Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Kuşkayası (Turgut Erbek)

http://blog.milliyet.com.tr/kuskayasi

17 Eylül '07

 
Kategori
Anılar
 

Ay ışığında ağladım (8)

Ay ışığında ağladım (8)
 

köyümden bir öğrenci


“Anne!.. Annee...”

Öylesine ürkek ve kaygılı seslendim ki, kendi sesimi duyduğumdan bile emin değildim. Uyanmadığını görünce biraz daha beklemeye karar verip yönümü, bir camı ebru desenleri gibi nakışlanarak buz tutmuş pencereye döndüm. Gözümün görebildiği her yer bembeyaz çarşaf gibi ve de öylesine aydınlıktı ki, küçük bir karartının bile görünmemesi olanaksızdı. Üstü karla kaplı samanlık, onun yanına dağ gibi yığılan otluk ve evin önündeki ağaçlar tam karşımdaydılar. Ağaçların dalları, cıvıltılarıyla insanın yüreğine tanımsız duygular dolduran kuşların yerine, birer avuç kar barındırıyordu. Gözüm, dışarıda kalarak donma tehlikesi geçiren yorgun ve telaşlı bir serçeye ilişti. Şimşek hızıyla otluğa konup, başını otların arasına sokarak gözden kaybolana kadar onu izledim.

Geceleri otluğun içi ve samanlıklar serçelerde dolardı. Bazen dirgenlerin ucuna kalbur iliştirerek ot yığınına vurup, serçeleri avlardık. Yumurtlama dönemleri olmadığı için büyüklerimiz ses çıkarmazlardı, çünkü zamanında onlarda yapmıştılar. Etleri gevrek ve şeker gibi tatlıydı. Sobanın üstünde kızarttıktan sonra, kemiklerini bile leblebi gibi ezerek mideye indirirdik.

Karpuz dilimine benzeyen yarımay, bulutların arasından sıyrılıp çıkmak üzereydi. Tam o anda yüreğimi ağzıma getiren bir ses duydum:

“Hey çocuk, neden uyumuyorsun?”

Etrafıma bakıp sesin sahibini bulmaya çalıştım. Herkes uyuyordu. Aksilik bu ya, o an babamın horlaması bile kesilmişti. Aniden beni bir korku sardı... Donmuş gibi öylece durup, odadaki ürkütücü sessizliğe kulak kabarttım. Yüreğimim gümbürtüsünden ve ahırda tepinen atın ayak sesinden başka ses duyulmuyordu. Korkudan ne yapacağımı bilmez bir halde, yarı aydınlanmış odada etrafa bir kez daha bakındım. Heyecandan boğazım kurumuş, dilim-damağım birbirine yapışmıştı. “Cinler olmasın,” dedim kendi kendime. Geçen yıl ramazan ayında bize yemeğe gelen köyün imamı, “Karanlık çöktükten sonra yere sıcak su dökmeden önce mutlaka Bismillah değin ki cinler kaçsın, yoksa çocuklarını yakarsınız! O zaman başınıza iş açarlar,“ demişti. O an aklıma iki akşam önce yere döktüğüm çay geldi. “Elimi yakan çay dolu bardağı yere düşürünce, çocuklarından birini yakmış olmayayım!” diye düşünmekten kendimi alamadım. Gözlerim odanın kapısına mıhlandı. Birazdan odaya dolup beni boğacakları korkusu beynimi uyuşturdu. Kapının kıpırdadığını gördüğüm anda var gücümle bağırmaya hazırlanıyordum. Ama kapı kıpırdamıyordu... Bu defa da, kapının altındaki boşluktan girerek yanıma gelmişler gibi anlamsız bir korkuya kapıldım. Soluğum kesilmek üzereydi...

Birdenbire o sesi yeniden duydum:

“Hey çocuk sana sesleniyorum, duymuyor musun? Yüzünü pencereye dön ve dışarıya bak,” dedi.

Başımı oynattığım anda kılıçla koparacaklarmış gibi korkuluydum. Oturduğum yere adeta çivilenmiştim. Kaçmak isteyip de kaçamadığım, bağırmak isteyip de bağıramadığım rüyalarımdan birini gördüğümü sanarak, bacağımı çimdikledim. Canım yanınca rüya olmadığını anlayıp iyiden iyiye korkmaya başladım. Bir süre sonra kendimi zorlayarak başımı yavaşça çevirip dışarıya baktım, ama kimse görünmüyordu. Yüreğim, yakalanmış serçe gibi çırpınıyor, alnımdan ter damlacıkları süzülüyor, küçücük bedenim önlenemez bir şekilde titriyordu.

“Tam karşındayım. Bulutların üstünde,” değince gözüm tepede, yarısı kopmuş gümüş tepsi gibi parlayan Ay’a ilişti.

“Aaaa! Ay Dede sen misin?”

“Benim ya...”

“Sen konuşabiliyor musun?”

“Elbette konuşuyorum. Çok mu şaşırdın?

“Evet. Sesini ilk duyduğumda çok koktum. Senin konuşabileceğini tahmin etmediğim için, cinler konuşuyor sandım.”

“Cin diye bir varlık yok, sakın korkma. Ben dostum. Akşamdan beri seni gözetliyorum, neden uyumuyorsun?”

“Bacağımda bir ağrı var Ay Dede, canım çok yanıyor.”

“Anneni uyandır ve söyle. Ağlamakla ağrıyı durduracağını mı sanıyorsun?”

“Bugün çok yoruldu, kıyamıyorum. Öyle de güzel uyuyor ki...”

“Tekrar seslen, mutlaka uyanacaktır. Anneler uykusuzluğa alışıktır. Hem kızar diye de korkma, hiçbir anne çocuğu acı çekerken rahat edemez.”

“Benimle tekrar konuşacak mısın?”

“Elbette konuşacağım. Ben bütün çocuklarla konuşurum. Yalnız kaldığın gecelerde konuşacak birine gereksinim duyarsan, pencerenin önüne gel ve seslen. Ben her zaman buradayım.”

“Ama yine bulutların arasına giriyorsun!”

“Gitmem gerekiyor. Beni andığın anda tekrar gelir seninle konuşurum. Şimdi sen anneni uyandır.”

“Tamam, Ay Dede. Seninle konuştuğumu kimselere söyleyemeyeceğim. Zaten söylesem de inanmazlar ki, herkes bana deli der...”

O, tül perdeyi andıran bulutları yüzüne çekince, derin bir soluk aldım ve cesaretimi toplayarak:

“Anneeee... Anneeeee!” diye seslendim.

Kadıncağız korkuyla sıçradı:

“Ne var oğlum, neden uyumuyorsun?”

“Bacağım çok ağrıyor,” dedim acıyla.

Babamı uyandırmadan yorganı yavaşça üzerinden atıp ayaklandı. Yatakların arasından geçip direkteki çiviye asılı gaz lâmbasının fitilini bükerek, odayı alaca bir aydınlığa boyadı. Sonra badanalı duvara yansıyan gölgesiyle gelip, yatağımın yanına oturdu. Başım ağrıyor diyeceğime, yanlışlıkla bacağımı söylediğimi sanıp gülümsedi. Ben bacağımı yorganın altından çıkarıp ağrıyan yeri göstererek önüne uzatınca işin ciddiyetini kavradı ve yerinden kalkıp lâmbayı direkten indirerek yanıma diz çöktü. Bacağımı sağa-sola çevirip inceledi. Sonra homurdanarak yerinden kalktı ve elindeki lâmbayla, paslı menteşeleri gıcırdatmamaya çalışarak oda kapısını açıp avluya yöneldi.

Kapıyı açık bırakınca, soğuk hava yüzümü yaladı. İrkilmeme karşın havasız kalan odaya sinmiş kokuları yok edeceğini düşüncesiyle pek umursamadım doğrusu. Dışarıda dondurucu bir ayaz olduğu kesindi; Çünkü pencereden gördüğüm kadarıyla akşamüstü yağan kar bile donmuştu. İçme suyumuz avluda olmasına karşın bazen kovaların içi, dolu dondurma külahı gibi buzdan kalıp olurdu. Öyle soğuk havalarda, içeceğimiz suyu bir kovaya doldurup yattığımız odaya almak zorunda kalırdık. Suyun içine bir şeyler düşmesin diye de ağzına, babamın tahta parçalarını yan yana getirerek yaptığı kapağı koyardık. Kapağın üstünde ise her zaman bir maşrapa olurdu.

Annemin avluya ne amaçla gittiğini düşünürken, o küçük bir tencere dolusu soğuk suyla döndü. Lambayı yerine astıktan sonra, alı güllü misafir yatakların yanındaki direğe asılı havluyu alıp, tencerenin içine daldırınca şaşırdım. Daha sonra havluyu sıkarak suyunu azaltmaya çalıştı. Yüzüne dökülerek gözlerini kapatan saçlarını elinin tersiyle geri itti ve ağır adımlarla yaklaştı. İncecik bedeni, beyaz üzerine çiçek desenli (pazenden, kendi diktiği) gecelin içinde kaybolmuş gibiydi. Gözleri küçülmüş, yüz hatları gerilmiş, kaşları çatılmıştı. Sinirli ve üzüntülü olduğu anlarda takındığı görüntüsüne yabancı olmamama karşın, o anki hali ürkütücüydü.

Islattığı havluyu ne yapacak diye merakla bekliyordum...


Foto: Arzu Çiçek (Kendi köyümden bir kare)

 
Toplam blog
: 72
: 1492
Kayıt tarihi
: 23.07.06
 
 

Edebiyata ortaokul yıllarında şiirle merhaba dedim. O yıllarda şiirlerim ve yazılarım yöresel gezete..