Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Mart '16

 
Kategori
Deneme
 

Ameliyat sırası alacağına, temiz çarşaf sırasına gir daha iyi

Ameliyat sırası alacağına, temiz çarşaf sırasına gir daha iyi
 

RABBİMİZE HAMD OLSUN, DEVLETİMİZ VAR OLSUN (!)


“Sen git, biz ameliyat sırası için sana gün vereceğiz” dediler.
Sırtımdaki kapanmayan küçük bir yara için üç ay gittim geldim hastaneye…
“Tansiyonun yüksek. Şu ilacı kullan bi-kaç hafta, sonra tekrar gel bakalım” demişlerdi. Dediklerini bire bir yaptım, ölçtüler-biçtiler “ Tahlillerin tamam, biz seni arayıp ameliyat için gün vereceğiz” dediler.
Bir hafta geçti geçmedi beni arayıp; “ Öğlen gel, yatışını yapacağız, yarın sabah ameliyat olacaksın” demesinler mi, hayda !
“Yaa kardeşim, ‘pat’ diye ameliyat mı olur, bi-kaç gün önceden söyleseydiniz hazırlanırdık” filan demeden, “iyi günler” deyip kapattılar. 
İki saat sonra mecbur hastanedeydim. 
“Bekle” dediler. Bu “Bekle” kelimesi, hastanede en çok kullanılan kelime. Bekledik anasını satiim… Sandalyenin üstünde, bi saat - iki saat – üç saat !
Nihayet çağırdılar; Sonra tansiyonumu ölçtüler, “Gece oniki den sonra hiçbir şey yiyip – içme, sabah yedide burada ol” dediler. 
- Yatış?
- Gerek yok !
(Bunun için mi bekledik?)
Akşamdan hazırlığımı yaptım; pijama – terlik.. 
Sabah yediye on kala yine o sandalyenin üstünde buldum kendimi. 
Saat yedi oldu ‘tık’ yok…
Yedi çeyrek, aynı…
Yedi otuz aynı…
Sekiz… Aynı !
Oturduğum sandalyeden sinirli bir şekilde kalktım. Hemşirelerin olduğu bankoya vardım. “ Beni yedide çağırdınız, saat sekiz buçuğa geliyor, odam belli değil. Daha çok bekleyecek miyim” dedim. Erkek hemşire; “Şimdi doktorlar vizite çıkacaklar, odaların birine geçin, bekleyin” dedi. İçimden öff-pöff diyerek, elimde sırt çantamla en yakın odaya girdim. 
Odada dört yatak vardı ve hepsi dolu idi. Ziyaretçi koltuklarından birine oturdum. Beklemeye başladım. Böyle durumlarda saniyeler geçmez olur. O, beş on dakika geçmek bilmedi. Yataktaki hastalar bana; ben onlara, baktım durdum. Bir ara sıkıntıdan koridora çıktım, doktorlar yedi sekiz kişilik bir grup halinde koridorun ucunda göründü. Tekrar odaya girdim. Bi-kaç dakika sonra bizim odaya girdiler. Yanıma geldiler, sırtımı açtılar, alınacak parçaya bakıp, kalemle çizdiler. Öbür hastalara da uğrayıp, başka odalara gittiler.
On dakika sonra altı nolu yatak boşaldı, yatağım belli olmuştu. Temizlikçiler geldi, çarşafı ve yastık yüzünü söküp götürdüler. Temizini getireceklerini söylediler. Bu arada, dört nolu yatak ta boşaldı ve onun da yüzünü söktüler. Ziya adında bir aşçı arkadaşı da dört numaraya aldılar, yatacağımız yatakların süngerlerine baka baka beklemeye başladık.
Hasta odasında sivil kıyafetlerle beklemek çok sıkıcı. Zaten yediden beri bekliyoruz, yorulduk, daraldık. Temiz çarşaflar gelmek bilmedi. Tekrar koridora çıktım. “Yahu bir saattir temiz çarşaf bekliyoruz, ameliyata gireceğiz, yerleşemedik yataklara bir türlü” dedim. 
Erkek hemşireden ferahlatan cevap (!) geldi “Abi temiz çarşaf yok, bekleyeceksiniz” 
Zaten sabahtan beri beklemekten anamız ağlamış, göz kapalarımda derin bir acı, canlarımız sıkkın. Hiçbir şey yapamıyoruz. Kocaa Okmeydanı SGK’da temiz çarşaf olmadığı için iki tane ameliyata girecek hasta, koltuğun, taburenin üstünde bekleyip duruyor. Nasıl bir yönetim, nasıl bir hizmet anlayışı var? 
Nasıl bir salaklık !
Tepem attı; “ Arkadaş, beni üç-dört haftadır, tansiyonum düşsün diye ilaç verip ameliyatımı geciktirdiniz, şimdi bu psikoloji ile mi ameliyata gireceğim, tansiyonum kaç oldu kimbilir” diycem, muhatap yok !
Sen -haşa huzurdan- kı..nı ayır, kimin umrunda… 
Bize ameliyat sırası vereceklerine, temiz çarşaf sırası verselerdi daha iyi !
Canımız iyice sıkıldı, yatan hastaları da huzursuz ettik haybeye. Nihayet “temiz dedikleri çarşaf” geldi, bu seferde yastık yok ! 
(Yani Allah’tan şahitlerim var, yoksa kendi anlattığıma kendim de inanmayacağım)
Çarşafçı gitti. Peşinden, elinde tansiyon aleti ile bir “stajyer” bayan hemşire geldi. “Ameliyat öncesi tansiyonunuzu ölçmemiz lazım” dedi, sol kolumu sıyırarak uzattım. İki fısfıstan sonra tansiyon aleti cortladı. Gitti erkek hemşireyi çağırdı. Pompanın ucu ile oynayıp tekrar ölçüm yaptılar. Hiçbir şey demeden mırıldana mırıldana gittiler. 
Beş dakika sonra “mavi ameliyat gömleği ve tekerlekli sedye” beni almaya geldi. Gömleği giydik, sedyeye uzandık, yolculuk başladı. Sedye, ilerlemeye başlayınca sedyeyi kullananların, daha önce “minibüsçülük yapmış kişiler” olduğu kanaatine vardım.(!) Öyle şekilli bir yolculuk başladı ki; “Kapıya vuracak, pencereye vuracak” korkusu ile koridorları geçtik ve en nihayetinde bir asansörün başına vardık. Asansörün önü yığılı. On-beş yirmi kişi; bisküviler- meyveler-poşetlerle asansör bekliyorlardı. Gözlerimi kapatmayı tercih ettim. Asansöre bindiğimizde, dudaklarım “Yasin’in kalan yarısını” tamamlamaya çalışıyordu.
Asansörden indik. Yine bi-kaç “kapıdan-bacadan” geçtik. Hiç-bir yere vurmasak ta, kapı geçişlerindeki pervazlara vuran sedyenin tekerlekleri “küt-küt” içimi baydı. En son koridoru da dönünce, ameliyat kapısına geldik. Bi-kaç boş sedyenin olduğu yere, beni de itekleyip bıraktılar. 
Biraz zaman geçince ameliyathanenin otomatik kapısı açıldı. Beni içeri çektiler. Ağzı; beyaz ameliyat maskesi ile kapalı, yeşil önlüklü biri “Hoş geldin” dedi. Şaşırdım, kaldım. Bu kadar ilgi bu bünyeye fazla geldi. Bana adımı sordu, neremden ameliyatı olacağımı sordu, iyi göründüğümü söyledi… 
Daha ne olsun !
Konuşmamız bitince, yattığım sedye tekrar hareketlendi ve üç-beş metre sonra ameliyat masasının yanına yanaştık. Beni “karga-tulumba” ameliyat masasına aldılar. “Pat pat pat” ışıklar açıldı. Gözlerim daha fazla kamaşmadan yüzüstü çevirdiler. Başım, kurbanlık koç gibi sağa çevirip, sert yastığa yerleştirildi. Sağ kolumu, ameliyat masasının altından, makas gibi ayrılan bir aparatın üstüne koydular. Koluma serum bağlayıp, işaret parmağıma bir mandal taktılar. Sol kolum da aynı şekilde açılan bir mekanizmaya kelepçelendi. Bu arada nefes almalarım sıklaştı. Ayaklarım bitişik, kollarım iki yana açık bir şekilde, yüzüstü ameliyat masasına yapıştım. Başımın hemen üstüne “kurşun dökecekmiş” gibi yeşil bir çarşaf gerildi. Üstümdeki ince mavi ameliyat gömleğini, yukarıdan aşağı doğru sıyırdılar. Sırtım çıplak bir vaziyette ortaya çıktı. Bu arada “Yasin-i Şerif’i” bitirdim. Üstüme gerilen yeşil çarşafın altında, görüş alanım çok daralmıştı. Yattığım yerden duvar saatini görebiliyordum. Saat onbir onbeşti. Yeşil elbiselerle bi-kaç stajyer doktor dolaşıyordu. Sadece vücutlarının yarısını görebiliyordum. Genç, gözlüklü bir doktor eğildi. Göz göze geldik; “Abi, bi sıkıntı olursa işaret et. Ameliyat bitene kadar seni gözleyeceğim ben” dedi. “Yok” dedim, “Rahatım…”
Sırtımda ıslak bir pamuğun nazikçe gezindiğini hissettim. “İğne vurucam, hareket etme” dedi doktor “Tamam” dedim. Bi-kaç iğne vurdu. Put kesildim, kımıldamadım. Daha sonra sırtımdaki üç beş aydır kapanmak bilmeyen, beş kuruş büyüklüğündeki yarayı kesmeye ve hatta kazımaya başladı. Acı duymuyordum fakat, bir kazıma, bir kesme işi vardı. Dişimi sıktım ve sabırla beklemeye başladım. 
Beni oturduğu küçük plastik tabureden seyreden doktorla göz göze işaretleştik. Genç doktor; “Sorun var mı gibisinden” kaş-göz işareti yaptı, ben de aynı şekilde “işler yolunda” mesajı verdim.
Kazıma-koparma işinin bittiğini hissettim. Yara, alınmıştı. Şimdi açılan bölümün dikilmesi gerekiyordu. Doktorun biri, parmakları ile derimi sıkıca birleştirdi. Diğeri, iğneyi sokarak öbür taraftan çıkardı. Sırtımda neler olduğunu seyrediyormuşçasına duyumsadım/gördüm. Ne yapıldığını, çok acı vermese de tam olarak hissettim. Birer-ikişer dakika aralıklarla iğnenin girip çıkması devam etti. Giderek acı duymaya başladım. Bir ara acıdan derin bir of çekince doktor; “Bitiyo – bitiyo” dedi. İki-üç derken yine canım yandı. Doktor yine”bitiyo- bitiyo” deyince dayanamayıp “ Hocam hep vaat “ dedim “Bittiği filan yok “ Ameliyat masasının etrafındakiler, benim bu hâl yanmalarıma gülüştüler.
Aslına bakarsanız, cidden bitecek gibi değildi, canım daha çok yanmaya başladı. Artık bariz iğnelerin girip-çıktığını anlıyordum. Açılan derimin iki yakasını, kolay dikiş atılabilmesi için, sıkıştıran doktorun parmakları, canımı acıttı. İçimden derin bir ah çektim.
Üstümde gerili duran çarşaf, ruhumu daraltmaya başladı. Ağzımın dibine uzatılmış küçük gırtlak hortumdan çıkan oksijeni derin derin içime çekmeye başladım. Gözlerimi kapattım. Başka şeyler düşünmeliydim.
Aklıma Çanakkale Savaşları geldi;
Cepheden “bir şarapnel parçası yarası” ile dönmüş gibi düşündüm kendimi. 
Çok acı çekiyordum. 
Ortalık kan-revan…
Kavurucu sıcaklar…
Sivrisinekler, ceset kokuları, açlık, susuzluk !
Öyle hayal ettim, öyle avutmaya çalıştım kendimi.
Fakat ruhumuzu adadığımız, o ayyıldızlı çadırlarda, doktor mu vardı, hemşire mi vardı? 
Anestezi mi vardı, oksijen tüpü mü vardı? 
Ne vardı? 
Hiçbir şey yoktu. Sadece dayanılmaz acılar vardı, bağırtılar, iniltiler vardı. 
İşte çekilen o acıların hayalini dahi tasavvur edemedim. Anladım ki birazcık acıya bile tahammülüm yokmuş, anladım ki bedavaymışım.
Yarın bir vatan savunmasında, kendi yerimi görür gibi oldum ve kendimden utandım. 
Gözlerimi tekrar açtım. Yattığım yerden beni gözetleyen genç doktora baktım. “Sorun var mı” gibisinden tekrar başını salladı” Ben de“İşler yolunda” anlamında tekrar işaret çaktım. Az önceki hatırlamalarım/hayallerim, bi-kaç iğne darbesi daha aldığım halde, “ah-uh”larımı içime gömdürdü.
Parmakları ile derimi bir arada tutmaya çalışan, boyu kısa olduğu için, üzerime hafifçe abanmış olan genç doktor doğrularak; “bitti” dedi. 
Rahatladım. 
Dikişlerimin üstüne sıvı bir şeyler sıkıp, hafifçe silerek etrafını temizlediler. Üzerine kocaman bir gazlı bez kapatılarak, yapıştırıldı. Başımı çevirdiğimde etrafımdaki yeşil önlüklülerin aynı anda kaybolduğunu gördüm. Bir anda etrafım ıssızlaştı.
İki-üç sedye taşıyıcı geldi. Hiç te kibar olmayan hareketlerde ameliyat masasından, beni kütük gibi kaldırıp, sedyeye koydu. Altımdaki tekerlekli sedyeyi, kapı pervazlarını atlata atlata müşahade odasına soktu. Duvarın dibinde, iki tane ayılmamış hasta vardı. Başlarındaki monitörden, kalp atış seyirlerini takip ediyordum. Duvardaki saat oniki çeyrekti. Demek ki ameliyat bir saat sürmüştü.
Benimkisi lokal anestezi olduğundan, uyanıktım ve her şeyin farkında idim. Bu arada taşıyıcılardan birisi geldi. Benim yattığım sedyeyi göstererek “Bunu kim koydu buraya” dedi. Kendimi o anda koca bir “çöp torbası” gibi hissettim. Ama bunlar basit düşünceli insanlardı. Ben, beni “ameliyat eden doktorların emeğine saygısızlık edip, huzursuzluk çıkmasın diye, konuyu “basit görmek için” unuttum, gitti…
… 
Dönüş yine aynı oldu.
Aynı sedye, aynı adam, aynı koridor, aynı asansör ve altı numaralı yatak.
Üç dört kişi altımdaki çarşaftan tutarak beni yatağıma indirdi. Canım yanıyordu. Sol kolumu kımıldatamıyordum. Dikiş yerleri gerilip, acıyordu. Akşamı zor ettim.
Aslında odada yatan dört hastanın içinde en rahatı bendim. 
Karşımdaki yatakta, beş altı ay önce yüzüne kuşburnu dikeni batıp, alerji yapmış ve doktorlarda yanağının derisini keserek, göğsünden parça alıp, yüzüne yama yaptıkları bir hasta vardı. Hasta abi, Kastamonulu bir çiftçi idi. Tekrar gelme nedeni ise, daha önce yüzüne yapılan yamanın altında kötü huylu bir tümör oluşmasıydı. Bu sefer on santimetrekare büyüklüğünde bir alan kadar yüzünden deri alınacak ve yerine, kolundan ve bacaklarından belirlenen derilerek kesilerek tekrar yama yapılacaktı. Rabbim kolaylık versin işi çok zordu. Üstelik ağır ameliyat olduğu için, pazartesine attılar. Üç-dört gün fazladan yatacaktı hastane de. Çiftçi abinin moralini gun boyunca yüksek tutmaya çalıştım, neşeler, espriler. Gece benim açımdan zor geçti. Yaralarım sızlayıp durdu. Ne iğne istedim, ne bir şey. Sadece Allah’a şükrettim.
Sabah olunca kahvaltı servisi yapıldı. Doktorlar son bir kez görecekti ve ben çıkacaktım. Bunun için mutluydum, fakat çiftçi abinin morali bozuktu, üzüldüm. Onu izliyordum. Önündeki kahvaltıya baktı. Küçük bir parça kaşar peyniri, küçük plastikte bal ve tereyağ, bir tane de küçük yuvarlak bayat ekmek ! Hoşaf niteliğinde çayını yudumlarken, hastanenin yüksek penceresinden karşıdaki binaları seyrediyordu. Bir ara başını bana çevirdi, keyifsiz keyifsiz;
- Bununla adamın garnı doyuveri mi? diye sorunca, hafifçe gülerek;
- Abi önündeki kahvaltı tam 100 TL dedim…
Diğer hastalar da kahvaltıyı bırakıp bana baktı.
- Abi dedim yediğin kahvaltılıklar 3 TL baktığın manzara 97 TL… Burdan direk Hilton u görüyorsun. Şu anda orada da kahvaltı yapıyorlar. Ama baktıkları manzara SSK Okmeydanı, kıymetini bil !
Benim yaptığım bu espri üzerine gülüşmeler şakalaşmalar oldu. Muhabbet uzadı gitti.
Çıkış saatimi beklerken yine dakikalar saat oldu. Vakit, uzadıkça uzadı. On gibi hastaneden kurtuldum!
İnsan, ancak sağlığının kıymetini anlıyor. 
Diyeceksiniz ki “hiç mi iyi bir şey olmadı”
Oldu tabiî ki;
Hastaneye ameliyat olmakiçin girdim, ameliyat olup çıktım bu biir,
Geçmiş yirmi yılın sigorta primlerini saymazsak, “beş kuruş ödemedim” bu ikii,
Bir de kallavi bir tecrübe kazandım; Ameliyat kuyruğu bekleyene kadar, “temiz çarşaf” kuyruğuna gir !
Bu da üüüç !
Bir türlü ameliyat olursun, ama temiz çarşaf bulma işi sıkıntı !
Beni okudunuz, teşekkürler.
Recai Nurcan
28 MART 2016
 
Toplam blog
: 15
: 457
Kayıt tarihi
: 19.09.07
 
 

İnsan kendini nasıl anlatır; " İstanbul'da doğdum" diye başlayayım. Anı-deneme türünden, gündelik..