Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ocak '12

 
Kategori
Sosyoloji
 

Anomi

Anomi
 

Halkın sevgisini kazanmış bir liderin, şeytanın yeryüzündeki temsilcilerinden olacağını kim biliyordu?


Üniversitede Siyaset Sosyolojisi Dersi’nde Prof. Dr. Türker Alkan hocamızdan duymuştum Anomi terimini ilk kez. Anlamı: Toplumda ya da bireyde ölçü ve değerlerin çökmesi ya da amaç ve ülkü yoksunluğu sonucunda oluşan dengesizlik durumu ;  Kuralsızlık;  Bir toplumda, çöküntü, karışıklık ya da çatışma olması durumu. Türker Alkan hocamız bu terimi; İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Alman toplumunun durumunu açıklamak için kullanmıştı.

Adolf Hitler, bu durumun bir ürünü müydü; Almanya’da halkın birinci dünya savaşı sonrası içinde bulunduğu bu durumdan mı yararlanmıştı; yoksa,  Almanları  topyekün anomi içerisine sokan o muydu? Tarihsel, siyasal ve toplumsal bir gerçek: Demokratik seçimle başa geçen yönetici diktatörleşebilir; diktatör olarak nitelendirilen bir devlet adamı, ülkeye demokrasiyi getirebilir… Hitler’in katıldığı en son seçimde yüzde 43’lük bir oy alması, Alman halkının bir despot ve “karizmatik” bir lider tarafından yönetilme isteğinden mi kaynaklanıyordu; yoksa, bu büyük oy oranı, “sanat ve çocuk sevgisiyle dolu” bir siyasetçinin başını ve gözünü mü döndürmüştü? “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar” sorusuna benzer bu soruları artık Türkiye ve Türk toplumu için sorma zamanı yaklaşıyor gibi. Çünkü, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada çevre ülkelerin bir bölümünde gözlemlediğimiz “anomi” , Türkiye’ye de sıçratılmaya uğraşılıyor. İster sosyo- ekonomik koşullar,  gelenek göreneklerden uzaklaşma, tinsel (manevi) değerlerimizi yitirme, isterse tüm kurumlarda göze çarpan yozlaşma nedeniyle deyin; dış güçlerin güdümünde ya da değil; eğitim sistemi, siyasal yapı, kurum ve kişiler, medya, sözde aydınlar, hatta “Yargı” da topyekün buna destek verir yönde bir çaba içerisinde sanki!

Bindiği dalı kesmek

Gemi batarsa, içindekilerin hepsi gemiyle birlikte batar;  ben nasılsa kıç tarafındayım diğerlerine ne olursa olsun diyemez kimse.  Gemiyi yüzdürmek, doğru rotayı izleyerek gideceği yere vardırmak, gemiyi ve içindekileri korumakla görevli kaptan ve mürettebatın gemiyi buz dağına çarptırmak, korsanlara teslim etmek, kendileri  dışındaki tüm yolcu ve mürettebatı denize dökmek niyeti ne ölçüde inanılmaz, saçma ve dehşet verici ise; mürettebat ve yolcuların bir bölümünü isyana teşvik etmesi ya da isyan etmiş olanları desteklemesi , isyan eden bir avuç yolcunun geminin tamamını ele geçireceğini sanması o ölçüde saçmadır. Bu benzetmeyi niye yaptığımı açıklamaya gerek yok sanırım.

 Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Halkı’nın gemisinde artık ayyuka çıkan “üzüm yemeye değil; bağcıyı dövmeye” yönelik açıklama ve eylemlerin, varacağı ya da vardırılmak istendiği yer “anomi” dir.   Bir yandan barıştan dem vurup, diğer yandan şiddeti körükleyerek; bir yandan suçluların cezalandırılmalarını isteyip, onlarca aydını, askeri, bilim insanını, gazeteciyi, aydınları tutuklarken, diğer yandan katilleri, hırsızları serbest bırakıp, baş tacı ederek; bir yandan hak ve özgürlük isteyip, öte yandan kendi gibi/ kendi tarafından olmayanları düşman görerek; bir yandan gelir dağılımı adaletsizliğinden, yoksulluktan şikayet edip, diğer yandan haksız ve yüksek kazanca göz yumarak; bir kesimi baskı altında tutup, diğerine aşırı serbestlik tanıyarak yapılmak istenen başka nedir?

Sözde özgürlük ve demokrasi adına, “fazla toz kaldırmamaya çalışarak” yapılan yolculukta hız kazanan karmaşa,  şiddet, kuralsızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik ortamında ortalık iyice toza dumana bulandıktan sonra  tüm halk kesimlerin elinde düş kırıklığı, kayıplar, yıkıntılar ve yılgınlıktan başka şey kalmaz.

Başka bir benzetmeye başvuracağım; savaşta bilinen yenen ve yenilenin yanı sıra aslında herkes az ya da çok yitirmiştir, yıpranmıştır.  Ülkede, toplumda bir çatışma varsa, bu ülkenin ve toplumun tamamına zarar verir. Kazançlı çıkan da genelde çatışanlar değil; başka çıkarcılardır. Vatanını, milletini (halkını) seven, barışçı, insancıl, demokrat, aydın, çağdaş kimse böyle bir şeyi istemez. Erdemli bir insan bunu salt kendi ülkesi ve halkı için değil; başkaları için de istemez.

Sorumlu devlet yöneticileri, hükümetler, ilgili tüm kurum ve kuruluşlar bu gidişe dur demenin ortaklaşa çözümü üzerinde çalışmalı; toplumsal uzlaşıyla ilerleme ve yeniden bağımsız, güçlü bir devlet olmamız sağlanmalıdır.

 Bugün Milliyet  internet sayfasında okuduğum bir haberde şöyle bir paragraf dikkatimi çekti:

“Ülke terapisi nasıl yapılır?
Amerikalı Psikolog Susan Heitler, çatışmayaşayan ülkeler için bir terapi modeli oluşturdu. İnsanlara uygulanan terapide sorunun belirlenmesi için geçmişte yaşadıklarına bakıldığına göre ülkelerin de tarihlerine bakılmalı. Gruplar arasındaki çatışmanın analizinden sonra da beş adımlı program uygulanıyor. İlk adım, güçlü sivil toplum kuruluşları oluşturmak ve farklı grupların iletişim ağı kurmasını sağlamak. İkinci adım, dini liderleri eğitmek. İbadethaneler ile radikalleşme engellenebilinir. Üçüncü adım, eğitimin her seviyesinde diyalog öğretmek. Dördüncü adım, aile içi şiddete son vermek. Son adım ise şiddete devam eden grupları marjinalleştirmek.”

Çok açık, net ve mantıklı değil mi? Peki, Türkiye’de son yılların olayları, gündem maddeleri , siyasilerin ve aydınların açıklamaları, eylemleri, basında çıkan haber, yazı, program ve yorumlar, hukuk, iç ve dış siyaset, sağlık, eğitim, ülke savunması  başlıkları irdelendiğinde ortaya konan veriler, ülkenin“Terapi”ye mi, yoksa amansız bir salgın hastalığa mı sürüklendiğini gösteriyor?

Yeter artık iyileşmek istiyoruz; daha da hasta etmeyin bizi!

Gülçin Erşen/12 Ocak 2012-Güllük

 
Toplam blog
: 134
: 869
Kayıt tarihi
: 06.07.11
 
 

Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu (İletişim Fakültesi) Radyo ve Televizyon Bölümü mezun..