Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Şubat '10

 
Kategori
Öykü
 

Aya düşen fotoğraf

Gök delinmiş gibi suyunu boşaltırken, yıldırımlar ahşap evi sarsarak aydınlatıyordu. Bu deli yağmura aldırmadan işliyordu evin yıllanmış aslan başı tokmaklı nefti yeşil kapısı. Eve girip çıkan komşu kadınların beyaz ipek yemenileri birkaç saniye yağmuru yedikten sonra cazibesini bir çaput parçasına bırakıp sönüp gidiyordu.

Bu gece Mimar Salih Beylerin evinde mevlid okuyan Hoca Hanımın tecvidinden başka bir ses duyulmuyordu. Kapının önünde woswagen marka bir araba durdu. Arabadan inenler ellerini başlarına koymuş halde kaçarcasına attılar kendilerini kapının önüne. Bekleniyorlarmış ki tokmaklanmaya gerek kalmadan sonuna kadar açılan kapıdan içeriye hızlıca girdiler. Alt kattaki büyük salonda toplanmıştı kadınlar. Çoğunun başında yemeni, ellerini kavuşturmuş, sanki bir koro şefinin bir hareketiyle öne arkaya sallanma halinde, Kur’an okuyan Hoca Hanımın okuduğu duaya eşlik etmekteydiler. Evin içine girer girmez çam kokusuna karışmış gül suyu ve şeker kokusu karşılıyordu misafirleri.

Melahat Hanım Kırkiki yıl aynı yastığa baş koyduğu kocasına son vazifesini eksiksiz yapabilme telaşı içinde acısını unutmuştu bir an. Gözleriyle bir yandan helvacı kadını kontrol ederken bir yandan da kapıdan giren misafirleri kaçırmamaya gayret ediyordu. Oğlu Fikret, Gelini ve torunuyla hızla girdikleri kapının önünde donakalmıştı. Yağmurdan saçları ve omuzları ıslanmıştı. Melahat Hanım onları görünce kendini atıverdi kapının önüne Fikret’in boynuna öyle bir sarılışı vardı ki tüm gücünü o ana saklamış, artık dayanacak takati kalmayan bacakları birden yere yığılıvermişti. Gök mavisi gözlerini sonuna kadar açmış bir halde babasının kollarındaki kadına onu ilk defa görüyormuş gibi bakan küçük oğlan çocuğunun şaşkın bakışları arasında düşmeye az kala tutup kaldırdılar, iç odalardan birisine taşıdılar kadının yorgun ve külçeleşmiş bedenini.

***

Salih Bey Cumhuriyet yıllarının yetiştirdiği İzmir’in ilk mimarlarından idi. Üçü kız ikisi erkek evladı oldu. Seferihisar’da oldukça geniş bir arazi üzerinde mandalina bahçeleri vardı. Geniş bir araziye kurulu bu bahçedeki iki katlı ahşap evi de kendisi yapmıştı. Evin önünde taşlık yolla fıskıyeli havuz arasındaki birkaç metre ileride kocaman bir dut ağacı vardı. Bu evi yaptığı yıl kameriyeyi kuracağı yeri belirledikten sonra kendi eli ile dikmişti dut ağacını.

Salih Bey meyve vermeyen ağaçları pek sevmezdi. İlk kızı Hikmet için bir erik ağacı, İkinci kızı Sevim için bir kayısı, Rauf için yeni dünya dikmişti. Çocuklarıyla gün be gün ağaçlar da büyümüş, zamanla doğum günlerini unutsalar bile her biri farklı mevsimde dikilen bu ağaçlar asla bu hafıza kaybına izin vermedi. En küçük kızı Fitnat için Portakal ağacı dikildiğinde, bahçede bir asma olmadığını fark etti. Son numara oğlu Fikret’in doğumu bu asma fikrinin teşebbüsüne denk gelmişti. “Bütün çocuklarına bir ağaç” geleneği bozularak Fikret için Akhisar’dan getirilen siyah üzüm asması dikildi. Yıllar sonra asmanın ilk salkımlarını sunmasıyla iri siyah taneli üzümleriyle Fikret’in gözleri arasındaki benzerlik hiçbir aile ferdinin dikkatinden kaçmamıştı. Hakikaten bu benzerlik sanki onların karakterini bu ağaçların belirlemiş olabileceği fikrini sabitleştiriyordu. Hikmet genellikle asık suratlı olup halinden hep şikayet ederdi. Onun ağacının meyvesi erikler de hiçbir zaman tatlanmaz, meyvesi çocuklar tarafından düşürülmeden üzerinde en çok kalan ağaç olması kaçınılmaz olurdu. Sevim, bu ailenin hem sarışın olması hem de tatlı dilli olması bakımından Melahat Hanım’a da en çok benzeyen aile ferdi unvanını hep taşıdı. Fitnat kara kuru zayıf olmasına rağmen içine girdiği her topluluğa tıpkı bir portakal kokusunun arsızca yayılması gibi mutluluk bulaştıran bir yanı vardı. Rauf, ağacı yeni dünya gibi kısa boylu bir o kadar da zorluklara dayanıklı idi. Çocuklarının mizaçlarının bu meyve ağaçlarıyla benzeşmesi bu geleneğin torunlarda da yaşatılmasını şart koşmuştu.

Değiştirilemeyecek gelenekler sadece bunlar değildi elbette. Her yaz bütün aile fertleri kat’i şekilde Salih Bey’in belirlediği zamanlarda bu aile toplantılarında bulunmak durumunda idi. Mazeret beyan etmeleri kabil değildi. Mandalina kokularının ferahlattığı yaz akşamlarının dayanılmaz güzelliği canlandı Melahat Hanım’ın gözlerinde. Artık bu akşamların yaşanmayacağı fikri Melahat Hanım’ın kalan gücünü de tüketmişti.

Cenaze gömüldükten iki gün sonra ailenin tüm çocukları, eş, dost, akraba derken dayanacak takati kalmadı Melahat Hanım’ın. Herkes kocasının ne kadar mert iyi yürekli fukara babası olduğundan bahseder dururken o sadece tek bir şeyi düşünüyordu: Yıllardır eşinin kendisinden bile gizlediği gümüş oymalı kutuyu… Anahtarını nereye koymuş olabilir? Birkaç kere onu o kutunun içindekilere bakıp dalıp gidişi hiç gözünden kaçmamıştı. İçini kemiren merak duygusuyla o kutuda ne olduğunu birkaç kez sormak istemiş fakat kocası geçiştirmişti öylece. Çerkez adetleriyle yetişmiş olmanın gururuyla bir daha üstelememişti, yasak olan eşyaları karıştırma arzusuyla yanan bir çocuğun heyecanıyla içindeki şüpheleri de büsbütün artmıştı. Ortalık sakinleşip herkes odalarına çekilince o da yıllardır hayatını paylaştığı kocasının cevizden elbise dolabına yöneldi. Tek tek itina ile çikardı gömleklerini… Ceketlerinde hala kokusu vardı. En sevdiği kahverengi çizgili takımı ona çok şeyler hatırlattı. Ensesine görünmeyen bir nefesin üflemesiyle ürperir gibi sarsıldı bedeni. Kendi elleriyle ördüğü yün şapka, rahmetli şapka takmayı pek sevmezdi, arada sırada çok soğuklarda başı üşümesin diye kullandığından yepyeni duruyordu. Gençlik yıllarından beri giydiği, atmaya kıyamadığı çok sevdiği siyah paltosuna sarılıp soğuk yatağın üstüne uzandı. O sırada bir şıkırtı duydu. Paltonun ceplerine baktı bir şey yoktu. İç ceplerinden birine eline attığında küçük bir anahtar olduğunu anlamanın heyecanıyla hızla elini cebe sokup çıkardı. O gizemli oymalı kutunun anahtarları olmalıydı. Yıllardır merak ettiği şeyleri şimdi öğrenebilecekti, ama içini bir korku kaplamıştı. Dolabın ikinci rafında eski çizimlerini sakladığı rulonun arkasında duran gümüş işlemeli kutuya uzanırken elleri titredi. Belki de açmamalıydı. Açtığında rahmetli kocasının o siyah iri gözlerini karartarak ona bakacağından korktu bir an. İhanet ediyormuş gibi gelse de merak duygusu ağır bastı ve hiç düşünmeden anahtarın bu kutuya ait olduğundan emin olarak deliğine yerleştirdi. Anahtar sahibine kavuşmanın sevinciyle bir kere de açtı kutuyu.

Hala tereddüt içindeydi, ama yok açmıştı artık dönüşü yoktu. Küçük gazete haber küpürleri, yabancı ülkede olduğu anlaşılan ev fotoğrafları, daha altlarda sararmış kağıtlar gördü. Eşinin el yazısıydı bunlar. Hızlı hızlı göz gezdirdi kağıtlara. Eşi şiir mi yazıyordu? Bundan onun haberi niye olmamıştı hiç? Boynunda asılı gözlüğünü taktı ve okumaya başladı. “Nesin sen tanımlayamadığım bir felsefesi mi aşkın? Neden bir uzak bir yakınsın? Gönlümde esen bir rüya mısın? Hoyratça dolaşmaktan hoşlanan bir gezgin mi?” kime soruyordu bu kadar soruyu? Şiir okumayı çok sevdiğini bilirdi ama eşinin de yazdığını hiç tahmin bile etmezdi. Eşinin yazısına benzemeyen başka bir şiir daha vardı. Dörde katlanmış kağıdın kat yerlerindeki yazılar silinmeye yüz tutmuştu. Heyecanı daha da artmıştı. Hızla okudu dizeleri:

“Takatsiz bakışlarımızla yaşatmaya çalıştık aşklarımızı

Yarı ürkek bir cesaretle savunduk

Sabırlar kaçınılmazdı, isyan yasak

Yazık olurdu oysa sevdaya sınır koysak

Sabahlara bıraksak yüreğimiz, gün doğmazdı

Gecelere saklasak mehtap düşmezdi üzerimize

Belli biz kurban etmiştik sevgimizi

Oysa… İnsan yaşam kadar güzel olmalı der bütün kahinler

Sırlar yeşermeli yüreğinde Buruk bir ezgiyi yineler gibi sevmeli…

Artık okuyamıyordu, göz pınarlarını dolduran yaşlar izin vermiyordu. Basbayağı aşk şiirleriydi bunlar. Sanki umutsuzluk vardı şiirlerde, kabüllenilmişlik vardı. O kadar çoktu ki böyle kağıt parçaları vazgeçmişti gönüllüce okumaktan. Kutuyu karıştırmaya devam etti titreyen ellerine hakim olamadan. Sararmış siyah beyaz bir fotoğraf gördü kutunun kuytu köşesinde. Duvara yaslanmış yanındakilere manidar bakan bir genç kızdı fotoğraftaki. Hafif tebessüm ediyordu. Kimdi bu? Hiç tanımadığını düşündü. Akrabalarında var mıydı böyle biri diye geçirdi aklından. Yoksa yoksa düşündüğü… Hayır olamaz yıllardır gizli gizli baktığı bu fotoğraftaki miydi yoksa? Ne yapacağını ne düşüneceğini bilemedi o an. Bir fotoğrafa bir elindeki şiirlere bakarken kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Sorular kafasında bir o yana bir bu yana dağıldı yaprak misali. Cevaplarını bulmaktan çok sonuçlarının acıtmasından korkuyordu. Gümüş işlemeli kutunun en altında ağzı yapıştırılmış bir zarf duruyordu. Zarfın üzerindeki yazıyı okuyunca birden daha da heyecanlandı “sevgili eşime” rahmetlinin el yazısıyla. Elleri titriyor, kalbinin çarpıntısı gittikçe artıyordu. Böyle bir şeyi beklemediğinden mi yoksa sevincinden mi ağlayacak gibi olmuştu. O kadar çok ağlamıştı ki göz pınarları kurumuştu zaten. Zarfı eline aldı, incitmeden dörde katlanmış kağıdı açtı…

“Sevgili eşim” diye başlıyordu. “…uzun zamandır bu mektubu sana yazıp yazmamayı düşündüm sonunda kararımı verip yazıyorum işte. Biliyorum bu kutunun sırrını hep merak ettin ürkerek uzaktan seyredişinin ardında hep sorgulu gözlerin vardı. Ben o sorulara cevap veremeyeceğim için yüzüne çoğu zaman bakamıyordum. Bir gün senden önce gidersem bu kutunun ilk defa senin ellerin tarafından açılacağını çok iyi biliyordum. Gördün işte bu kutudakileri. Sırlarla ne kadar yaşayabiliriz ki inan bir sırrı saklamayı gerçekten istiyorsan kimsenin yardımına ihtiyacın olmuyor. Senin soracağın soruları duyuyor gibiyim. Şiirler mi? Benim el yazımla yazıldığın görüyorsun niçin şiir yazıyordun da haberim yoktu diyeceksin biliyorum. Neyse o uzun bir mevzu sonra değinirim. Senin kafanı en çok kurcalayan siyah beyaz fotoğraf oldu sanırım. O fotoğraf benim için çok özel anlamlar ifade ediyor. Özel anlam deyince yanlış anlama sakın sadece yerine getirilmemiş bir emanetten ibaret. Uzun yıllar önce Anadolu gezilerim esnasında tanıdığım ve onu tanımaktan gurur duyduğum bir insan… Ben onu tanıdığımda o, o fotoğraftaki yaşının çok üstündeydi aslında. Dostluk, paylaşma hep onunla anlam kazandı. Tanısan sen de çok severdin eminim. O fotoğrafla bir tesadüf eseri buluştum. Yıllardır kara kalem çizdirmek istiyormuş o fotoğrafını, ben de bizim Hayri ‘den _ bilirsin ressam kendisi_ bir söz aldım. O fotoğrafın resmini çizmekte tembellik yaptı yıllarca. Sözünde duramamanın bendeki ezikliğini bilirsin, fotoğraf Hayri’ de kaldı uzun yıllar. Bir gün resmi tamamladığını söyleyip fotoğrafı bana geri getirdi. Fotoğraf ve resmi postalamak için eski telefon ve adres defterlerini karıştırdım. O’na ait telefon ve adreslerden hiç cevap alamadım resmi koyacak bir yer olmadığı için Hayri’nin atölyesine bıraktım. Bu emaneti yerine ulaştırmadan göçersem benim görevimi üstlenmeni istiyorum. Fotoğrafın arkasında bazı telefon numaraları ve adresler var. Ona ait bir bilgiye sahip birisine mutlaka ulaşacağına inanıyorum. Resim Hayri’nin atölyesinde olmalı bir emaneti geç de olsa ulaştırmanın rahatlığını şimdiden hissediyorum. Şiirlere gelince onlar ilk gençlik heyecanlarımın ürünleriydi. Atmaya yırtmaya kıyamadım yanlış anlaşılmaktan da korktum. Bilirsin duygularımı ifade ederken zorlanmışımdır hep. Sen yine de farz et ki o şiirlerin sahibi sensin. Bunca yıl bunca zorluklara benimle sırt verdin çocuklarımın anası benim hayat arkadaşım oldun. Onlara sahip olma hakkına senden başka kim layık olabilir ki? Yalnız hepsini okudaktan sonra çok rica ediyorum Ay’ın en parlak olduğu bir gecede hepsini yak ve bir kez Ay’a bak. Bunun anlamını sorma ne olur. Sadece Ay’a bak!

Elindeki mektupla dalıp gitti. Kafasındaki tüm sorular bu mektupla çözülüp gitmişti artık. Ama içi yine de rahat değildi yorgun bedenini yatağa bıraktı eşinin paltosunu yavaşça üzerine çekti. Eşinin ölümünden birkaç ay sonra son isteğini yerine getirmek üzere ressam Hayri’nin atölyesine gitti. Atölyenin en iyi ışık alan duvarda asılı duran tablo sahibini bekler gibi yapayalnızdı. Fotoğraftakinden daha alımlıydı sanki gözlerindeki ifade, yan bakışı, tebessümü… İşin en zor kısmı emanetin ulaştırılacağı adresi bulmak olacaktı. Birkaç yere telefonlar açtı, ama artık orada onun adını hatırlayan hiç kimse yoktu. Silinmiş bir adres ilişti gözüne bunu da denemeliyim dedi içinden şehir dışındaki bu adrese ulaşmak zor olur muydu ama ne olursa olsun vasiyet yerine getirilmeliydi.

Terminalden yerini ayırtıp yola çıktı sanki bir el her şeyi öyle güzel tertip etmişti ki adresteki semte ulaşmada hiç zorluk çekmedi mahalle, sokak adları da aynıydı. On üç numaralı evin önünde durdu kapısının iki yanında sardunyalar, papatyalar olan demirden dış kapıyı açtı. Patika küçük mozayık taşlarla kaplıydı heyecanı büsbütün arttı, kapı zilini çaldı. Açan yoktu. Sonra ayak patırtılarıyla kapıyı bir genç kız açtı. ” Buyurun!” dedi. Melahat Hanım “ben O’nu arıyorum” dedi. Elindeki fotoğraf terden ıslanmıştı. Genç kız bir fotoğrafa bir kadına baktı. “ Anne biraz gelir misin?” diye içeriye seslendi. İçeriden ince uzun boylu, 35 yaşlarında genç bir kadın geldi. Bu kadın fotoğraftaki kadına öyle benziyordu ki heyecanı büsbütün arttı. Güler yüzle ”Niçin kapıda bekletiyorsun kızım, içeri buyurun lütfen” Melahat Hanım aradığını bulmanın sevinciyle tereddütsüz daveti kabul edip içeriye girdi. Bu ziyaretinin sebebini bir çırpıda anlattı. Genç kadın fotoğrafı eline aldı. Hüzünlü bir tebessüm vardı dudağında bu haliyle büsbütün benziyordu fotağraftaki “O Kadına. “O benim annem diyebildi. Uzun yıllar Amsterdam’da yanımdaydı. Geçen yıl vatan hasretine dayanamadı “ son günlerimi evimde geçirmek istiyorum” diye gelmişti “ Birkaç ay evvel kaybettik onu.” bu haber büsbütün üzdü Melahat Hanım’ı. “ Keşke kendisine emanetini verebilmiş olsaydım” dedi. Tablonun yapılış hikayesini anlattı kısaca. İçinden onu tanıyamayışının burukluğuyla “ Nasıl bir insandı, tanıyamadığıma üzüldüm” dedi.

Genç kadın uzaklara daldı. Annesi hakkında hiç kimse böyle bir soru sormamış gibi şaşkın ve dalgın… “ çok iyiydi…” diyebildi. Ve devam etti.” Şair ruhluydu, hassastı. Şiirler yazardı ama bize hiç okumazdı. Bir kez ablamla okumaya kalkışmıştık ta fena pataklamıştı. Amsterdam’da yaşarken pencerenin önünden hiç ayrılmazdı. Özellikle geceleri oturmayı severdi. Parlak gecelerde gökyüzüne bakar Ay’ı seyrederdi. Bize de “ sevdikleriniz dünyanın diğer ucunda da olsa aya bakınca onları yanınızda hissedersiniz. Onların da aya baktığını farzedip dünyanın neresinde olursanız olun yanyana olursunuz. Sevdiklerinizi özlediğinizde Ay’a bakın çocuklarım” derdi. İşte böyle de romantik bir kadındı. Bu son cümle Melahat Hanım’ın kanını dondurdu “ Aya bak! Ne olur anlamını sorma!” diye yazmıştı eşi. Son vazifesini tamamlamanın huzuruyla evine döndü. O gece ay, hiç olmadığı kadar parlaktı. Gümüş oymalı kutudaki eşine ait olan ve olmayan şiirleri hiç okumadan tek tek tutuşturdu. Kül olmaları sadece birkaç dakika sürmüştü. Ay’a baktı ve kalan külleri rüzgarın kollarına bırakıverdi. Görevini yapmanın huzuruyla dopdoluydu içi. Bir sırrın ortağı olmanın hüznüyle yatak odasına yöneldi.

Âzade

 
Toplam blog
: 6
: 516
Kayıt tarihi
: 02.02.10
 
 

Eğitimciyim. Ankara'da yaşıyorum.Edebiyat, felsefe, sant, tiyatro, sinema ilgi alanım. Hayata dai..