraştıktan sonra ortaokula kaydetmişim.

                İş mi yani bu! Yetenek mi, beceri mi?

                Böyle basit bir konu, haftalarca yazılmaya değer mi?

                Neymiş efendim! İbrahim Yenice’nin kızı NecmiyeCanbaz Can’ın kızı Selvet ile Muhtar Şaban Akkaya’nın kızı Hatice okusa ne olur, okumasa ne olur!

                Bu üç kız olursa vatan kurtulacak, okumazsa batacak mı? Dert edilecek şey mi bu? Hele hele aradan neredeyse yarım asır geçtikten sonra uzun uzun yazılacak, düşünülecek bir şey mi?

                Neden ben hep düne bakıyorum da bugünü görmüyorum?

                Niçin dünü yazıp duruyorum da bugünden söz etmiyorum hiç?

                Oysa değerli dostlarım uyarıp duruyorlar hep: “Erkan, gına geldi artık. Geriye değil ileriye, düne değil, bugüne bak biraz da…” diye.

                Düşünüyorum da, haklılar. Laf olsun diye, dil ucuyla söylemiyorum; gerçekten haklılar.

                Sözgelişi, “Cenaze törenlerinde hangi marş çalınsın?” gibi çok önemli bir tartışmaya hiç değinmezken, 1969’da birkaç köylü kızı okuyabilsin diye gösterdiğim çabayı ballandıra ballandıra anlatıp durmamın kime ne yararı var?

                Bırakın bugünü, o gün bile çok önemli olsaydı bu konu, yüce devletimiz ve cumhuriyet hükümetimizin muteber koltuklarında oturan sayın görevliler gerekeni yapmazlar mıydı?

                Kim midir onlar?

                Paşayiğit, Keşan ilçemize bağlı bir köy olduğuna göre, elbette ilk önce Keşan Kaymakamı

                Kaymakam Esat Ölçer’in bu konuda hiçbir emri de olmadı, tavsiyesi de… Demek ki, Edirne Valisinin de O’na bir emri ve tavsiyesi olmamış.

                Diyeceksiniz ki, “Valinin tek işi eğitim değil ki kardeşim.  Vali adına bu görevi yapan kişi, Millî Eğitim Müdürüdür. Eğitime mi, sağlığa mı, emniyete mi, bayındırlığa mı ve onlarca bakanlığın temsilcisi olarak tek başına hangisine baksın vali?”

                Vallahi doğru söylüyorsunuz!

                1969’da, Edirne Valisi kimdi acaba?

                Kimse kim, bize ne! Bırakalım da valiyi makamında, onun adına Edirne ilinde eğitimi yöneten müdüre bakalım biz.

                Okullar açılmadan önce Keşan’a gelip öğretmenleri ve müdürleri toplayarak, “Ne yapıyorsunuz, ne yapacaksınız? Bir derdiniz, bir sorununuz var mı? Millî Eğitim Bakanımızın sizlere selamları ve sevgileri var. Özellikle şöyle şöyle yapmanızı, böyle böyle yapmamanızı rica ediyor.” gibisinden bir şeyler söylemiş midir acaba?

                O yıl, okullar açılmadan önce böyle bir şey olmuş mudur; bilemem de, açıldıktan sonra da olmadı; görev yaptığım üç yıl boyunca da…

                Buradan şunu anlıyorum ki, o yıllardaki Millî Eğitim Bakanlarının da bu taraklarda bezi yokmuş! Belleğimde olumlu hiçbir iz bırakmayan o “Bakan”lar kimdir; diye merak edip internete baktım. Üç yılda üç bakan… İlhami Ertem, Orhan Oğuz, Şinasi Orel…

                Al birini, vur ötekine!

                Yüce koltuklara iş yapmak için değil de laf olsun diye oturanlar, iş yerine laf üretir yalnızca.

                Ve elbette balık baştan kokar!

                Ankara’daki bakan, üfürükten biriyse, Edirne’deki temsilcisi başka türlü olabilir mi?

                Nitekim, Paşayiğit’te görev yaptığım üç yıl boyunca Edirne Millî Eğitim Müdürü’nün mübarek yüzünü görmek nasip olmadı bana. (Tuhaflık bende. O gelmez tabii benim ayağıma; ben O’na niye gitmedim ki!)

                Ancak bu mübarek zâtı daha sonra tanımak şerefine nail oldum! Nasıl mı?

                1974’te İstanbul Millî Eğitim Müdür Yardımcısı olarak görev yaparken, Edirne Millî Eğitim Müdürü’nün“Teftiş Bölümü”ne atandığı yazısı geldi önüme. Kimdir, necidir diye merak ettim. Gördüm ki, Paşayiğit’te görev yaptığım yılların müdürü Recai Erayrıç…

                Tanıştık, yarım saat kadar konuştuksa da yıldızımız hiç barışmadı. Ne ben O’nu sevebildim, ne de o beni…

                1976’da bir hükümet değişikliğinde müdürümüz Halis Kurtça, sorgusuz sualsiz görevden alınınca, bu uygulamayı protesto amacıyla istifa edip ayrıldım; eşim Güler Erkan ve bazı dostlarla birlikte. (*)

                Edirne Millî Eğitim Eski Müdürü Recai Erayrıç, elbette bize katılmayıp orada kalmayı tercih etti.

                Herkesin, birlikte istifa edip ayrıldığımız Tahsin Çayır, Mehmet Taşkın, Doğan Oğuzer, ve Erden Kanat gibi olmasını istemek hakkımız değil tabii. (**)

                Yalnızca Recai Erayrıç değil, Şevket Ural, Şerif İken Tunalı, Hüseyin Beyazıt, Fikri Ertuğrul, Ayhan Gökart da istifayı göze alamadılar.

                Tercihlerinden dolayı suçlamadım onları.

                Nasıl ki, herkes kendine ve zevkine uygun giysiler seçerse, herkes de meşrebine ve yeteneğine uygun yolları seçer.

                “Pekiyi, yanlış yapan onlar mıydı, siz miydiniz?” diye sorarsanız, elbette bizdik.

                Niçin mi?

                Çünkü, istifa eden bizlerden biri değil, etmeyerek yeni hükümetin politikasını onayladığını kanıtlayan onlardan biri İstanbul Millî Eğitim Müdürü oldu.

                En kıdemli, en politik, en yetenekli meslektaşımız göğüsledi ipi. Şevket Ural’dı; ödülü alnının teriyle alıp koltuğu kapan!

                Öteki arkadaşlarımız da mutlaka bir şeyler kazanmışlardır ama neler olduğunu bilemiyorum ben.

                Bu yazıyı, bir öyküyle bitireyim en iyisi. Yoksa başka türlü çıkamayacağım işin içinden:

                Soğuk bir kış günü, nerdeyse donmak üzeredir bir serçe… Tesadüf bu ya, oradan geçen bir inek, pisleyiverir serçenin üstüne. Pisliğin sıcaklığıyla donmaktan kurtulan serçe canlanıp kafasını pislikten çıkararak sevinçle ötmeye başlar.

                Sesi duyan aç bir kedi geliverir hemen. Serçeyi pislikten çıkarıp bir güzel temizler. Sonra da oturup afiyetle yer.

                Bu öyküden çıkarılacak ders şunlardan hangisi olabilir sizce?

Tam uçurumun kenarında iken, üzerinize pislik atan, her zaman düşmanınız değildir.                                                     

Siz siz olun, boğazınıza kadar pisliğe gömülmüşken, neşeyle şarkı söylemeyin sakın.                                                       Sizi pislikten kurtarıp temizleyen, her zaman dostunuz değildir.

Bu şıklardan ister birini seçin, ister hepsini. Beni hiç ilgilendirmez!

Sahi, benim yerimde olsaydınız, bu yazının adını ne koyardınız siz?

huseyinerkan.antalya@gmail.co

Hüseyin Erkan

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------                                                                    

(*)  O sırada eşim de Kız Teknik Eğitimden sorumlu İstanbul M. E. M. Yardımcısı idi..

(**)  Bir ay önce, bu dostlarla bir araya gelip duygu ve düşüncelerimizi paylaştık birbirimizle.            

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..