Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Haziran '12

 
Kategori
Kitap
 

Akasya Hikayeleri

Eğitim ile ilgili kitaplar/Kitap tanıtma:  

                                                                            AKASYA HİKAYELERİ

                                                                                   Yazarı: Ali Tokul                                  

Bosna Baharından Akasya Günlerine

Dayton Antlaşması’nın henüz mürekkebinin kurumadığı günlerden bir ilkbahar günü, uçağımız “kanlı, kinli ve kirli savaş’ın” kaderinde önemli bir yer işgal eden İngman Dağının üzerinden inivermişti Saraybosna Havaalanına.

Geçtiğimiz yıl, kaderin şevki ve lütfuyla Saraybosna’da idik. Türk–Bosna Koleji yapılmak üzere tahsis edilmiş ve savaş sırasında Sırpların cephanelik olarak kullandıkları binayı tanımakta zorluk çekmiştik. Mayınlar temizlenmiş mazgal delikleri tıkanmış, şarapnel parçaları ve boş kovanlar temizlenmiş, duvarlardaki kan izleri silinmiş ve bina tertemiz bir hale gelmişti. Artık odalardan işkence feryatları değil, masum yavruların sevinç çığlıkları gelmekteydi.     

Balkanların sancılı bir diğer bölgesi. Eğitim hamlesi oraya da ulaşmış ve okul faaliyete geçmiştir. Dünyanın başka sancılı bölgelerinde olduğu gibi, çatışmalar eğitim yuvasının hudutlarına gelindiğinde durmaktadır. Çünkü orası fitne ve kargaşa ateşlerini söndürmek için kurulmuş bir müessese, bir barış ve huzur iklimidir.

Ajem

Murat Bey, Dede Korkut hikayeleri dinleyerek büyümüştü. Seneler sonra, Murat Beyin yolu Akmescit’e, Dede Korkut’un kopuzuyla masallarını söylediği yere düşmüştü. Kazak Türk Lisesinde İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başlamıştı.

Okul açılalı henüz birkaç ay olmuştu. Hemen her gün yol boyunca aynı afacan Kazak çocukları görüyordu. Onlar Murat Beyin geçmesine yakın vakitlerde yerlerini alıyorlar ve ona Türkçe “Merhaba nasılsınız?” demek için sabırsızlıkla bekliyorlardı.

Murat Beyin bir dostu daha vardı. Her sabah okula giderken geçtiği yolda penceresinden Murat Beyi izlerdi. Sessiz sözsüz kelimesiz sohbetleri vardı, yetmiş yaşlarında bir nineydi bu. Murat Bey ona “Ajem (ninem)” diyordu. Her sabah güleç yüzüyle hayır dua eder ifadesiyle, ana şefkatiyle Murat Beyi okula uğurluyordu.

Yağmur yağmıştı bir gece. Murat Bey sabah yürüdüğü toprak yolun çamur deryasına döndüğünü görünce asfalt yolu tercih etti okula gitmek için. Bu sayede üstü başı berbat olmadan okula ulaşmıştı. Ama içinde adını koyamadığı bir eksiklik hissediyordu. Üç dört gün sürdü bu hal. Bu arada güneş tekrar yüzünü göstermişti ve Murat Bey yine toprak yoldan gidiyordu okuluna. Ajesini göreceği için seviniyordu. Oradaydı ajesi ama yüzünde bir elem vardı. Ajesi de onu fark edince ne yapacağını bilemez oldu. Telaşlıydı. Murat Bey ajesinin meramını çözmeye çalışırken yetmişlik nine bir çırpıda kapının önüne çıkmıştı. “Balam” diye bir çığlık kopararak kucağına yığıldı. Murat Bey “Ajem ne oldu sana?” dedi. Ses vermiyordu nine, kendinde değildi. Az sonra nine kendine geldi. Murat Beyi tekrar başında görünce sarılıp ağlamaya başladı. Kesik kesik bir şeyler söylemeye başladı. Murat Beyin niçin burada olduğunu, cevaplayan en samimi sözlerdi bunlar. “Ah balam, canım balam zannettim ki sen gittin. Zannettim ki Türkiye’ye döndün. Hüda’ya şükür gitmemişsin. Gitme balam, kal balam, dur balam.” Ajenin duasıydı bu… Anadolu’yu Atayurt’a çeken feryattı bu…

Tılsım   

Anadolu’dan ayrılalı henüz birkaç ay oluştu. Ayrılık hüzünlü olmuştu hiç bu kadar zorlanacağını tahmin etmemişti. Şimdi çok uzaktaydı kitaplardan, destanlardan, masallardan bildiği topraklarda. Şubatı utandırmayan bir kış yaşanıyordu. Okulu gezerken içinden “Buralarda yaşanır mı?”diye geçirmişti.

Gün akşama dönerken misafir edileceği eve hareket ettiler. Türkiye’den gelip üniversitede okuyan, okulda da belletmenlik yapan gençler tarafından ağırlanıyorlardı. Dışarıdaki ayaza inat etrafını sımsıcak bir sevgi halesi kuşatmıştı. Biraz sonra elinde çay tepsisiyle, kapıda bir delikanlı belirdi. Uzuna yakın boyu düz kızıla çalan saçları, masmavi gözleriyle buraların çocuğuydu. Çayı kendisine doğru uzatırken, ferah ve serin bir gülücüğe sarıp sarmaladığı pürüzsüz sayılabilecek bir şive ile “Ben Türkçe biliyorum,” dedi.

Şaşkınlığını kapamaya uğraşan bir tebessümle, “Biraz konuş o zaman” diye cevapladı. Gündüz okulu gezerken kapıldığı düşünceleri keşfetmişçesine masmavi bakışlarını gözlerine mıhlayıp “İstemez misiniz?” dedi. Çocuk; “Dünya onların ahiret bizim olsun!”  Afalladı. Kelimenin tam anlamıyla afalladı. Sanki ayıbı yüzüne vurulmuş gibi bütün hücrelerinin utanç kesildiğini hissetti. Arkadaşlarının sabır gücünün tükenmez kaynağı işte tam karşısındaydı. Haykırdı içine doğru, avaz avaz haykırdı. “Asıl buralarda yaşanır, asıl buralarda yaşanmalı.” Artık hüzün çok gerilerde kalmıştı.

Kardelen Tebessümü

Genç adam hayatındaki en lezzetli, en doyumsuz ve bir ömür unutacağına asla ihtimal vermediği sahuru burada yaşayacağını nerden bilebilirdi ki…

Koca şehrin küçük bir evinde yere serilmiş bir sofra bezinin etrafında dört kişiydiler. Onun gözleri bu evdeki sofralara yeni bağdaş kurmaya başlamış sarışın delikanlıdaydı. Genç adam sofradaki çayı, ekmeği, peyniri bırakmış gönlüyle gözüyle onu yiyordu. Ne kadar da evden, sofradan çaydan bir parçaydı bu çocuk. Daha fazla dayanamadı ve sordu. “Seni bu evdeki arkadaşlara bağlayan ne? Niçin buradasın?”

Delikanlı gözleri pırıl pırıl, dilinin yeni aşina olduğu Türkçesiyle can evinden vurdu genç adamı…

“Benim bir ağabeyim vardı. Talha… O bana hep gülerdi. Ama o kadar güzel gülerdi ki ben bu gülüşü çok sevdim.” Ha ağladı ha ağlayacaktı delikanlı: “Benim bir Remzi öğretmenim vardı. Ben yanında olduğumda benden başka her şeyi unuturdu sanki. Sanki dünyada bir ben bir o kalırdı. Sanki onun dünyası ben olurdum. Ben benim için üzülen benim için sevinen böyle birini arıyormuşum meğer…”

Bir kralın oğluna armağan olsun diye kurduğu koca şehrin, küçük bir evinde, sarışın delikanlı yüreğini, bir Talha gülüşüne ve diğergamlığı karakterinin, Remzi olana verdiğini söylüyordu Genç adam bir kez daha. Aydınlık geleceğe giden yolun tebessümlerle döşeneceğine tanık oldu. Ne pahasına olursa olsun,  sinesi ve siması tebessüm gamzedenlerin ancak diğergamlar olabileceğini, iliklerine kadar bir defa daha yaşıyordu. Ve anlıyordu ki, otağımızı yüreklere kurmanın yolu, yürekleri bir minder gibi muhatabımızın altına sermekten geçiyordu…

Genç adam ertesi gün, Anadolu İnsanının, şehrin çehresine bir gamze gibi konduğunu, iki ülkenin mazisine ve ortak geleceğine beslediği duygularının kristalleştiği okulu gezerken, bir şeyler yazması için eline tutuşturulan defterin, son yaprağındaki yazıyı okudu ve altına sadece kısa bir cümle ekledi: “Her şeyin ve hemen herkesin kara, buza, ayaza beyaz bayrak çektiği, soğuğun ve soğukluğun ruhları esir aldığı, hayata açılmanın ve hayattar olma vasfının buz kestiği ve “garip” olma kavramının bütün uçlarıyla yaşandığı bir iklimde, çevresinde halelendiğimiz her okul, bir kardelen çiçeğidir…”  Ve “Her kardelen çiçeği, baharı haykıran bir umut türküsüdür.”                                               

Maden Suyu

1996 senesiydi…

Baharın bütün güzelliklerini kuşatıp, insanın cümle duygularıyla cilveleştiği bir Mayıs günüydü. Mahmut Bey hem bir öğrencisinin ailesini ziyaret etmek, hem de bir sonraki sene için okula öğrenci seçmek amacıyla, şehirden birkaç saat ötede Zaysan kasabasına doğru yola çıkıyordu. Bir aksilik olmazsa üç gün kalacaktı Zaysan’da. Daha önce dönmek istese de Erik’in ailesinin buna izin vereceğini sanmıyordu.

Mahmut Bey, Erik’in ailesinin fakir olduğunu biliyordu. O imkansızlıkları pek mütevazi ailenin yüreklerini ve yuvalarını ardına kadar açarak sergilediği “hoşâmedi” görülmeye değerdi. Erik’in ailesi, çocuklarının öğretmeninin kendilerini ziyarete geleceğini, evlerinde misafir olacağını duyurabildiği her yere duyurmuş, küçük kasabayı velveleye vermişlerdi adeta. O kadar ki Zaysan’ın yüz kilometre uzağında bir köyde yaşayan dayıları bile erinmemişti, onca yolu tepip gelmişti. Bu sevgi karşısında Atayurda geldiği ve bu insanları tanıdığı için bir kez daha şükür etti Mahmut Bey.

Ertesi gün Erik ve ailesi, Mahmut Bey’le ailesi ile birlikte, dayılarının ısrarını kırmayarak onun yaşadığı köye gittiler. O kısacık süreye neler sığdırmamıştı ki dayısı. Öğleyi köye varır varmaz başlayan ziyafet akşama doğru ancak bitmişti.

İşte Mahmut Bey’de derin izler bırakan olaylar, bu bitişle başlıyordu.

Erik’lerin geriye dönmeleri gerekiyordu. Çünkü ertesi sabah Mahmut Bey’in öğrenci seçme sınavı vardı. O sebeple mutlaka yola çıkmaları lazımdı. Lazımdı ama Erik’in babasının arabayı kullanabilecek hali kalmamıştı. Kör-kütük sarhoş olmuştu. Zaten yarı sarhoş yaşayan bir adamdı. Baba arabanın ön koltuğuna yardımla ancak oturabilmiş, oturur oturmaz da sızmıştı. Şoförlük, daha ondördünü bile bitirmemiş Erik’e düşmüştü.

Erik’in annesi çok mahcuptu. Utanıyordu. Ne diyeceğini ne yapacağını bilemiyordu. O da daha fazla direnemedi. Yol boyu içini döktü Mahmut Bey’e. Anlattı, ağladı, anlattı.         

“Mahmut Bey” diyordu kadın. Ne olur çocuğumu bırakmayın. Yazın da sizde kalsın. Sizi o kadar seviyor ki. Hayalinde sizin gibi olmak süslüyor.” Kocasını işaret ederek, “Bu adam gibi olmasından çok korkuyorum. Uykularım kaçıyor. Ben çoktan boşanıp ayrı yaşayacağım ama çocuklarıma babasız demesinler, diye içmekten başka bir şey yapmayan bu adama katlanıyorum. Tek ümidim sizsiniz Mahmut Bey.”

İki saatlik yol bitmiş annenin dertleri bitmemişti.

İçi parçalandı Mahmut Bey’in. O gece uyuyamadı. Gözlerini yumduğunda,  gözü yaşlı dertli bir anne, on dördünde masum bir çocuk hayatı ve hayatını şişeye mahkum etmiş bir baba canlanıyordu zihninde.

Mahmut Bey tanık olduğu bir aile dramının acısıyla ayrıldı Zaysan’dan

Aradan tam bir sene geçti. Yine zorlu ve çetin bir gece bir kıştan sonra bahar gelmişti. Tabiat dirilmiş, her yerden hayat fışkırıyordu.

Erik, okulun bahçesinde Mahmut Bey’le konuşuyordu. “Tamam Erik” dedi Mahmut Bey… “Annene selam söyle, bir aksilik olmazsa mutlaka geleceğim.”

Sevinçle öğretmeninin ellerine sarıldı Erik; “Teşekkür ederim hocam. Teşekkür ederim. İnanın annem çok sevinecek.

O hafta sonu Mahmut Bey yine Zaysan’daydı. Erik’in annesi ve babası bu sefer onu daha bir başka karşılamışlardı. Daha bir mutluydular sanki.

Akşam küçük ve şirin Zaysan ilçesinin şehir hakiminin evindeydiler. Sofra da yok mu yine. Yemek başlamış, sohbet kıvamını bulmuştu. Misafir şerefine kadeh kaldırılacaktı. Mahmut Bey, Erikler’in davetlisi olduğu için ilk sözü Erik’in babası aldı.

“Dostlar” diye başladı Erik’in babası. “Bu geceki ziyafet Mahmut Bey için. Onun için ben ne yapsam az. Çünkü ben bu insana çok şey borçluyum. Mahmut Beyin eğittiği yavrumun sayesinde senelerimi yiyip bitiren, müptelası olduğum içkiyi bıraktım. Hayata aileme döndüm.”

Hayretler içinde kalmıştı Mahmut Bey. Bu bir rüya mıydı yoksa? Mahmut Bey kahramanı olduğu bu tablonun tatlı sarhoşluğunu yaşarken Erik’in babası “Dostlar” diye, devam etti.

“Sizlerin huzurunda söylemek istiyorum ki, benim çocuğum hakkında alınacak kararlarda, tüm söz hakkı Mahmut Bey ve okulundur.  Mahmut Bey ve arkadaşları ne derse ben onu yapacağım…” Erik’in babasının son cümlelerini ise en çok oğlu ve annesi alkışlıyordu.

“Dostlarım elbette, elbette bu gece ben Mahmut Bey şerefine kadeh kaldıracağım. Kaldıracağım ama benim kadehimde de Mahmut Bey’inki gibi maden suyuolacak.”

Mahmut Bey Erik’in annesiyle göz göze gelmişti. Annenin parıldayan gözleri, ışıldayan gülücükleri, Mahmut Bey’in bu güne kadar duyduğu en güzel teşekkürdü. Mahmut Bey’in o gece içtiği maden suyununlezzeti anlatılacak gibi değildi.

Sürpriz

Şerif Hoca yıllarını eğitime adamış bir profesördü. Onun için eğitim yalnızca bir meslek değil aynı zamanda bir hayat felsefesiydi. Üniversiteye gelip-gitmek, derse girip-çıkmak, imtihan yapıp not vermek değildi onun işi. Tek kelimeyle, tutkuydu.

İstikbal gamzeden öğrencilerle özel ilgilenmek, imkanı olmayanlara burs bulmak, kalacak yeri olmayanlara ev, yurt ayarlamak, mezun olanlara iş konusunda elinden geldiğince yardımcı olmak… Bütün bunlar onun için vazgeçilmez uğraşlardı.

Türki Cumhuriyetler’in bir bir bağımsızlığına kavuşmasından sonra Şerif Hoca’nın bulunduğu şehrin üniversitesine bir grup Orta Asyalı genç geldi. Onları hasretle, hararetle bağrına basanlardan biri oldu Şerif Hoca. Talebelerin hemen hepsiyle tanıştı, tek tek ilgilendi. Gurbet acısın yalnızlığını hissetmemeleri için çabaladı. Atayurt’tan,  anayurdun bu Anadolu tüten şehrine gelen öğrenciler, ona “Şerif Ağay” dediler.

Ne kadar bir zaman sonraydı bilmiyorum. Şerif Hoca o şehirden ayrıldı. Sevdikleri, hele ona “Şerif Ağay” diye seslenen Orta Asyalı talebeler onu göz yaşarıyla uğurladılar.

Sene yanlış hatırlamıyorsam 1998’di. Aylardan da galiba Aralık… Şerif Hoca, gönüllülerinden olduğu bir vakfın, uluslararası bir organizasyonunun ödül töreni için Türki Cumhuriyetlerden birine gidecekti. Bu gezi Türkiye’de ses getiren organizasyonun bir halkasıydı. Ödül, ülkesine, Orta Asya’nın birliğine ve dayanışmasına yaptığı ciddi hizmetlerden ötürü, o ülkenin devlet başkanına takdim edilecekti.

Şerif Hoca, insanlığın barışı ve huzuru adına aynı değerleri ve kaygıları paylaştığı bir heyetle beraber havalandı bu dost ve kardeş ülkeye…

Şerif Hoca’yı ve beraberindekileri Türkiye’den aşina olduğu dostları ve Dışişleri yetkilileri karşıladı.

Genç Dışişleri görevlisi, tokalaşmak için elini karşısındaki misafire uzatırken öylece kalakaldı. Sonra bir ses yükseldi: “Şerif ağay!” Bir anda sarmaş dolaş oldular.

Genç bürokrat, yıllar evvel Şerif Hocanın bulunduğu şehirdeki üniversiteye gelen Orta Asyalı talebelerden biriydi. Şerif Hoca onun da elinden tutmuş, kol kanat germişti. Seneler sonra bu ne güzel sürprizdi.

Genç bürokrat ödülün takdim programı tercümanlığını yaparken, Şerif Hoca, elinden tuttuğu öğrencilerden birini daha ülkesine hizmet ederken görmekten büyük haz duyuyordu.

 Sonuç:          

Dünyasını bir bavula sığdırmış delikanlılar ışık götürüyor, ilim götürüyor, bayrak götürüyor, umut götürüyor onlara. Ve bir vuslat yaşanıyor şimdi. Atayurt, anayurtla kucaklaşıyor… Tarih ağlıyor, toprak ağlıyor, gök ağlıyor.

Bu kitap bir hatıra demeti şeklinde size bu vuslatı ve bu vuslatın müjdelediği yarınları hikaye ediyor. Öğretmen öğrenci ilişkisi, yurt dışına giden eğitim gönüllülerinin bölge halkıyla yaşadığı hatıralar, kısa hikayeler şeklinde okuyuculara sunuluyor.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..