- Kategori
- Eğitim
Avrupa Birliği ve Türkiye
BATIYA KANSIZ SEFER
Bu yazıyı 2003 yılına yazmıştım. Avrupa birliğinin bizi içerisine almayacağını bile bile bu yazıyı yazmıştım. Özellikle büyüklerimiz Avrupa birliğinin kurtuluş recetesi olmadığını bilmeleri için bir nebze katkı sağlamak amaçlanmıştı bu yazıda. Son kurtuluş reçetesinin de(!) boş çıkması sonucunda artık kendi değerlerimize dönmemizin gerekliliğine inancımız artmalı diye düşünüyorum.
Avrupa Birliği’ne girme aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Yaklaşık kırk yıldır bu maceralı yolculuğa devam ettikten sonra kapının eşiğine oturmuş durumdayız. Bundan sonra kimin kime yalvaracağını zaman gösterecek. Her yılı bir rakkam kabul ettiğimizde bu kapıyı kırk kez aşındırmış oluyoruz. Acaba deli mi olduk, yoksa akıllı mı? Bu soruya cevap vermek için henüz çok erken. "Doğmamış çocuğa don biçmek"ten öteye gidemez. Her şeyin ilacı zaman olduğuna göre bekleyip göreceğiz. Ancak bundan sonra bekleyip görmenin "aut", olayın içine girip kendi lehine çevirmenin "in" olacağı bir çağa girdiğimizi düşünüyorum. Aksi takdirde canavar dünyanın bizleri yutacağını unutmamalıyız.
Avrupa Birliği’ne girmek gerekiyor muydu? Bizim tek yolumuz bu muydu? İyi iş mi yaptık, yoksa kötü mü oldu gibi tartışmalar mutlaka yapılacaktır. Hatta bu tür tartışmalar kırk yıldır yapılmaktadır. Bana sorarsanız bu tür düşünceler bu topluluğa niçin katılıyoruz, sorusuna vereceğimiz cevaba bağlı olarak şekillenmeli. Aynı şekilde, Avrupalılar bizi niçin içlerine alıyorlar sorusunun da cevabını bulmadan bu tür tartışmaların bir netice vereceğini zannetmiyorum.
Avrupa Birliği’ne girmek tek kurtuluş yolu muydu diye sorduğumuzda koskoca bir “hayııır!” cevabının sizlerden geleceğine inanıyorum. Çünkü şu gerçek karşımızda durmaktadır: Japonlar hiçbir birliğe üye olmadan dünyanın en zengin ülkesi haline gelmişlerdir. Biz her gün dünyada kültür, medeniyet, yeraltı ve yer üstü kaynakları bakımından kendi kendine yetebilecek ender ülkelerden biri olduğumuzu övüne övüne söylerken niye böyle bir birliğe girmek için takla atıyor, elin kapısında kırk yıldır bekliyoruz? Yoksa “orucu uykuya tutturur” gibi onları çalıştırıp biz yemeyi mi düşünüyoruz. Bu çerçeveden bakıldığında Avrupa birliğine girmenin akılla bağdaşır bir tarafı yoktur. Biz Avrupa Birliği’ne sadece maddi refah seviyemizi yükseltmek için giriyor, yoksa tarihten gelen dünya insanına güzellik getirmek misyonumuzu da unutmadan mı giriyoruz? Yok, eğer Osmanlının ve Atatürk’ün dünya insanına yarım bıraktıkları medeniyet dersini tamamlamayı düşünüyorsak ve bu uğurda da takiyye yapıyorsak bu davada sonuna kadar varım.
Avrupa yolculuğu maceramız daha belirgin bir şekilde başladı ve bundan sonra daha hızlı bir şekilde devam edeceğe benziyor. Ancak biz insanımızı bu yönde yetiştirmiş değiliz. Medya olarak, Milli Eğitim olarak ve aileler olarak bundan bihaberiz. İnsanımızı Avrupalının istediği bir standartta mı yetiştireceğiz yoksa kendi öz kültürümüzü modernize edip kendimizi eğiterek medeni ve çağdaş bir insan yapısıyla mı Avrupalının karşısına çıkacağız? Keşke yetkililerimiz ve basın dünyamız bu günleri daha önceden görüp insanımızın ufkunu açsalar, eğitim ve kültür seviyesini yükseltselerdi.
Avrupalı siyasilerin beklentisi, “Türk insanının değerlerini, yaşam tarzını, kurallarını derinden değiştirmesi” yönündedir. Bir zamanlar bizden alıp kendi inanç temellerine göre değiştirdikleri medeniyeti bize satmaya kalkıyorlar. Bizi değiştirmeye çalışıyorlar. Sadece biz mi değişeceğiz, yoksa birlikte mi değişeceğiz? Bunu kim belirleyecek? Bizim hiç mi güzel yanlarımız yok? Biz üçüncü dünya ülkesi miyiz? Biz terbiye edilecek insanlar mıyız? Niye Avrupalı bizde olan güzel hasletleri araştırıp kendisi için bir şeyler alma yolunu seçmiyor?
Diyelim ki Avrupa Birliği’ne girdik! Biz burada bir Macar toplumu gibi kimliğimizi kaybedip tarihten silinecek miyiz? Yoksa bütün toplumsal ve tarihi değerlerimizle bu birliğin içerisinde Türk olarak kalacak mıyız? Macarların bir kısmının adı Atilla gibi Türk ismidir. Ancak kendileri bunun farkında değil. Dinleri ise Hıristiyanlık dinidir.
Eskiden olduğu gibi mezar taşlarıyla mı övüneceğiz, yoksa kültürel kimliğimizle dünya insanının insanca yaşamasına katkıda mı bulunacağız? Gelecek nesillerin daha rahat yaşaması için onlardan aldığımız emaneti daha temiz ve bereketli bir şekilde onlara aktarmak için bir şeyler mi yapacağız? Bunu yeryüzünde yapabilecek tek toplum biziz. Ayrıca tarihimiz ve inancımız bize bu sorumluluğu yüklemiştir. Bu toplumun böyle ağır ve şerefli bir sorumluluğunun olduğuna inanıyorum. Başka hiçbir toplumun böyle bir misyonu yerine getirebileceğine inanmıyorum. Tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda mazlum milletlere örnek olduğumuz gibi. Ayrıca bizim Irak, Bosna ve Filistin gibi haksızlığa uğrayan ülkelerin yanında olmamız 1 koyup 10 alma sevdasıyla olmamıştır. İnsan hakları ve demokrasi adına yanlarında olduk. Biz demokrasi ve insan haklarının herkes için mukaddes olduğuna, dünya nimetlerinin hakça bölüşülmesi gerektiğine inanan bir toplumuz. Avrupalı gibi sadece Hıristiyanlar için bir ayrıcalık olduğuna inanmıyoruz. Bu yüzden Avrupa Birliği’ne girmemizin sadece ekonomik zenginlik beklentisiyle sınırlandırılmasının çok kısır bir düşünce olacağını düşünüyorum. Kültür ihracının sonucunda ekonomik zenginliğin gelişeceğini düşünüyorum.
Bundan sonra milletimizin yapması gereken çok şey vardır. Yıllardır masal dinlemekten vazgeçip gerçeklerle hemhal olmanın zamanı gelmiştir. “Kötü komşu insanı ev sahibi yapar” atasözü inşallah gerçekleşecektir. Ülkemizin gelişmesi için yapmamız gereken çok şey var. Biz Avrupalı için değil, kendi geleceğimiz için çok şey yapmalıyız. Öncelikle küllenmiş olan çalışkanlık hasletimizi yeniden ortaya çıkarmalıyız. Çok çalışıp çok üretmeliyiz. Zamanı iyi değerlendirmeli, kaliteyi yakalamalıyız. Birbirimizi daha çok sevmeli, aramızdaki husumetleri tarihin çöp sepetine atmalıyız. Devletimizi daha çok sevmeli, kalkınmak için elimizden geleni yapmalıyız. Ferdi kurtuluştan ziyade birlikte kurtulmayı öncelik haline getirmeli, kolektif çalışmayı ön plana çıkarmalıyız.
Aile hayatını, aile bağlarını güçlendirmeli, çekirdek aile yapısını yeniden ele alıp geliştirmeliyiz. Aile yapısı korunduğu sürece mutlu, huzurlu ve kalıcı bir toplum olabiliriz.
Okumalı ve gelişmeliyiz. Öğrenmek için çaba sarf etmeliyiz. Devlet olarak eğitim sistemimizi yeniden gözden geçirmeli, ezbercilikten gençlerimizi kurtarmalı, araştırmaya, sorgulamaya yöneltmeliyiz. Beyin göçünü tersine çevirip yetişmiş insanımızın ülkenin kalkınmasında motor görevi görmelerini sağlamalıyız.
Temiz toplum, temiz çevre, kaliteli üretim seferberliği başlatmalıyız. Sivil toplum örgütleri, dernekler kendilerini yeniden yapılandırmalı, basit siyasi düşüncelerden uzaklaşmalıdır. Toplumun yüceltilmesi için daha fazla çalışmaları gerekir. Bunları yaptığımız sürece Avrupa Birliği’ne girmekten hiç çekinmeyelim. Aksi takdirde bizler Avrupa insanının sağmal ineği haline gelir, onların beslenme çantalarını taşıyan hamalları ve bekçileri oluruz.
İsmet YALÇINKAYA
Eğitimci
Final Dergisi Dershanesi