Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mayıs '12

 
Kategori
Öykü
 

Antik/acı 1

Antik/acı 1
 

hayat Ansiklopedisi


“Neden ve niçin”lerle, “çünkü”lerin bir türlü buluşamadığı bir gündü. Kafamdaki soru cümlelerimin anlamını anlamlaştıramıyor ve panikte bir kalabalık gibi oradan oraya koşuşturan “çünkü!”leri bir yerlerde kaybediyordum.

Biraz evvel başkentin en orta yeri olan Ulus'ta, “yere dökülmüş” onca kitap gördüğümde, yağmurun dinmiş olmasını umursamayan bir kara buluttan şimşekler çakmıştı beynimde ve sanki yıldırım hızıyla bir gök taşı düşmüştü yüreğime. Bunca emek, onca duygu, onca düşünce ayaklar altında eziliyordu. "Ayaklar" ve "Kitaplar" takılmıştı düşünceme… "Ayak" ve "Kitap" bu iki sözcüğü kaç kez evirdim, çevirdim bilmiyorum. Harfler tersten dizildi bir anda gözlerime, tersten dizilişleriyle : “Ayak- kayA”, “Kitap –patiK” oluvermişti birden. Acı bir tebessüm oturmuş olmalıydı ki yüz ifademe, bir yaşlı kadının yüzüme meraklı, şaşkın bakışını onca insan arasından hissetmiştim.

Yerdeki -yersiz kalmış- kitapları gördüğümde, ilk aklıma gelen, şair arkadaşım Yurdagül'ün dün söyledikleri oldu. Yurdagül iyi bir şairdi İlk kitabını çıkartacağı zaman yaşadığı heyecanı, sıkıntıyı daha dün gözleri dolu dolu anlatmıştı.

“Kendime kızıp, göğsümün üstünü kaç kez yumrukladığımı, kaç gece uykusuz sabahladığımı, ağladığımı, hatırlayamıyorum” demiş ve eklemişti,

“İnsanın en çok canını yakan şey, emek yitikliği olmalı.”

“Emek!” ; Emek, dört harf’e, iki hece’ye bir kelimeye sığamayacak kadar geniş bir kavramdı.

Emeğin, üreten yanı kadar, daima insanı tüketen bir başka yanı daha vardı. İnsanın var oluş serüveniydi belki emek, insanlığa giden yolda.

Yurdagül’ün kulaklarımdaki sesinin çınlamasıyla birlikte, başkentin yağmurdan ıslanmış dar sokaklı Çıkrıkçılar yokuş’unu tırmanıyordum. Bilenler bilir ya.. Çıkrıkçılar yokuşu geçmişinden bu yana bırakılan renkleriyle, kalabalığı kendine çeken, bir bayram şenliği gibidir. Ancak bu gün bu yoldan fazla oyalanmadan geçip, antikacıların bir arada bulunduğu Pirin Han’a gideceğim. Derken, biran duraklatıyor dizlerimin yorgun hali, birazdan kendisini hor kullandığımı bana hatırlatacaktı biliyordum. Oysa; bu yokuşu eski günlerde durmaksızın çıkardım. Bir ince tebessümle diz ağrılarıma gülümseyerek ağır ağır adımlarla tarihi bir han olan, Pirinç Han'a ulaştım. Niyetim, birkaç eski taş plak almaktı. Eski plak genelde gramofon tamita da yapılan üst katında satılıyordu. Hanın orta yerine çay içilen masalar yerleştirilmişti.

Eskiciler-antikacılar hep ilgimi çekmiştir. Eskimiş her şeye biraz içim burkulurken, gizliden gizliye de sevinirdim. Çünkü; bir amaçla eskitilen her şeyin, eskitilebildiği kadar hünerli olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu düşünceyle baktığımda eski eşyalar sevindirirdi içimi.

İşte o duygularla sağa sola bakınırken, yanımda, nakış gibi üzerinde göz nuru olduğunu hissettiren motiflerle işlenmiş bir bakır cezve duruyordu. Cezve- fincanı, fincan -kahveyi, kahve de “kırk yıl hatırı”nı hatırlattı bana. Ardından köstekli bir saatin gözlerime gülümsediğini gördüm. Saati elime alıp kulaklarıma götürdüm. Akrep ve yelkovanın üstünde devinip durduğu saatin gövdesinde yer alan, raylar üstündeki bir tren figürü, saatin tik tak'larıyla kulaklarıma zamanlar öncesinden sesler getiriyordu ve sanki zamanlara, mekanlara kıymet bilin, değer verin diyordu. Gözlerimi kapattım, derinden gelen tik-tak ritminden eski bir şarkı nağmesi dinliyordum. Raylar üstündeki o lokomotifle bir yerlere gidip gidip gelirken.

Antikacı, ilgimden hoşnut olmalı ki; yumuşak bir ses tonuyla ve ekmek parası ümidiyle,

Devam edecek...

Nevin Kurular

nevinkurular@hotmail.com

Telif hakkı yazarın kendisine aittir, izinsiz ve isimsiz alıntı yapılamaz.

 
Toplam blog
: 47
: 832
Kayıt tarihi
: 27.02.08
 
 

Şiirlerim 1979 yılından bu yana yayınlanmakta. 50 ye yakın antolojide, 4 özel sayıda, edebiyat de..