Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ekim '10

 
Kategori
Anılar
 

Almanya Yazıları -5

Almanya Yazıları -5
 

Nürnberg


Bayern Hükümetinin Mecbur Kıldığı Almanca Kursu

Salı günleri öğlen sonraları bir Alman Okulu’nda, Nürnberg’deki bütün Türk öğretmenlerinin katıldığı Bavyera Hükümeti’nin mecbur kıldığı Almanca kursuna gidiyorum. Kurs öğretmenimiz Waland Hanım. Sınıf öğretmeni aslında. 4. sınıfları okutuyormuş.

40 yaşlarında, şişmana yakın, sarı, müstehzi bakışlı “sinir” bir Alman. “Çat pat” Türkçe’de biliyor. Tanışıyoruz. Yaşını başını almış, Türkiye’de Milli Eğitim, İlçe Milli Eğitim, Halk Eğitim Merkezi ve/veya okul müdürlüğü görevinde bulunmuş onlarca öğretmen arkadaş “kuzu” gibi oturuyor. Sınıfta “çıt” yok. Bir ben, bir de Muammer genç (27) ve garip birer köy öğretmeniyiz. Diğerleri (neredeyse) başvuru şartlarının bir maddesi olan 42 yaş sınırında. Çoğunun derdi “Mark”. Yıllarca idarecilik yapmış olduklarından dolayı eğitim öğretimle de ilgileri yok.

"Bir Buğday Masalı" Geçirilen bir Teftiş

Bu öğretmenlerden biri Burdurlu Cemil Hoca’ydı. Yöresinin diliyle konuşan heyecanlı, garip bir adamdı. İlk yılın sonundaki teftişte (Teftiş Alman yöneticiler tarafından yapılıyordu.) “Bir Buğday Masalı” metnini hazırlamış, motivasyon kısmında her şeyi eline yüzüne bulaştırmıştı. Çünkü sınıfa un getirmiş, bir ara çocuklara hamur yoğurtmuş ve konu “Ekmek nasıl yapılır”a dönmüştü. Teftiş sonrası sınıfa girdiğimde Cemil Hoca ve öğrencileri ellerindeki hamurları temizlemeye çalışıyordu.

Waland Hanım derse başlıyor. Kibar olmasına son derece kibar. Bize soyadımızın arkasına “bey” kelimesini getirerek hitap ediyor ama bakışı son derece mağrur ve tarzı son derece buyurgan. “Kazık” kadar bizlere çocukmuşuz gibi davranıyor. İlk potunu da dersin sonuna doğru kırıyor. Birçok arkadaşın sessiz, sedasız, pürdikkat onu dinlerken bundan ilhamla Almanca şu cümleleri kuruyor: “Samimiyetimle söyleyeyim ki siz benim öğrencilerime göre daha sessiz ve daha saygılısınız.” Sonra da basıyor sonradan aşina olacağımız kahkahasını. Ben ve Suat Hoca hariç kimse dediklerinden bir şey anlamıyor. Ben hemen yapıştırıyorum lafı: “Ben sizi esas sınıfınızda görmek isterdim.” (Kurduğum cümle gramer olarak zordu. Gerçekdışı cümle.) Kırmızı ablak suratında müstehzi bir ifade ile:

-O Kaya Bey. Uzun cümleler kurabiliyorsunuz. Tebrikler, dedi.

Ben de son derece laubali bir şekilde Türkçe olarak:

-Eyvallah cigerim, dedim.

Arkadaşlar bakışlarını, “Ne biçim konuşuyorsun” der gibi bana çevirirken Waland Hanım “ciğer” kelimesini anlamış ama ifademin tamamını Almanca’ya çevirememişti. Almancasını da (Almanca da karşılığı yok aslında) deyiverdim: “Danke schön, meine Lunge.” Kahkahalarla güldü. Yerinden kalktı tahtaya döndü ve sayıları yazmaya başladı. Üzerinde kırmızı eşofmanvari bir tişört vardı.

Ben:

-Waland Hanım, bir sorum olacak, dedim.

Döndü:

-Buyrun Kaya Bey.

-Siz komünist misiniz?

-O nereden çıktı şimdi?

-Tişörtünüzün arkasında kocaman bir orak çekiç var da…

Kızıyor ama pek belli etmiyor. Geçiştiriyor.

[ Dipnot-1: Nürnberg İl Milli Eğitim Müdürlüğü kurs öğretmenlerini Türkçe bilen, sistemlerini iyi anlatabilecek öğretmenler arasından seçiyordu. ( Ama çoğu ya solcu ya da sosyal demokrattı.) “Uyumlular mı? “Almanya’ya uyum sağlayabiliyorlar mı?” sorularına cevap bulmak için her salı bütün Türk öğretmenlerini bir araya topluyorlardı. Almanca öğretmek bir bahane idi. Çünkü haftada bir gün 2 saat dersle Almanca öğrenilir miydi hiç? Üstelik benim gibi, o dilin konuşulduğu ülkede bir dil öğrenmek bulunmaz bir nimettir, diye düşünenler Almanca başka kurslara da devam ediyordu. Bir kitapçıdan aldığımız kaset destekli kitaplarla bütün gece çalışıyorduk zaten. Waland Hanım’ın kursu bizim için dostları görmeye yönelik bir fırsattı. Haftada bir gün, 2 saat boyunca yaşını başını almış (çoğu 40 yaş üstü) birçok arkadaş ıkına sıkına Almanca kelimeleri telaffuz etmeye çalışırken ben elimle kapadığım kulaklıkla “walkman”den ikinci ders kitabından diyaloglar dinliyordum. ]

Server Ağabey

Kurs’ta tanıdığım, Ordulu bir ağabey vardı: Server. Ordu’da öğretmenlik yaptığımdan mıdır, nedir kısa zamanda dost olmuştuk. Kursta aynı sırada otururduk. 40 yaşında idi. Yakışıklı, kibar, Türkçe’yi güzel konuşan biriydi. Geçmişte Fatsa’daki “bohem” günleri de dahil her şeyi anlatırdı. Gülüşürdük. Server Ağabey dersi dikkatle dinler, diğerlerine oranla öğretmenin sorduklarına genellikle cevap verirdi. Sıkıştığında da ben defterine yazardım o defterden okurdu. Bir Salı en arkada oturuyordum. Çevremdeki sıralarda kimse yoktu. Arkadaşlar tahtadaki cümleleri defterine yazıyorlardı. Kendi kendime, yüksek sesle söylenerek Server Ağabey’e laf sokmaya başladım:

“Ah ulan ah! Şimdi olacaksın Fatsa’da. Güneş batmış olacak ama. “Dolunay” restauranta gideceksin. Fatsa’nın ekabirinin çoğu oradadır. Açtıracaksın bir büyük rakı. Palamutu kiremitte fırına attıracaksın. Rakı kafaya vurmaya başladığı saatlerde klarnetçiyi çağıracaksın. Üfle hele, diyeceksin… Ah ulan ah! Sen git Dolunay’da maaşları ye, sonra da gel Almanya’ya bu yaştan sonra “ich, ich” (ben zamiri) diye tırmala.”

Server Ağabey dönüyor, ben sana dışarıda sorarım, der gibi bakıyor. Sınıfta bir kahkaha tufanı. Waland Hanım şaşkın. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor, sonra bana sesleniyor:

-Kaya Bey, ne dediniz de arkadaşlarınız bu kadar güldü, diyor.

-Hiç, diyorum, hiç Waland Hanım. Efkarlandım da Shakespeare’in “Hamlet”inden bir replik mırıldandım. “To be, or not to be: that is the question!” (Olmak ya da olmamak, -asıl- mesele bu!) Müstehzi bir bakış fırlatıyor yine.

- Shakespeare’i de biliyorsunuz öyle mi?

Kızıyorum, belli de ediyorum. Sonra pencereden dışarıya bakarak Türkçe olarak:

-La karıya bak! Bizi mağara insanı sanıyor. Sövsem şimdi, anlar "aşifte", diyorum ve Almanca ekliyorum:

-Waland Hanım. Bilmenizi isterim ki ben Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeniyim. 4 yıllık üniversite hayatımda gördüğüm derslerden biri de Batı Edebiyatı. Onun içindir ki Shakespeare’i de bilirim, Goethe’yi de, Tagore’u da.

-Woww, aramızda bir edebiyat profesörü var da haberimiz yok, diyerek alaya alıyor.

Aslında kadının canı sıkılıyor. Benim gibi Almanca’yı “sökmüş” diğer arkadaşlar da derse katılmayınca kadın bize “sarıyor” zamanı doldurmak için.

 
Toplam blog
: 300
: 1022
Kayıt tarihi
: 13.06.10
 
 

Tarih, edebiyat, şiir, dil ..