Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Kuşkayası (Turgut Erbek)

http://blog.milliyet.com.tr/kuskayasi

30 Eylül '07

 
Kategori
Anılar
 

Ay ışığında ağladım (9)

Ay ışığında ağladım (9)
 

Islattığı havluyu getirip bacağımın ağrıyan yerine koydu. Soğuk havlu bacağıma değer değmez irkildim. Küçük ve çelimsiz bedenim, karakışta soğuk suya dalmış gibi önlenemez bir şekilde titremeye başladı. Düşünce incittiğimi düşünerek, aklınca oraya biriken kanı dağıtmaya çalışıyordu.

“Düşerken taşa çarpmış olmalısın,” dedi.

“Hatırlamıyorum. Ama çok ağrıyor.”

“Birazdan geçer meraklanma.”

Başımdaki zonklayan yarayı unutmuş, bacağımın derdine düşmüştüm.

Konuşmalarımıza uyanan babam:

“N’oldu?” diye sordu.

“Umut’un bacağı ağrıyor.”

Babam, başını yastıktan kaldırmadan:

“Düşerken taşa falan çarpmıştır, geçer,” deyip yarım bıraktığı uykusuna geri döndü ve az sonra kaldığı yerden horlamasına devam etti.

Biraz sonra iki yaşındaki küçük kardeşim Erol, uyandı ve anneme seslendi.

“Ne oldu Erol, ne istiyorsun?” diyerek kızdı annem.

Çocuk, yarım yamalak konuşmasıyla çişi geldiğini anlatmaya çalışıyordu. Annem gülümseyerek yerinden doğrulup kardeşimin yanına gitti. Eğer haber vermeyip de altın yapmış olsaydı, gecenin o saatinde annemin söylenmesini çekemezdim doğrusu. Çocuğu kucakladığı gibi kapıya doğru yürüdü. Dışarısı soğuk olduğundan ahıra götüreceğini tahmin ediyordum ki, o da öyle yaptı. Yorganı kaldırınca, Erol’un yanında uyuyan ve ondan iki yaş büyük olan Öznur’un sırtı açık kalmıştı. Annem geri dönünceye kadar üşüyeceğini düşünmeme karşın, yerimden kalkıp yorganı üzerin atamadım.

Odanın kapısı açık kaldığından, soğuk hava kuduz köpek gibi dişlerini gösterip hırlıyordu. Dışarıya baktığımda, karla karışık bir rüzgar estiğini gördüm. Yağmakta olan yeni kar, ıslık çalarcasına uğuldayan rüzgarın etkisiyle metrelerce uzağa savruluyordu. Bir ara otluğu ve samanlığı bile göremez oldum. Kardan oluşan bir perde önümü kapatmıştı sanki. Ahır kapısının gıcırtılı sesi bir çığlık gibi geceye yayıldı. Huysuzlaşan atın ayak seslerini yeniden duydum. Acıkan hayvan, ahıra girenin yem yetireceğini sanıyor olmalıydı. Çok geçmeden kardeşimin sırtını sıvazlayarak getirip yerine koydu ve çişini haber verdiğini için yanağına bir öpücük kondurdu. Sonra üstünü örtüp yanıma geldi.

Havluyu birkaç kez daha ıslatıp değiştirdi. Yanmakta olan soba borusu gibi sıcak olan bacağım havlu kurutacak gibiydi. Oda sıcaklığı normal olmasına karşın, üşümem gittikçe arttı. Ne yapacağını şaşıran kadıncağız, çareyi sobayı yakmakta buldu. Sobanın üst kapağını açıp, içinde ateş olup olmadığına baktı. İçerdeki ısıyı hortum gibi emen hava, tezek ateşi mi bırakırdı ki... Kadıncağız külçekeni (Kalın saçtan yapılmış, saplı faraş) alarak sobanın önüne diz çökerek kapağını açtı ve külü sobanın yanındaki tenekeye boşalmaya başladı. Sonra sobaya iki geven (Dikenli ve yağlı bir bitki) yerleştirip akşamdan kırarak hazırladığı tezek parçalarını üstüne yığdı. Sonra kibriti çakarak tutuşturdu. Borular soğuk olduğundan, duman önce içeriye doldu. Daha sonra ise gürültüyle yanmağa başladı...

O gece ne ben, ne de annem uyku yüzü görmedik. Günün ilk ışıkları, yarı buz tutmuş pencere camından içeri süzüldüğünde biz hâlâ oturuyorduk.

Babamın uyandığını gören annem, söylenmeye başladı:

“Biraz kıpırda da kalk!”

Uyku mahmurluğunu üzerinden atmayan babam o ani çıkışa bir anlam verememesine karşın, bir süre annemi duymamış gibi susup sonra başını yastıktan kaldırdı ve:

“N’oluyor sana sabah, sabah?” diye sordu sertçe.

“Çocuğun bacağı çok ağrıyor. Gidip Mirza’yı dayıyı getir de bir baksın. Sabaha kadar ne kendisi uyudu, ne de beni uyuttu.”

Babam yatağın içinde gerinerek:

“Durup dururken bacak niye ağrısın, düşünce bir yere çarpmıştır.”

“Çatlamış da olabilir. Biz yine de bir gösterelim.”

“Tamam kalkıyorum...”

Mirza, seksen yaşını çoktan devirmiş aksakallı, kısa boylu, yaşından beklenmeyecek kadar sağlıklı ve de kamburunu çıkararak yürüyen biriydi. Anımsadığım kadarıyla çocukla çocuk, büyükle büyük gibi konuşur ve herkesle şakalaşırdı. Onun anlattığı masalların tadı bir başkaydı doğrusu. Çileli geçen yaşamöyküsü de masalları kıskandıracak kadar ilgi çekiciydi diyebilirim. Köyümüzde ve çevre köylerde kırıktan, çıkıktan en iyi anlayan oydu dersem yayan söylememiş olurum. Kolu-bacağı kırılan insanları, hatta hayvanları bile o tedavi ederdi. Komşu köylerden bile gelip onu götürüyorlardı.

Annem, bacağımda bir çatlak olabileceğine kendini iyice inandırmıştı.

Giyinme işini ağırdan alan babama seslendi:

“Elini biraz çabuk tut!“

Babam yine onu duymazdan gelerek, sakin bir şekilde elbiselerini giymeyi sürdürdü. Giyinirken arada bir de annemim yüzüne bakıp başını sağa-sola sallıyordu. Annem susacak gibi değildi. Ama o hiç acelesi yokmuş gibi odadan çıkıp ahıra yöneldi. Hayvanların samanını, otunu dağıttı. Ahırı süpürüp temizledi... Babam işi ağırdan aldıkça annem daha çok kızıyor, sesini yükseltiyordu. Duyduğu yakınmalardan bıkmış olacak ki, adamcağız paltosunu alıp yola koyuldu...

Çok geçmeden Mirza dayı kapıyı açıp içeri girdi. Elinde her zamanki ucu teneke kaplama bastonu vardı. İçeri girer girmez bastonunu sekiye dayayıp, paltosunu çakardı. Annem paltoyu elinden alıp direğin yanındaki halı yastığın üzerine koydu. Üşümüş olan yaşlı adam yanan sobaya yaklaştı. Ellerini birbirine sürtüp biran önce uyuşukluğunu giderme çabasındaydı. Siyah gömleğin üstüne “V” yaka kahverengi bir kazak, onların üstünde ise kendine bol gelen yamalı bir ceketi vardı. Başına koyduğu keçi kılından yapılma papağının altında, çukura kaçmış kara gözleri birer nokta gibi parlıyordu. Uzun ve beyaz kaşları başındaki papağın altına girebilecek kadar uzundular. Siyah kadife pantolonunu paçalarını, nakışlı yün çoraplarının altına koymuştu. Birkaç kere ayağını yere vurarak, lastiklerinin üzerine ve çoraplarına yapışan karları temizledi. Bacalarından başlayarak vücuduna yayılan sıcaklık hoşuna gitmiş olmalı ki, bir süre hiç kımıldamadı. Sonra, koşuya hazırlanan atlet gibi bir ayağını öne doğru uzatıp, omuzlarını oynatmaya başladı... Yeterince ısındığına emin olduktan sonra gelip yatağımın yanına oturdu ve ağrıyan bacağımı önüne alarak incelemeye başladı.

Annem, eve doktor gelmiş gibi rahatlamıştı. Önce ihtiyar adamı öven cümlelerle başladı söze. Bu işi ondan başka kimsenin bilemeyeceğini, en iyi tedaviyi onun yapacağını... Anlatıyor da anlatıyordu... Adamı dünya çapında bir doktor yapıp çıktı! Babam ise, “Yeter artık, bu kadar da büyütme” der gibi annemin yüzüne bakıyordu. Yaşlı adam hakkında konuşulanları umursamaz gibi görünmesine karşın, dikkatle dinlediğini biliyordum; Çünkü arada bir elmacık kemiklerine yapışan esmer derisi gerilip gevşiyordu.

Yaşlı adam bacağımın sağını-solunu elledi, sıktı ve beni defalarca dana gibi böğürttü... Yüzüne bakınca, köye gelen çingenelere yaptırdığı dişlerinin ağzında olmadığını fark ettim. Damağını yaraladığı için uzun zamandır kullanmadığını duymuştum. Bembeyaz sakalının ve üst dudağını kapatan bıyıklarının arasında kaybolmuş ağzından çıkan dili, başını yuvadan uzatıp geri çeken, tüylenmemiş kuş yavrusunu andırıyordu. Uslu durmadığım için o testere gıcırtısını andıran sesiyle yeniden kızdı, homurdandı. Fakat bacağımın ağrısı susmayla, uslu durmayla dinecek gibi değildi...

Devam edecek...

 
Toplam blog
: 72
: 1492
Kayıt tarihi
: 23.07.06
 
 

Edebiyata ortaokul yıllarında şiirle merhaba dedim. O yıllarda şiirlerim ve yazılarım yöresel gezete..