Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mayıs '10

 
Kategori
Çalışma Yaşamı
 

Ah o içi yok mu !

Ah o içi yok mu !
 

Bu hayatta beni en çıldırtan cümle hangisi biliyor musunuz?

İşin iş valla! Ne güzel geziyorsun!

Otuz yıldır seyahat ediyorum; ama son yirmi yıldır nefes alacak vaktim yok ve hep aynı cevabı veriyorum bunu diyenlere.

Dışı seni, içi beni yakar!

Bu kısa cevabın arkasındaki ürkütücü hikayeyi merak ediyor musunuz, yani beni yakan içini?

Gün 1. Saat 19:25 Cape Town uçağına yetişmek için saat 15:00'de Cirencester'dan National Express otobüsüne binersiniz. 125 km'yi M4 trafiği nedeniyle 2 saat 15 dk'da alır, Heathrow Havalimanı Merkez Otogar'a varırsınız. Uzun süreli yolculuklarda arabayla gidip de otoparka bir servet yatırmak akılcıl değildir. Bir diğer yol da Fairford'dan taksiyle (ya da belediye otobüsüyle 1.5 sterlin'e) Swindon'a gidip trene binersiniz. Paddington'da iner, tekrar Heathrow Express hızlı trenle 15 dk'da havalimanına varırsınız. Ancak bu parkurun bedeli 70 sterlin'i bulmaktadır. Oysa, Fairford'a çok yakın olan Cirencester'dan National Express'le Heathrow'a gitmenin bedeli sadece 23 sterlin'dir. Neyse, check-in kiosklarında işleminizi yapar, Drop-Off kontuarına bagajınızı bırakırsınız. Köpek kontrolünden de geçtikten sonra gidiş salonuna girersiniz. Biraz Free Shop'larda vakit geçirirsiniz. Sevdiğinizle mail'leşir, onu ne kadar özlediğinizi söylersiniz. Uçağa girer girmez, 11 saat 30 dk boyunca sizin olacak yaşam alanınızı benimsersiniz. Külsüz, türbülanssız bir hava dilersiniz. Ertesi sabah gireceğiniz toplantıya çalışırsınız. Pek sevdiğiniz çizgi filmi izlersiniz. Ara sıra gözleriniz kapanır. Kalkar, B747'nin uzun koridorlarında birkaç tur atarsınız. Yer, içer, sonra da uyuyakalırsınız.

Sabahın 8'inde Cape Town'a inersiniz. Sizi karşılarlar ve doğruca toplantınıza gidersiniz. Yorgunsunuzdur. Öğle yemeğinden sonra iyice rehavet çöker. Görüşmenin ortasında, sevdiğiniz ve özlediğinizden mesaj gelir. Özlem kokmamaktadır! Karnınıza ağrılar girer, toplantıdan çıkarsınız. Akşam da olmuştur. Otele bırakılırsınız. Kendinizi yatağa atar, tavanı izlersiniz. Şanssızsanız tavanda kaderinizi görürsünüz! Yorgunluktan sızarsınız. Sabah erkenden kalkacak ve 08:00 uçağıyla Johannesburg'a gideceksinizdir. 05:00'te uyanır, 06:30'da havaalanında olursunuz. 2 saat uçar, 10:00'da varırsınız. Bu sefer karşılayanınız yoktur. Taksi tutarsınız. Güvenlik hak getiredir. Sizi gideceğiniz yere götürmeyip kaçırsalar, bulunmanız imkansızdır. Bir kolunuzun aslanın, bacağınızın da sırtlanın ağzında olduğunu hayal eder irkilirsiniz. Nedense, fiyatlarınızın mukayese edildiği hep, aslında kullanmayacakları Çin mallarıdır. Yine de ikna edersiniz müşterinizi. Akşam 17:00 uçağına yetişir, tekrar Cape Town'a dönersiniz. Otele vardığınızda kendinizi odanıza atar, hayatınızı gözden geçirirsiniz. Akşam yemeğinde dostlarınız olacaktır. Duş alır, smart casual giyinirsiniz. Farklı bir kültürün esprilerini anlamış gibi yapıp suni kahkahalar atarsınız. Ertesi sabah tekrar bir araya gelip projenin imzalanmasına karar verirsiniz. Kutlamak için de Kılıç Balığı avına çıkılacağı müjdesini alırsınız.

Yeni güne daha zinde başlarsınız. Kuvvetli bir kahvaltı yaparsınız. 07:00'de alırlar sizi. 120 km ötedeki Worcester'e gideceksinizdir. Tekrar Cape Town'a döndüğünüzde saat 13:00'tür ve balığa çıkmak için uygun zamandır! 12 mt'lik tekneyle açılırsınız. Büyükada açıklarına gitmek gibi değildir! Kıyıdan 40 km açılırsınız! Kıçta emniyet kemerli kocaman bir koltuk vardır. 150 kiloluk bir Marlin ya da Tuna yakalayabilirsiniz. Dişilerinin 450 kiloya kadar çıkabileceğini duyunca şok geçirir, tanrının sizi korumasını dilersiniz. Devasa aluminyum makaralı, bileğiniz kalınlığındaki 6 mt'lik grafit kamışı sıkıca tutarsınız. Değerinin US$ 5.000 olduğunu öğrenirsiniz. Livardan çıkarılan torik büyüklüğündeki canlı balığın ölmeyecek şekilde zokaya takılışını üzülerek izlersiniz. Zoka denilen de iri bir istavrit büyüklüğündedir. Koltuğunuza bağlanır, heyecanla beklemeye başlarsınız. Böyle bir deneyim anlatılarak yaşanmaz. Boğaz'da kofana avlamaya benzemez. Balık yakalandığında, saatte 120 km hızla duvara toslamış gibi olursunuz. Bağlı olmasanız, alır sizi götürür. Hatta bağlı da olsanız, tekneyle götürür! Yakaladığınız dev balığı binbir zorlukla tekneye çeker, dokunursunuz. Bir an balıkla göz göze gelirsiniz. Onun yaşam alanında sizin ne işiniz olduğunu düşünürsünüz. İmzalanan projeden ona ne'dir! 4 kişi balığı zor tutmaktadır. Ağzından zokayı çıkarır, tekrar denize bırakırsınız. Hazırlanan balıklı sandviçleri Sauvignon Blanc eşliğinde büyük bir iştahla yersiniz. Yüzünüzü doğuya çevirir, çok sevdiğiniz bir arkadaşınızın hep gitmek istediği Mauritius'u görmeye çalışırsınız. Kıyıya geri döndüğünüzde saat 19:00 olmuştur. Karada sallanmaya devam edersiniz. "Gününüz nasıl geçti?" diye soran siyahi kapı görevlisine, "hangi kısmı?" dersiniz. Yüzündeki anlamı çözecek vaktiniz yoktur. Ilık bir duş alır, odaya balıksız salata söylersiniz. Bu arada, özlediğiniz ve sevdiğiniz sizi hâlâ özlememiştir! Özlediyse de söylememektedir. Duştan çıkıp, yatakta ayaklarınızı duvara dayarsınız. Uyuşan ayaklarınız, çakma dinlenim hissi vermektedir. Gözleriniz kapanır.

Sabah 07:00'de kahvaltıya misafirleriniz vardır. Dünü konuşur, övgü alırsınız. 08:00'de hep beraber otelden çıkarsınız. Yoksul mahalleler arasından geçerek prototip otobüs üzerinde çalışacağınız fabrikaya gelirsiniz. Gömleğinizin kollarını sıvar işe koyulursunuz. Öğle yemeği için sandviçler gelir. İçinde ne olduğunu soramayacak kadar açsınızdır. Saat 16:00'da otele bırakılırsınız. Geldiğiniz için teşekkür edilir ve uzun soluklu bir iş birliği dilenir. Hemen bavulunuzu toplarsınız, çünkü o akşam Londra'ya geri dönecek ve İstanbul'a geçeceksinizdir. Özlediğiniz de sizi çok özlemiştir. Döneceğinizi duyunca, "Yaşasınnn..." demiştir. Akşamın 7’sinde Cape Town’dan havalanır, yine Johannesburg Tambo’ya inersiniz. 2 saat oradasınızdır. Vakit geçirmek için Café Dulcé'yi seçersiniz. Aklınıza son kitabınızdaki Dulce gelir, duygulanırsınız. 23:00'te tekrar havalanır ve 11.5 saat sonra, 09:25'de Londra Heathrow'a inersiniz. Pek ileri görüşlü seyahat acentanız uçuş aşkınızı bildiği için sizi İstanbul’a mümkün olduğu kadar geç götürmeye çalışmaktadır. Sizin o güzel şehri ne kadar özlediğinizi düşünmemektedir. Diğer uçağınız öğleden sonra 15:25’tedir. Direkt İstanbul’a gideceğinizi düşünmek tatlı bir hayaldir. Önce Münih’e uçacak, oradan da 19:20 uçağıyla İstanbul’a uçacaksınızdır. Paşa paşa terminal 5'ten trenle Terminal 1’e yollanırsınız. Daha saatler vardır uçmanıza. Bütün Duty Free Shop’ları tavaf edersiniz. Parfümleri koklar, saatlere bakarsınız. Oğluma, müstakbel gelinime, torunuma, Ahmet'e, Ayşe'ye veririm diye aldığınız evdeki onca saati unutmuşsunuzdur. Piyango ile verilen Ferrari ve Bentley'leri incelersiniz. İnsan manzaralarını seyredersiniz. Şirketi arar, rapor verirsiniz. Yemek yersiniz. Uçuş saati yaklaşmasına rağmen hâlâ kapı numarası belli olmamıştır. Nihayet belli olur. 1 saat 50 dk gecikme vardır! Bunun anlamı Münih-İstanbul uçağının kaçmasıdır. “Ohh yaşadık, bu gece hava yolu şirketinin davetlisi olarak burada konaklayacağız. Biraz dinleneceğim.” diye sevinirsiniz ve Service Desk’e yönelirsiniz. Sevinciniz kısa sürer. Otel filan hayâldir! Star Alliance üyesi THY ile 16:30’da İstanbul'a direkt uçacağınızı öğrenirsiniz. “Ama ben THY’ye küsüm.” deseniz de anlanmazsınız. “Ee, n’apcam şimdi kardeş?” dersiniz. “Terminal 3’e uğurlayalım sizi.” derler. Heathrow’da terminaller arası ciddi mesafedir. 7 dakikalık otobüs yolculuğundan sonra koşmaya devam edersiniz. Camdan onu görürsünüz. “Aşk olsun, artık bizi unuttun.” der gibi bakmaktadır THY'nın A330-203'ü. “Küsüm ben sana. Durmadan winglet’ini düşürüyorsun, acil inişler yapıyorsun, göstergelerin çalışmıyor, tarlaya filan iniyorsun. Bunlar da beni senden uzaklaştırıyor. Oysa Tekirdağ’ı kaybetmeden önce ne kadar mutlu-mesut uçuyorduk.” dersiniz.

16:30'da İstanbul'a hareket edecek A330-203 TC-JNG kuyruk numaralı "Eskişehir" uçağında tek boş koltuk yok! Ben sonradan çıkan misafir yolcu olduğum için sağ arkalarda, cam kenarı 34K'deydim. Arkada oturmanın iyi yanları var. Uçağa önce Grup A'yı, yani en arkada oturan yolcuları alıyorlar. Yemek servisi de önce sizden başlıyor. Yerimi buldum, çantamı koydum ve kuyruk kısmına gidip su istedim. Yerime döndüğümde yan komşum da gelip oturmuştu. 25-30 yaşlarında sarışın bir bayandı. Elinde de iPhone vardı. Kendinden geçmişçesine parmaklarını ekranda gezdiriyordu. Başında durdum bir süre. Beni fark etmiyordu!

"Afedersiniz, geçebilir miyim?" derken yüzümde doğal bir tebessüm vardı komşuma karşı.

Anlamsız bir ifadeyle yüzüme baktı ve homurdanarak kalkıp yol verdi! Teşekkürüme de cevap alamadım! Vardı herhalde kızcağızın bir derdi !

"Boarding tamamlandı." anonsundan sonra kabin memurları kemer kontrolüne çıktılar. Komşum hâlâ iPhone'uyla cebelleşiyordu! BlackBerry kontratım bitmekteydi ve iPhone almayı ben de düşünüyordum. O nedenle telefona kaçamak bakışlar atıyordum. Belki uçuş anında birkaç soru da sorabilirdim. Parmak hareketlerine bakılacak olursa, iPhone uzmanı olduğu belliydi; ama ilk temasımız pek sıcak olmamıştı!

"Afedersiniz. Telefonunuzu kapatmanız gerekiyor." deme gafletinde bulundu genç kabin memuru.

"Flight Mode'da. Bişey olmaz!" dedi başını bile kaldırmadan!

"Hanımefendi. THY kuralları gereği telefonunuzu uçuş modunda da kullanamazsınız."

Sinirlendi! Öfledi, püfledi; telefonunu ayaklarının dibinde duran çantasının içine fırlattı!

Tam da ohh demişken, host'un yanından uzaklaşmasıyla telefonu tekrar çantadan aldı ve oynamaya devam etti. Belli ki 3.5 saatlik uçuş boyunca epey işimiz olacaktı. Telefona bakmaktan vazgeçtim; ama uçuş güvenliğini yok sayan bu harekete de oldukça sinirlenmiştim.

Körüğü terk ettik ve taksiye başladık. Hanımefendi sanki bizimle aynı uçuşta değildi. Parmakları ekranda dans etmeye bütün şevkiyle devam ediyordu.

O'na döndüm ve "hanımefendi, lütfen telefonunuzu kapatır mısınız? Bu uçakta tam 250 kişi var. Herkes uçuş kurallarına uymak zorunda ve siz bizi tehlikeye atıyorsunuz." dedim.

"Siz kendi işinize bakın." dedi, yüzüme bile bakmadan!!

Yumruğun okkalısını yemiştim ve o an anladım ki komşum edepli bayanlardan değildi. Belki normal de değildi! Hırsla bana sırtını döndü. Yüzü ortadaki 4'lü koltuklara dönük vaziyette, koltuğun kolçağına dayadığı telefonuyla oynamaya devam ediyordu! Sanırım fare küsmüştü bana! Ben de camdan dışarı bakmaya başladım; ama sinirlerim de tepeme çıkmıştı. Gözlerimi kapadım bir süre. Kalkışı tamamladık. O da yine düz oturmaya başladı. Ara sıra ona ve telefonuna bakıyor ve 36.000 feet'ten iPhone'uyla birlikte aşağı atsam ne iyi olacağını düşünüyordum! Fark etti bu bakışlarımı ve bana ani yüz dönüşleri yapmaya başladı. Allah'tan hiç gözlerimiz birleşmedi. İşte o an anladım ki gözlerimiz birleşse, ona baktığımı kanıtlasa; "ne bakıyorsun?" diye avaz avaz bağıracak karakterdeydi. Kimseye de bir şey anlatamazdım! Sindim, tırstım ve cama yapışıp küçüldüm! Koltuğumu değiştirmeyi düşünüyordum; ama uçak doluydu. Çıkıp kanadın üzerinde oturmaya devam etsem belki daha iyi olacaktı! Kafamı bile çevirmiyordum. Bunca yıldır uçarım, hiç böyle kaçık bir komşum olmamıştı !

Kalkıştan yarım saat sonra kabin görevlileri kulaklık dağıtmaya başladılar. Büyük uçaklarla uçanlar bilir, hijyen açısından kulaklığa takılan sünger pedleri siz takmalısınız. Benimkileri taktım ve bizimki de büyük bir hırsla takmaya çalışıyordu. Becerebilecek gibi görünmüyordu !

"Yardım edeyim mi size?"

"Hayır."

İnanılır gibi değildi ! İnce işlere bayanların daha yatkın olduğu düşünülürken, yanımdaki Sinir Sultan sünger pedi parçalamayı başarmıştı!

"Siz benimkini alın. Ben onu değiştirteyim."

"Offf!"

"Hadi, alın."

Aldı ve yüzünü bana döndü. O dönüşten her şey beklenebilirdi!

"Ben Yunanım."

"Ee?"

"Siz Türkleri sevmiyorum. Siz de bizi sevmiyorsunuz!"

"Hoppalaa! Bu mudur yani sinirinizin, terör estirmenizin nedeni? Neden o zaman THY'ye bindiniz?"

"Almanya üzerinden gidecektim; ama o uçuş ertelenince mecburen binmek zorunda kaldım!"

Gülümsedim. "Ben de aynı Alman uçağının mağduruyum; ama ben ülkesini ve vatandaşlarını seven bir Türk'üm. Bu arada benim en iyi arkadaşlarım da Yunan. Selanik'te oturan bir okul arkadaşım var, adı Machi ve birbirimizi ziyaret ederiz sık sık. Sonra Meis'te oturan Yorgo Dayı'm ve Nathalie var. Daha geçenlerde o güzel adadaydım ve yakında yine gideceğim. Hatta daha da güzeli, başbakanımızın kızının nikah şahidi de sizin başbakanınız Karamanlis'ti. Biz sizi seviyoruz; ama siz bizi sevmiyorsunuz! Peki, o zaman ne işiniz var sevmediğiniz insanların ülkesinde?

"Kırıcı olduğum için özür dilerim. Zor bir gün geçirdim. Bir de uçağım değişti filan. İşin yoksa terminalden terminale koş dur! Ben Londra'da bir mağazanın reyon şefiyim. Adım Leda. Halam İstanbul'da oturuyor. O'nu ziyaret edeceğim." diyerek elini uzattı. Gözleri gülüyordu ve elinde de iPhone'u yoktu.

"Benim de adım Ata. Fairford'da çalışan, çok seyahat eden bir mühendisim. Ben de Cape Town'dan geliyorum ve saatlerdir yollardayım."

Gülümsedi ve önüne döndü tekrar. Host'tan istediğim yeni sünger pedler gelmediği için o da kulaklığını takıp dinlemiyordu. Benimkilerin gelmesini ve benim dinlemeye başlamamı bekledi. Ama kulaklığının kablosunu ve fişini kurcalayıp duruyordu !

"Ne oldu yine ?"

"Sanırım bu kulaklık bozuk."

Benimkini denedi ve o da çalışmadı. Demek ki kolçaktaki soket bozuktu.

"Şanssız bir günündesin Leda. Kalk bakalım şimdi."

İtiraz etmeden kalktı. Ben de kalktım ve koridorda yan yana durduk bir süre.

"Hadi, sen geç şimdi cam kenarına."

Gözlerindeki sıcaklık inanılmazdı. O cadı gitmiş, yerine Bn Sakine gelmişti!

Yemeğe kadar konuşmadık bir daha. O müzik dinlemeye daldı, ben de kankamın hediye ettiği, Walt Disney'in "Cars" filmini izlemeye devam ettim laptop'ımda. Şimşek McQueen ve Sally'nin diyaloglarına bol bol tebessüm ettim. Leda da ara sıra görüntü hırsızlığı yaptı. Çizgi film izlediğimi görünce, şaşkın şaşkın baktı da! Ama ben ani yüz dönüşleri yapmadım! THY'nin menü dağıtımıyla başlayan muhteşem yemek şöleninine karşılıklı "afiyet olsun." dilekleriyle başladık. Sonra da işlerimizden bahsettik biraz. Beni dinledikten sonra, halimin acınası olduğunu söyledi! Izgara tavuk ve köfteyi midesine indirirken, "aslında neden sevmiyoruz birbirimizi anlamıyorum. Kültürümüz, yemeklerimiz bile aynı." dedi.

"Bunu sana köfte mi hissettirdi? Leda, bence sen 30 yıl geriden geliyorsun. İnan ki artık öyle düşmanlık filan kalmadı aramızda."

Yemeklerimiz bitmiş, boş tabaklı tepsiler önümüzde duruyordu. Saatlerdir yollardaydım ve gözlerim kapandı. Tekrar açtığımda önümdeki tepsi gitmiş, Chardonnay ve fındık paketi bana bakıyordu. Leda'nın önünde de aynıları vardı. Türk-Yunan dostluğuna kadeh kaldırdık.

"Dur, içmeden sana bir şey söylemek istiyorum Leda. Belki de duyduktan sonra benimle kadeh kaldırmak istemezsin!"

"Hımm! Peki."

"Az önce sana öyle kızmıştım ki, bir an iPhone'unla birlikte seni aşağı atmayı düşündüm!"

"Senin gibi iyi bir Türk beni aşağı atacak öyle mi? Hak etmiş bile olsam, sen öyle bir şey yapmazdın, değil mi Ata?" derken gülümsüyordu.

"Bir defa kötü olmaktan bişeycik olmaz. Anlat bakalım şu iPhone'u biraz. Ben de almak istiyorum aslında."

Yine kendinden geçti anlatırken. "Bluetooth'la dosya transferi yapabiliyor muyum, word-excel dosyalarını açabiliyor muyum?" sorularımda afalladı!

Atatürk Havalimanı'nın malûm hava trafiği nedeniyle yine İzmit Körfezine uzandık, geri döndük ve deniz tarafından saat 22:40'da 18/36 pistine teker koyduk. Gün 5.

"Güle güle Leda. Seni tanıdığıma memnunum. Halana da selam söyle."

"Ata, sanırım ben artık Türkleri seviyorum."

E ben seni Nathalie'ye anlatmazsam!

5 gün içinde 500 km kara yolculuğu, 80 km deniz yolculuğu, 6 uçuşla 25.000 km hava yolculuğu yapmış; Türk-Yunan dostluğuna katkıda bulunmuş ve Cape Town'dan ayrıldıktan 25 saat sonra İstanbul'a varmıştım. Benzer parkurun ayda 2 kez koşulduğunu düşünün ve söyleyin şimdi: Sizce de ben "ne güzel geziyor" muyum?

 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..