Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Kasım '17

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Avusturya Gezi Notları

Avusturya Gezi Notları
 

Avusturya Viyana Sn. Stephan Katedrali'nin çatısı


16.11.2004 ( PRAG - VİYANA )

Çek Cumhuriyetinde, Prag’da son saatlerim. Kahvaltıdan önce, son bir tur atıyorum. Trafik yoğun, gürültü daha da fazla bugün.

Saat 08.00 ‘de, yaklaşık 5 saat sürecek 310 km.lik Viyana yoluna çıkmak üzere otobüsteyiz. Çek Cumhuriyeti, henüz yeni gelin, AB ‘ye yeni girdiği için; sınırlarda Schengen uygulaması yok. Çek kapısından kolay çıkıyoruz, Avusturya girişinde kimseler olmadığı halde, bekletiliyoruz. Pasaportlar toplanıyor, az sonra damgalanmış olarak geliyor, biz de, bir otobüs dolusu insanın şaşkın bakışları arasında yeşil pasaport sahibi olmanın, bir anlamda keyfini ve ayrıcalığını yaşıyoruz eşimle.

Avusturya topraklarında ilerliyoruz artık. Dikkat ediyorum, Çek Cumhuriyetinden bu yana, Avusturya yolları da, Avrupa’nın göbeğinde olması gereken konfora sahip değil. İlerlediğimiz otobanlar bile, iki gidiş, iki geliş olarak yapılmış, bitip tükenmez setlerde, zaten ekmeğini yemiş otobüsümüz dağılacak diye korkuyorum. Eski, ama bakımlı tek katlı evlerin bulunduğu köylerden, devasa, çok katlı yerleşimlerden geçerek Viyana’ya yaklaşıyoruz.

Yol üzerinde, trafik kazalarında ölenlerin anısına yapılmış, küçük taş kuleciklerin, üzerleri çiçeklerle dolu. Avusturya sınırından bu yana, rüzgar enerji santraları çarpıyor gözüme. Viyana, 1.5 milyon nüfusuna rağmen, yoğun bir trafik keşmekeşi ve kaosu ile karşılıyor. Yer altı tünelleri ile geniş bir ağ örülmüş Birleşmiş Milletler binasının önünden geçiyoruz şimdi. Burası, 22000 € ile Avrupa’nın en refah içinde yaşayan ülkelerinden biri. Viyana’da yaklaşık 150000 Türk yaşıyor, yani, her on kişiden biri Türk.

Hundertwasser evlerinin önüne geliyoruz otobüsle, bu yapılara ismini veren mimar, sıkışık, tekdüze ve üst üste yapılardan kurtulmak amacı ile, küçük bir bölgede, alternatif bir yerleşim uygulamasına girişiyor. Uzun yıllar projesine ilgi göstermeyen belediye başkanının önünde, donunu indirince, muradına eriyor ve burada, projelerini uygulama imkanı tanınıyor. Her biri, başka renklere boyanmış, kiminin balkonundan, terasından kocaman çınar ağaçları fırlayan Hundertwasser evlerini daha önce duymuştum, ama, görünce neden bu kadar ünlendiklerini merak ettim doğrusu. Güzel olan, buraları görmeye gelenler için yapılmış olan, hemen karşıdaki pasaj. Canlı, kıpır kıpır, ortada bir bar, üst katlarda kitap, poster ve hediyelik eşya dükkanları ile ışıl ışıl.

İkinci durağımız, barok mimarinin zirvesi sayılan, yekpare süslemeler ve klasik simetri anlayışı ile inşa edilmiş Aşağı Belvedere Sarayı. Sarayın banisi Savoy prensi Eugene. Fransa Kralı 14. Louis, kendisinin iş başvurusunu reddettiği için, Habsburg yani Avusturya- Macaristan İmparatorluğunda görev almış ve Fransızları, savaşlarda, analarından doğduklarına pişman etme yemini ederek hem Fransızlar , hem de Osmanlılara karşı yapılan savaşlarda Habsburglar’ın galip gelmesinde , öncü roller oynamış. Tabii ki; bu başarıların karşılığında maddi ve manevi ödüllere boğulmuş. Bu paralarla da, önce Aşağı Belvedere, zamanla yetersiz kalınca da , geometrik bahçelerle birbirine bağlanan Yukarı Belvedere Sarayını inşaa ettirmiş.

Hava öyle soğuk ki; rehberin jet hızı ile gezdirmesi bile, oradan oraya koşturduğumuz halde, bizi ısıtmaya yetmiyor. Ben, soğuğa dayanabildiğime inanıyorum, ama, burada, öylesine pis bir rüzgarla soğuk yapışıyor ki; insanın üzerine, ellerim dondu, fotoğraf çekmekte zorlanıyorum.

Schonbrünn Sarayının önüne gelince, karşılaştığım ihtişam, soğuktan gerilmiş sinirlerimi iyice zorluyor olmalı, bu saltanatın ardındaki, zulüm ve sömürüleri düşünüp sayıp dökmeye başlayınca, eşim, koluma girerek, söylediklerimin duyulmaması için beni ikaz ediyor. Osmanlı İmparatorluğunun debdebesi ve ihtişamı, Habsburg İmparatorluğunun yanında, gecekondu mahallesi gibi kalır. Koca Topkapı Sarayını, tevazular içerisinde, yüzyıllardan bugüne uzanan bir garip kompleks olarak değerlendiriyorum burada gördüklerimden sonra. Schonbrünn Sarayının azametinin arkasında, azametli bir Habsburg İmparatoriçesi var. 1740 ‘larda , İmparatoriçe Maria Teresa tüm kapris ve hırslarını, bu sarayın ihyası için kullanmış. 17 çocuk sahibi olan Maria Teresa, oğullarına dağıttığı derebeylikler ile İmparatorluk sınırları içinde, tüm topraklarda çözülmez bir sömürü ağı kurmuş. Hırs ve arzuları bitmeyen İmparatoriçe, sabahları saray bahçesinde denetlediği askerlerden, beğendiğini seçer ve o gün onunla yatar, sevişirmiş. Schonbrünn Sarayının bahçesi o kadar büyük ki; kameram zoom yapmakta yetersiz kalıyor ve istediğim fotoğrafı bir türlü alamıyorum. Soğuktan, tripod kuracak cesaretim yok.

Hofburg İmparatorluk Sarayı, Viyana’nın tam göbeğinde, heykeller, bezemeler davetkar, bakıyor bana, ama; rehberimiz sarayın karşısındaki Burgring caddesinin önündeki Maria Teresa Meydanının yanında indiriyor. Öyle soğuk var ki; otobüsten kimse inmiyor. Meydanın ortasındaki devasa heykele ilerliyorum. Zirvede Maria Teresa, altında atlı derebeyleri olan oğullarının himayesinde azametle oturuyor. Heykelin iki yanında, simetrik iki bina yükseliyor, bütün incelik, güzellik ve zerafeti ile. Güzel Sanatlar Müzesi ve Doğa Tarihi Müzesi bunlar. Geziden günlerce önce hazırladığım notlarıma , haritalarıma bakacak ne keyfim, ne de; zamanım var. Turları bunun için sevmiyorum. İraden, isteğin dışı, sürüklenip duruyorsun. Anlaşılan, yarın tertip edilecek olan ekstra tura katılmayıp, Viyana’yı gönlümce gezeceğim eşimle birlikte.

Sonunda, kalacağımız otelin önüne geliyoruz. Rechte Wıenzeile’de, bir oteller zincirinin devamı, güzel, konforlu bir otel. Ama , annesi bir Çek olan rehberimiz Serkan’ın, sıcaktan gevşeyip, rehavete kapılmış grubu, dinlendirmeye hiç niyeti yok. Viyana’nın dışında, küçük bir köyde, geleneksel atmosferi ile namlı, meşhur Grinzig meyhanelerine gideceğiz.

Gündüz gözü ile, güzel olacağına inandığım Grinzig meyhanelerinden birinin önünde, cezaevi arabasından iner gibi, koşturarak, peşpeşe iniyoruz, sıcak bir mekana sığınmak için. Bize ayrılan masalara, kucak kucağa sıkışıyoruz, etrafımızdaki boş masalara yayılma isteğimiz kabul görmüyor, biz çıkana kadar da, boş kalıyor bu masalar. Çorba, tavuk snitzel, salata ve şaraptan oluşan menüden çok, dazlak kafalı, pos bıyıklı yaşlı bir garsonun, yüzlerce kişiye, tek başına servis vermesini beğeniyorum. Kendini Maria Callas zanneden, sevimsiz, sahne kazıntısı bir kadının, org ve keman ile söylediği aryalar eşliğinde, şarap içme gayretim fayda etmiyor, önce kadını dinliyor, programı bitince de ; bizim “ güzel Marmara“ dan farksız şaraba yumuluyorum. Kemancı öylesine Türk’e benziyor ki; dayanamayıp soruyorum, Macar imiş. Türk olduklarını kabul etmeyen, Orta Asya göçmeni Macarlardan yani. Gösteri fazla uzun sürmüyor, bittiğini , gözlerimizin içine sokulan, içinde bahşişlerin toplandığı şapkayı görünce fark ediyor ve biraz gönülsüz de olsa, içine birkaç euro atıyoruz.

Günün yorgunluğu, yenen ayaz, sıcak mekanda şarap dumanları, kafaları da , dumanlandırmış olmalı, Grinzig’den sonra, 2. Viyana Kuşatması esnasında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın otağ kurduğu Viyana terasına mehter marşları söyleyerek ilerliyor grubumuz gecenin saatinde. Anlaşılan, Viyanalı’lar , turizm gelirlerinin hatırına, sık sık dinliyor olmalılar mehter marşını.

Bilindiği gibi , Osmanlılar, Habsburg’larla 20 yıllık saldırmazlık anlaşması yapmışlar, ancak, Avusturya kökenli Habsburg İmparatorluğunun Macarları ezmesine ve Macarların lideri Tökeli İmre’nin yardım talebine dayanamayarak, 1682 ‘de Viyana’yı ikinci kez kuşatmışlar, ancak , çok çetin şartlar ve direniş karşısında, savunmayı yaramayarak geri çekilmişler ve başarısızlığından dolayı, onca kahramanlığa rağmen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı idam etmişlerdir. 1683 tarihinde yapılan anlaşma ise; Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmaya başlamasının miladı kabul edilir.

Viyana, bu terastan bir ışık seli içinde görünüyor, 1.5 milyonluk bir kentin, bu kadar aydınlık olması hayret verici. Ama, öyle dondurucu bir rüzgar var ki; resmen tir tir titriyorum. Yarım saat sonra, sıcacık otel odasında, kendimizden geçiyoruz.

17.11.2004 ( VİYANA )

Bugün, rehber, cemaati ekstra turla, Baden, Mayerling ve 2. Dünya Savaşında Hitler’in uçak fabrikası olarak kullandığı mağaralara götürecek. Mayerling faciasını, Ömer Şerif ve Catherine Deneuve ‘nin oynadıkları filmden tanıyoruz. 1889 ‘da Viyana yakınlarındaki Mayerling köşkünde yaşanan bir dramı anlatır. Avusturya İmparatoru Franz Josef’in oğlu , veliaht Rudolf ve sevgilisi Barones Maria Vetsera birlikte intihar ederler. 1881 yılında , babasının zoru ile evlendirilen Rudolf , Maria Vetsera ile yaşadığı yasak aşkın , hiçbir şekilde evliliğe dönüşemeyeceğini anlayınca, iki sevgili, birlikte ölüme giderler. Bu mekanı görme isteğime, Viyana’yı kafama göre gezme arzusu ağır basınca, kahvaltıdan sonra, saat 09.30 ‘da , notlarım, Viyana haritam ve küçük sırt çantam ile Viyana’ya dalıyoruz.

Otelin hemen karşısındaki Pilgramg metro istasyonuna paralel yürüyerek , çoğunlukla Türkler’in ilgi gösterdiği, alan ve satanın da Türk olduğu, ucuzluk pazarı Nasch Markt’in içinden geçerek Secession binasının önüne geliyoruz. Avusturya’nın tutucu klasik sanat anlayışına tepki olarak Viyana Sanat Okulundan ayrılan ressam Güstav Klimt ve arkadaşları tarafından yenilikçi bir akıma mekan olmak üzere yapılmış, kubbesi ile Türk hamamlarını andırır bu bina. Üstelik çatısı da, altın varakla süslenmiştir. Yolun karşısına geçerek Teknik Üniversitenin yanından Karl Kilisesine geliyoruz. St. Charles onuruna yapılan kilisenin önündeki , minareye benzeyen kuleler çok ilginç. Yunan , Roma ve çağdaş Roma çizgileri ile bezenmiş Karl Kilisesinden sonra , Viyana Devlet Operasının ( Statsoper ) kuytusunda , soğuktan hissizleşmiş ellerimle , dün es geçtiğimiz Hofburg sarayına giden yolu bulmak için , haritayı açmaya çalışıyorum.

Az sonra Albertina müzesinin önündeki merdivenlerden Hofburg sarayının arka bahçesine , Burggarten’e giriyoruz. Sonbahar , daha doğrusu kışın , her şeyi ile hüküm sürdüğü bir bahçe , ortasında yine büyük bir havuz. Sararıp dökülen yaprakların çıkardığı hışırtılar arasında , bahçeyi dolaşıp , Albertina müzesine geliyoruz. Tertemiz bir mekan , girişinde şahane heykeller sıralanmış , şık giyimli insanlar , sessiz , hayaletler gibi müzeye giriyorlar. Şu anda , Rubens’in eserleri sergileniyor. 17. y.y Flaman ressamlarından Rubens. Hemen yan tarafındaki kitapçı dikkatimi çekiyor , tamamen sanat eserleri ve sanatçılara ait kitapların satıldığı , kocaman , ışıl ışıl bir yer. Bir kapısı da sergi salonuna açılıyor.

Sergi ve kitapevini dolaştıktan sonra , Joseph Platz’a ilerliyoruz. Avrupa şehirlerinde ne güzel meydanlar var , her taraf heykellerle dolu , tarih bilincini yaşatmanın bir yolu olmalı diye düşünüyorum. Meydanda Franz Joseph’in , at üzerinde heykelinin önünden geçerek , Hofburg sarayının halka açık muhteşem girişinin içinde buluyoruz kendimizi. Franz Joseph’i hemen geçmeyelim. Belki , kendi hayatından çok , ailesinin trajik sonları dikkatimi çekmiştir benim. Viyana ile özdeşleşmiş iki isim vardır ; Franz Joseph ve karısı İmparatoriçe Elisabeth. 1848 deki ihtilal , Habsburg İmparatorluğunun yıkılmasına neden olmuş , Fransız İhtilali ile yayılan , liberal ve ulusalcı hareketler Avrupa’yı kavramıştı. Bu ihtilalden sonra , Avusturya İmparatoru Ferdinand , tahtı terk ederek 18 yaşındaki Franz Joseph’in İmparator oluşunu sağladı. Böylece Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı olan Franz Joseph , Macarlar , Çekler ve pek çok sorunların üstesinden gelmeye çalışır.

Beni sarsan , oğlu Prens Rudolf’un , daha önce anlattığım Mayerling Faciası ile noktalanan trajik sonudur. Diğeri de hayli trajiktir. 2006 yılında Yunanistan’ın Korfu Adasında , Aşil Sarayı Müzesinde karşıma çıkan , Franz Joseph ‘in karısı İmparatoriçe Elizabeth’in , bir imparatoriçeye yakışmayacak kadar basit ve dar yatağı başında , nice düşüncelere dalmıştım.

“aşk istemiyorum

şarap istemiyorum

ilki acı veriyor bana

ikincisi kusturuyor “ diyecek kadar , hüzün ve melankoli yüklü bir imparatoriçe , tebaasının idolü , kocasının ise ihmal ettiği , sürekli başka kadınlarla aldattığı , bu nedenle , yüzünü saklayarak dolaşan , kuytu coğrafyalarda dingin ve huzur arayan ruhunu sakinleştirmeye çalışırken , bir suikaste uğradı 1898 yılında , sükunetin hakim olacağı bir kayık gezisinin başlangıcında , Luigi Lucchenini isimli bir İtalyan anarşisti tarafından bıçaklanarak öldürüldü. “ Tenini delen bıçak izini gördü , aniden öldürüldüğünün ayırdına vardı. Tanrı’dan kutsanmasını istedi. Katiline teşekkür ett Kurtulmuştu , gözleri açıktı ve artık uçuyordu. “ (Bitmeyen Vals , Catherine Clement)

Aşil Sarayındaki , küçücük tek kişilik yalın yatağının önünde , dalıp gitmiştim , insanların mutluluğu ve kaderi üzerine düşünürken. Bir zamanlar Prenses Diana’yı idol seçenler , o dönemde Elisabeth ile yatıp kalkıyordu. Bugün hala , Viyana’da Elisabeth’in posterlerine , baskılı ürünlere rastlıyorum dolaştıkça.
Sokak aralarında , kuytu köşelerde , kısacası her tarafta , heykeller var. Hiç birinde , saldırıya uğradığına dair , bir darp izi , kırık , dökük yok. Oysa Viyana’da hatırı sayılır oranda , uyuşturucu kullanımı yaygın.

Müzeler , sergiler kenti Viyana’nın , bu mevsimde , içimizi donduran rüzgarından , Hofburg Sarayının görkemli detaylarına sığınarak , dinleniyoruz. Derken , Heldenplatz ( kahramanlar meydanı ) ‘da buluyoruz kendimizi. Yine , Franz Joseph , at üzerinde heykeli ile karşımızda. Atatürk’ün at kompozisyonlu heykellerine alışık bir ülkenin insanı olarak , şehir meydanındaki , bu kadar çok atı yadırgamıyorum.

Hofburg bölgesinden , Burgring’in karşısına Maria Teresa Meydanına geçiyoruz. İmparatoriçe , bütün gurur ve azameti ile zirveden bakıyor. Cephe frizleri , süslemeleri , heykeleri ile , özenle hazırlanmış bir pastaya benzeyen ikiz binalardan Güzel Sanatlar Müzesine bilet alarak giriyoruz. Bilet ücreti 10 € . İçeri girer girmez , Habsburg ihtişamı ve Rönesans çizgileri , üzerimize yığılarak , adeta eziyor bizi. Kunsthistorisches Müzesi , 1870 ‘lerden günümüze alev gibi sanat püskürtüyor. Önce , Mısır ve Yakındoğu koleksiyonlarını içeren bölümlere giriyoruz. Yıllar önce , Kahire Müzesinden aşina olduğum lahitlerin , mumyalar ve diğer objelerin Avusturya’da ne işi var demekten kendimi alamıyorum.

Şimdi , Rönesans Dönemi , İtalyan , İspanyol ve Fransız ressamlarının resimlerinin sergilendiği salona geçiyoruz. Her nekadar , resim sanatına pek aşina olmasam da , pek çok tanıdık eser çıkıyor karşıma.

Yarı çıplak , yüzünü ateş basmış bir kadın , davetkar bakışlarla , karşısındaki adama ellerini uzatmış , ancak , adam , isteksiz , kendini uzaklaştırıyor kadından. Olmaz diyor yani. Aklıma , Nikos Kazancakis’in “ Aleksi Zorba “ sı geliyor; “” Yeryüzünün en büyük günahı bir kadının davetini , geri çevirmektir. “ Eşim , tablo önünde , fazla oyalandığımı hissetmiş olmalın koluma girerek başka bir tablonun önüne götürüyor beni. İsa , çarmıha gerilirken , ayaklarının dibinde Maria Magdalena ‘yı gösteren bir tabloya. Kafam hiç rahat durmuyor , Kudüs’lü fahişe Maria Magdalena’nın , İsa’nın yaşamında yer alışını , bu olay üzerine , Hristiyan alemindeki yorum farklarını , gürültüleri hatırlıyorum bu kez. Üç saat geçiyor , Güzel Sanatlar Müzesini dolaşmamız. Üst katlarda , büroların bulunduğu katlarda , Viyana kuşatmasını temsil eden devasa panolar görüyor , şaşırıyorum. Osmanlıların Viyana kapısına yüklenişleri, yüzyıllar sonra, hala bir paranoya olarak devam ediyor.

Eşim , beresinin düştüğünü fark ediyor neden sonra elinden , çıkışta , görünen bir yere asmışlar , içimizden teşekkür ederek ayrılıyoruz. Zaman geçiyor , daha Viyana’nın dolaşacağımız o kadar çok yeri var ki. Avusturya Parlamento binası bile sanat yansıtıyor. Gerçi , etrafı perdelerle kapalı ama , yine de , görebildiğim kadarı ile , alışılagelmiş soğuk kamu binalarına hiç mi hiç benzemiyor.

Rathaus meydanında , Belvedere ve Schonbrünn meydanlarındaki gibi , Noel hazırlıkları var. Her yer ışıl ışıl. Kilisenin önündeki ağacın dallarından , kıpkırmızı kalpler sarkıyor. Başka harika bir yapı olan Burgtheater ( İmparatorluk Tiyatrosu ) , hemen karşımızda , tertemiz , bakımlı. Artık , hedefimizde , St. Stephan Katedrali var. Elimizdeki haritadan takip etmeme rağmen , bir türlü göremiyoruz. Meğer , etrafını çeviren , yüksek binalar arasında kaybolmuş , neden sonra , kararmış taşları ve iç karartıcı görünümü ile karşımızda beliriyor. Yapımı 12. y.y ‘dan 1433 yılına kadar süren katedralin içinde beni hafakanlar basıyor yine. Alışılageldik dini yapılardan birisi.

En ilgimi çeken , yekpare mermerden yapılmış bir mihrab oldu. İkinci dünya savaşında yanarak , büyük kısmı tahrip olan binada , bakım , onarım çalışmaları halen devam ediyor. Aslında , katedralin , hiçbir zaman tam olarak bitirilemediği de söylenir. Kuzey kulesinin yapımı , 2. Viyana kuşatması başlayınca durdurulmuş , emeklerimiz boşuna gitmesin diye. 65 m. yükseklikteki kuleye asansörle çıkıyoruz. ( 4 € ) Öyle rüzgar var ki; gözetleme terasları tel örgülerle çevrilmesine rağmen ; rüzgar havalandırarak , katedralin çatısına fırlatıverecek gibi geliyor.

Tüm Viyana , havanın puslu olmasına rağmen ayaklarımızın altında. Temiz ve açık bir havada , Viyana ormanlarını , Macar Ovasını görmek mümkün imiş bu teraslardan. Ancak , Tunacity’nin yüksek binaları ve kırk kişilik dev odalardan meydana gelmiş, prater ( dönme dolap ) net olarak görünüyor. Kuzey kulede , Pummerin denilen devasa çanı görmek istiyoruz , ama , öyle bir korumaya almışlar ki ; buğulanmış camların ardındaki çanı burnumuzu camlara dayamamıza rağmen , silüetini görmekle yetiniyoruz.

Pummerin , 2. Viyana Kuşatması sonrası , Osmanlı topları eritilerek yapılmış derler. Bir de ; Türk paranoyasını izah edecek olay aktarayım; Osmanlı , Viyana kapılarını ısrarla zorlamaya başlayınca , asilzadeler , din ve devlet adamları toplanırlar St. Stephan Katedralinde ve yukarıdaki kulede bir kişinin sürekli gözetleme yapmasına karar verirler. Herhangi bir Osmanlı saldırısını , görüp haber verecektir. Bu görev , beşyüz yıla yakın devam ettirilir , ta ki ; 1956 yılında vazgeçilmesine karar verilir. Anlaşılan , artık , bir Türk saldırısı beklememektedirler.

Mozart’ın 1784-1787 yıları arasında yaşadığı Domgass no.5 adresindeki Figarohaus’u gösteren tek bir işaret yok. Dünya klasiklerinden Figaro’nun evliliği ni , İmparator Joseph için Mozart bu evde bestelemiş olmasına rağmen , tesadüfen , bir inşaatın perdelerinin arasından no.5 yazısını fark edebiliyoruz.

Bir kafede hem ısınıp , hem bir şeyler yemek amacı ile ara veriyoruz gezimize. Girdiğimiz sıcak bir mekanda , buz gibi soğuk , hatta , itici bir ilgisizlik ile karşılaşıyoruz. Türkler’e karşı antipatinin bir örneği karşısında olduğumu zannediyorum. İşleticileri ikaz edip , insanca davranmaları için bulaşmama , eşim , mani oluyor.

Tekrar Hofburg Sarayı civarına dönüyoruz. İlerlediğimiz Operring caddesi , ileride Kartnerring adını alarak , bizi Stadtpark’a getiriyor. Strauss’un anıtını arıyoruz , ama , görünürlerde yok , hava kararmaya başladı , sabah saat 09.30 ‘dan beri yürüyoruz. Rüzgar daha da şiddetlendi , Strauss ‘u arıyoruz , meğer biz parkın başka kapısından girmişiz. Neden sonra , loş parkın içinde , aydınlatılmış köşesinde , elinde kemanı ile karşılaşıyoruz Strauss ile. Ancak , kitabede Johan Strauss yazıyor , oysa , iki Johan Strauss vardır Avusturya’da ve baba oğuldurlar. Ancak hiç anlaşamazlar , hatta , 1848 devriminde bile karşı saflarda yer almışlardır. Vals Kralı olarak ün yapıp , babasını sollayan Jr. Johan Strauss’un huzurlarında olduğumuzu zannediyorum , soğuktan dişlerimizin takırdadığı bu kocaman ve bizden başka kimselerin olmadığı Stadtpark’ta.

Bir görevi yapmışçasına , artık dönüş yollarına düşüyoruz . Sabah önünden geçtiğimiz Karl Kilisesi önünden geçerek , sabah kimselerin olmadığı , oysa şimdi ve ışıl ışıl aydınlatılmış Naschmark , şimdi de kapanmak üzere. Bir manavın önünde İbrahim Tatlıses çalıyor. Biraz meyve alarak , kaldığımız otelin önünden uzanıp gelen Rechte Wienzeile caddesindeyiz artık.

Bir marketten eşim , bisküit , ben de bira alıyorum. Kasiyer , önümdeki gence , poşet uzatınca , ben de uzanıp alıyorum , kasiyer , elimden çekip alıyor. Meğer poşetleri , ayrıca satıyorlarmış. Gülüşüyoruz , bira şişelerimi , vücudumun bir parçası haline gelen sırt çantama doldurup , otele yöneliyoruz. Sabahtan bu yana , tam 10 saattir yürüyoruz. Otelde , odanın sıcaklığı , gün boyu yediğim ayaz ve içtiğim iki bira ile alev alev yanmaya başlıyorum bu kez.

Habsburg hanedanının saltanatı , akıllara zarar sanat eserleri , insanın içine işleyen ve hiç unutamayacağım soğuğu , on kişiden birinin Türk olduğu , bu surette de Viyana kuşatmalarındaki başarısızlığın aksine , bu toprakları içeriden ele geçiren Türkler’in , ısrarla geleneklerini ve kültürlerini korumaları neticesi , kısmen Türkleşmiş bir Viyana on saate elbet tanınamaz , ama yine de , bu kısa günde hakkını vermeye çalıştığımıza inanıyorum.

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..