Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Temmuz '15

 
Kategori
Öykü
 

Arkadaş

Arkadaş
 

Arkadaşlık


Çemberlitaş’ta bir yurtta kalıyordu. Yurt dediysek öyle kaloriferli ranzalı temiz yatakları olan bir yurt değil tabi. Çemberlitaş’ın aşağısına doğru bir yerde padişahlık zamanından kalma; sanırım o yıllar hayvan tavlası olarak kullanılan bir yerdi yurt dediğimiz. 
 
Ama adı yurttu işte. Etrafı tek katlı yapılarla çevrili genişçe bir avlu… Bu avluyu çepeçevre çevreleyen yapıda avluya açılan birçok kapı vardı. Her kapı bir yurt odasıydı. Her odadan da avluya bakan birer küçük pencere vardı ve zemin topraktı.
 
Yatmak için bazı odalarda iki, bazı odalarda üç dört ranza üzerlerinde şipiti çıkmış ipince birer yatak birer yastık ve battaniye vardı. Yine her odada ortada birer masa birer ikişer sandalye vardı. Bunun dışında her hangi bir dolap molap yoktu.
 
Avluda da ortada bir büyük çınar ağacının dibinde kime ait olduğu bilinmeyen birkaç tane mezar taşı ve yanlarında tulumba vardı.
 
Yurtta birçok gurup vardı. Herkes anca kendi gurubundakilerle tanışıyor veya haşır neşir oluyordu. O guruptakilerden birisi onu getiren arkadaşı tanıyordu. Yani o arkadaşının tanışı olarak orada misafir gibiydi. Yurtta kalanların hepsinin ortak özelliği devrimci olduklarıydı. Arkadaş ona öyle söylemişti. Yurtta kalanlar genellikle geceleri o mezar taşlarının biraz ilerisinde şarap içer, saz çalıp türkü söylerken bir araya gelir, gündüzleri herkes bir yere dağılırdı. Yani gündüzleri yurtta tek tük kalan olurdu. 
 
Bizimki onlara çok takılmıyordu. İstanbul’a geldi geleli birçok yerde kalmıştı. Bazen polis korkusundan, bazen parasızlıktan sık sık yer değiştiriyordu. 
 
Arkadaşlar sonunda onu buraya bir arkadaşıyla beraber göndermişti. O sıra sıkıyönetim biraz gevşemiş olduğu için artık çok tedirgin değildi. Taksim’de bir büroda proje çiziminde çalışıyordu. O işi de bir başka arkadaşı bulmuştu. O arkadaşın yanında iş bulduğu kişi bir mühendisti. Yeni büro açmıştı. Tek başınaydı yani. Elinde de pek iş yoktu. Bizimkini ona götüren arkadaş onun için mühendise ‘sana yardım eder; sen de yaptığı işin karşılığı olan neyse onu verirsin’ demişti. Yani herhangi bir ücret konuşmadan orada çalışmayı kabul etmişti.
 
Artık her gün yayan Çemberlitaş’ın arkasından Sultanahmet, Sirkeci, Galata Köprüsü, Karaköy, Yüksek kaldırım, Tünel, İstiklal Caddesi sabah gidip akşam dönüyordu.
 
Bir gün onu yurda koyan arkadaşı yanında bizimkinin daha önceden tanıdığı Mustafa isimli biriyle geldi. “Mustafa da seninle kalacak” dedi. Böylece iki kişi olmuşlardı. Mustafa iş bulamamıştı. Üzerlerinde ne varsa birlikte harcıyorlardı. Aslında 'üzerlerinde' diye bir şey de yoktu. Bizimki ne kazanırsa birlikte harcadıkları oydu.
 
Bizimkine yanında çalıştığı mühendis genelde öğleleri kendi yemeğe inince ona da dürüm veya ekmek arası salam benzeri şeyler getirirdi. Parası olursa aşağıda araptavacı da karnını doyururdu.  Hafta sonları parası olursa haftalığını alırdı. Yani işin durumuna göre bir şey veriyordu.  Çünkü öyle anlaşmışlardı.
 
Gerçi kısa sürede mühendisin çok işine yarar hale gelmişti; ama baştan bir şey konuşmayınca mühendis ne verirse onu alıyordu.
 
O Cuma günü patron (öyle söylemesine çok kızardı) aşağı inmiş; dönüşte ona da ekmek arası salam getirmişti. Bizimki kendine bir çay söyledi; o yarım ekmek arası salamla karnını doyurdu.
 
Akşama doğru mühendis “yarın büroyu açmayalım” dedi. Sonra “iş yaptığım yerden para alamadım sana Pazartesi para vereyim” dedi. Bir süre sonra iyi akşamlar deyip gitti. Ona bir şey söyleyecek durumunda değildi. Parası olsa zaten verirdi. Mühendis gittikten sonra bir süre daha oturdu. Sonra büroyu kilitleyip aşağı indi.
 
Cebinde yarı paketten biraz fazla sigara vardı. İdareli içerse Pazartesiye kadar yeterdi. Ama Mustafa’ya üzülmüştü. Çünkü o bir gün önceden de bir şey yememiş onu bekliyordu. Bizimkiyse iyi kötü yarım ekmek salam yemişti. Mustafa’dan daha iyi durumdaydı yani.
 
Bu düşüncelerle gözü yerde aynı geldiği yoldan yurda doğru yollandı. Arada bir hem de hiç ummadığı anda yolda para bulduğu oluyordu. O alışkanlıkla gözü yerdeydi.
 
Yurda geldi. Mustafa’yı ranzaya uzanmış onu beklerken buldu. Kapıdan içeri girince göz göze geldiler. Mustafa durumu anlamıştı. Çıktı ranzaya oturdu; olanı biteni kısaca anlattı. “Çaresiz Pazartesi’ye kadar dayanacağız” dedi.
 
Mustafa’nın avluya çıkacak kadar bile takati yok gibiydi. “Benim canım da dışarı çıkmak istemiyor. Bugün erken yatalım” dedi. Mustafa onun bu sözlerine halsizce güldü. Yarın ola hayrola deyip ikisi de uyumaya çalıştı.
 
Sabaha kadar ikisi de rüyalarında hep yiyecek bir şeyler görmüştü. O halde sabahı ettiler. Kah uyuklayarak kah uyanık yatakta öğleye kadar kaldılar. Çünkü kalksalar enerji harcayacaklardı; o zaman daha kötüydü.
 
Uzatmayayım; ikisi de öğleye kadar yattı. Bizimki aslında dün öğleyin bir şeyler yemişti. Bitkinliği arkadaşına bir şey getirememenin üzüntüsündendi. Ama yata yata da olmayacak. Mecbur doğruldu. Baktı Mustafa bitkin bir şekilde yatıyor. Ona “kalk, yukarı doğru çıkalım; belki para alacak birine rastlarız” dedi. İkisi de soyunmadan yatmıştı. Odadan çıktılar. Tulumbadan sırayla su çekip ellerini ve yüzlerini yıkadılar. Suyun serinliği ile ikisini de biraz dirilmişti. Sırayla avuçlarıyla biraz su içtiler. Ama su ikisinin de de midesinde sancı yapmıştı.
 
Birlikte yurttan çıkıp Çemberlitaş’a doğru yürüdüler. Şanslarından az ileride onu ve Mustafa’yı yurda getirip bırakan arkadaşlardan birini gördüler. Karşıdan el edince yanına vardılar.
 
Selam hoş beşten sonra bizimki “valla ikimiz de çok acız. Sende para varsa ver” dedi. O arkadaş “valla bende de iki lira var. Alın onu vereyim idare edin” dedi. Cebinde sigara paketi doluydu. Onu çıkardı “bunun da yarısını vereyim. Ben eve gideceğim; para bulursam ayrıca yurda uğrarım” dedi. Sonra durdu “gelin bize gidelim. Annem size yemek için bir şeyler çıkarır” dedi.
 
Evleri Zeytinburnu’ndaydı; ikisinin de oraya kadar gidecek hali yoktu. Ona teşekkür edip ayrıldılar. Kısacası o yapacağını yapmıştı zaten.  Parayı ve sigarayı alıp  yurda döndüler. Dönerken o parayla dört de ekmek aldılar. Artık ikişer ekmek onlara iki gün yetecekti. Katık olarak da tulumba suyu vardı.
 
Bu şekilde yurda geldiler. Mezar taşlarının başında biraz ekmek, bir yudum su karınlarını doyurdular. Sigarayı da çok idareli içiyorlardı. Bu şekilde iki gün idare ettiler. Kah kitap okuyarak kah uyuyarak vakit geçirmeye çalıştılar.
 
Ancak Mustafa hala çok halsiz ve hastaydı. Ayrıca ülseri de çok azmıştı.  Bu durumda sabaha kadar kıvrandı. Onun uyumadığını bildiği için bizimkinin de gözüne hiç uyku girmedi; ama sabah işe gitmek için erkenden kalktı.
 
Su içe içe midesi dolmuştu. Hareket ettikçe curk curk sesler geliyordu.
 
Mustafa’ya “sen kalkma. Ben akşama sana süt ve yiyecek bir şeyler getiririm” deyip çıktı. Çemberlitaş’ın arka taraflarından kestirmeden gidiyordu. Tam sokağı dönüyordu ki; bir baktı yerde elli lira vardı. Hemen eğilip aldı. Hızlıca yukarı Çemberlitaş’a çıktı.
 
Orada Piyer Loti çorbacısına gitti. Bir tane tavuk sulu çorba yanına bir de tavuklu pilav söyledi. Karnı iyice doymuştu.  Oradan çıktı köşedeki büfeden iki paket sigara, iki ekmek, zeytin, peynir ve iki paket süt aldı. Gerisin geri yurda geldi.
 
Mustafa daha kalkmamıştı. Onu ve elindeki torbayı görünce şaşırmıştı. Bizimki paketi gösterip “sonra anlatırım. Sana kahvaltılık getirdim” dedi. Artan parayı da masanın üstüne koydu. “Akşama yiyecek bir şeyler al. Şarap almayı unutma” dedi. Mustafa hala şaşkın bakıyordu.
 
Odadan çıktı. Karnı toktu; bir paket de dolu sigarası vardı. Patron akşama para vermese de umurunda değildi. Çünkü akşama garanti yiyecek-içecek bir şeyleri olacak ve Mustafa’yı da karnını doyurmuş onu bekliyor bulacaktı.
 
Öylesine mutluydu ki; aynı yollardan yayan Taksim’e yollandı. 
 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..