Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Temmuz '06

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Aşk

Aşk
 

2002 yılının kışında, Akbank’ın televizyon ekranlarında durmadan karşımıza çıkan bir reklamı vardır. Reklam, “İlk görüşte aşk böyle başladı” diye giriyor söze... Bir kadın ve bir erkeğin aşk hikayesini 20-25 saniye içerisine sığdırıp, hızlıca özetliyor. Reklamda pek aşina olduğumuz “yıldırım aşkı, sevişerek evlenmek, ayrı dünyaların insanı olmak, anlaşarak ayrılmak” gibi laflarla karşı karşıya kalıyoruz. Bir anda başlayan ve ayrı dünyaların insanı olduklarını anlayarak sona erdirilen çağımız ilişkileri o kadar çok ki!

Ayrı dünyaların insanı olmak mıdır ilişkiye son veren, yoksa aynı kalmak mıdır silip götüren tartışılır. Matematiksel olarak zıt kutupların birbirine her zaman götürüsü olur. “+” ve “-” toplansa, çıkarılsa, çarpılsa ve hatta bölünse bile ya “+” artılığından, veyahut da “-” eksiliğinden bir şeyler kaybedecektir. Tıpkı sevgililerin biz olma (yani toplanma,çarpılma,çıkarılma ve bölünme) uğruna kaybettikleri gibi. Biz olmak, “ben”i kaybettiriyor olsa gerek. Peki nedir “aşk” da biz olmak?

Hoşlanmak, sevmek ve aşık olmanın bize çağrıştırdığı nelerdir diye düşündüğümüzde hemen hemen aynı sözcükler oluşur hepimizin aklında. Peki, aşkın gerçekten bir tanımı var mıdır?

Aşkın tanımını yapmak, herhangi bir rengin veya kokunun tanımını yapmak kadar zordur. Hele ki her insanın bir olmayışıyla bu tanımı yapmak daha da zorlaşır. Çünkü biz görme duyumuzu kullanmaya alışmışız ve bu nedenle de diğer duyu organlarımızı körleştirmişiz farkında olmadan. Gözle görebildiğimiz yani somut olan her şeyi bir söz kalıbına sokmayı becerebilirken, hissettiğimiz teni, tadı, kokuyu anlatmaya kalktığımızda boğazımızda takılı kalıyor sözcükler. Ve biz, karşımızdaki kişinin uğrumuza yaptığı şeyler gözümüze hitap etmedikçe yadırgıyor, hatta katlanamıyoruz.
Oysa aşk; sadece görme değil, toplam on bir duyumuza seslenir. (Görme, işitme, koklama, tat alma, dokunma, sıcaklık, soğukluk, acı-sızı, organik duyu, kas duyusu, denge duyusu)

Edebi olarak sevgi kalple ilişkilendirilir. Sevgi paylaşma isteği doğurur. Aşk ise aitlik hissi uyandırmak ister. Çocukluğumuzdan beri böyle gelişmiştir, vitrindeki bir oyuncağı sevmek ile ona aşık olmak arasındaki fark; birinde ona hayranca bakar ve sonra uzaklaşırsınız, diğerinde ise oradan asla ayrılmak istemez, anneniz kolunuzdan çekip sizi götürmek istediğinde feryat figan edersiniz.

İçinizde, doğaya, insanlara veya nesnelere olan sevginizin artması kendinize olan sevginizin artmasıyla paralel derecede gelişir. Aşk da ise, yoğunluk arttıkça kendini beğenme, kendini sevme, mantıkla hareket etme gibi işlevlerin özelliği gitgide azalır. Bir kişiyle olan paylaşımınız sizi egoist bir dünyanın içine sokar ve yemeğiniz de dahil olmak üzere dış dünya ile paylaşacağınız hiçbir şey kalmaz. Şöyle düşünün tutkuyla aşıksınız, çevrenizde 10 kişi var ve hepsi aç, içlerinden birisi aşık olduğunuz kişi ve elinizdeki yemeğin hepsini yemek istiyor. Ne yaparsınız? (Mantığınızla cevap aramaya kalkmayın, aşık olduğunuz zamanları hatırlayın)

Aşıkken, tüm dünyayı aşık olduğumuz kişinin içinde severiz, hatta kendimizi de... Ne kadar güzel, ne kadar akıllı ya da ne kadar komik olduğumuzu karşımızdaki ayna görevini üstelediğimiz kişi gösterir. Kendi dünyamıza bizim seçtiğimiz ve bizim sevdiğimiz yeni bir Tanrı yaratırız. Bu belki de, içimizdeki gizli-narsizmin bir sonucudur. Kendimizi sevme yerine, kendi yarattığımız tanrıyı tutkuluca sevme. Ve hatta zamanla yarattığımız tanrıya olan aşkımızı tutkuluca sevme ve bağlanma... Kendimize ibadet etme... Demek ki ihtiyacımız olan tek şey karşımızda ayna görevi yapabilecek bir sevgili. Ne kadar iyi sevebildiğimizi ve ne kadar iyi aşık olabildiğimizi gösterebilmek için. Tasavvufta da böyle değil midir? Her şey daha çok aşık olabilmemiz, ne kadar iyi bir aşık olduğumuzu gösterebilmemiz için... Tek fark var, o da orada yarattığımız Tanrı’nın dünya üstünde ayna görevi göstermemesi.( Ayna işlevinin sonuçlarını görmek için ölmeyi bekleriz)

Peki biz insanoğlu niye severiz! Bir çiçeği, bir ağacı, bir sevgiliyi ya da herhangi bir başka şeyi... Bizi arılarla aldatsa, gölgesinde oturtmasa, peşimizden de gelmese ve bizi umursamasa gene de sevebilir miyiz? Hayır diyeceksiniz, peki kaçımızın aşkına körük olmadı tüm bunlar. İşte burada içimizde ki narsizm tamamıyla gösterir kendini. Hiçbirimiz kabullenmek istemeyiz, kabullenilmeyen sevgimizi. Bizde sevilemeyecek ne olabilir ki? Biz dünyanın en iyi aşık olanlarıyız ve kimse bizim kadar sevemez. Ve sizi mutlu ederiz, hiç kimsenin edemeyeceği kadar. Biz biliriz bir gün pişman olacaklarını ve bu yüzden onları yoldan çevirmeye kalkarız.

Oysa sevgi bir tepki değildir. Ne çok seviyoruz diye bizi sevmeliler, ne de biz onları. Çünkü sevgi bir alışveriş değildir. Gerçek sevgi özgürdür ve alıp verilenlerle boynuna geçirilemez hiçbir zincir. Biriyle olmak ile ona sahip olmayı karıştırmadıkça aşkı bağışlarız özgürlüğe.

Aşk en sevdiğimiz oyunlardan biridir. Ve bu yüzden sonunda hep bir kazanan ile kaybeden olur. Berabere biten oyun, henüz bitmemiştir, yarıda kalmıştır. Ya da iki tarafın oynama isteği yitmiştir. Tüm oyunlarda olduğu gibi aşk oyununda da mızıkçılar, oyun bozanlar olabilir ve bu kişiler siz istemeseniz de oyunun bitmesine sebep olabilirler. Hani bilirsiniz kimileri vardır ve oyunun sonuna geldiklerinde daha yeni anlarlar oynadıklarını ve oyun biterken artar oynama istekleri. Böylelerinde yenilgi bir tutkuya dönüşür. Onlar o zamanında tadına varamadıkları oyunda takılı kalmıştırlar ve tuttururlar, illa aynı kişiyle, aynı oyun baştan oynansın diye.
Aşk, en çok oynamayı sevdiğimiz oyundur. Oyun, oynamayı bilenlerle zevk verir. Oynamayı bilenler için kaybetmek veya kazanmak değil, oynamaktır önemli olan. Ve oyun kaybettirir kimi zaman. Bazen “ben” olduğumuzda, bazen “biz” olduğumuzda kaybederiz; bazen “biz”i, bazen “ben” i kaybederiz.

 
Toplam blog
: 4
: 1575
Kayıt tarihi
: 03.07.06
 
 

Shakespeare,"hayat dediğin nedir ki; yedi perdelik bir oyun" demiş. Bense bu oyunda yönetmen olma ha..