Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ocak '09

 
Kategori
Güncel
 

Aydın!..

Bu ülkenin kadim "münazara" konularının başında gelir; "Aydınlık nedir ve aydın kimdir" sorunsalı..
Bu değin tartışılmasına rağmen, çok kolay kazanılabilen bir payedir üstelik "aydınlık" Türkiyede..

Kelimenin kültürel hayatımıza bir "münazara" konusu olarak girişi, Osmanlı'nın gerileme dönemlerinden itibaren başlayan "Batı hayranlığı" ile yakından ilgilidir.

Avrupa'nın "Orta Çağ" ının akıl ve bilimi dışlayan, Kilise hurafelerinin toplumsal hayata egemen olduğu dönemlerinden Rönenans yoluyla çıkışı, "Aydınlanma Çağı" olarak nitelindirilir. Dünya yuvarlak, dediği için asılan adamlar, psikolojik rahatsızlıkları dolasıyla, içine Şeytan girmiş diye ateşlerde yakılanlar ve nihayet Engizisyon "mahkeme" lerinde daima mahkum edilenler, Batı Orta Çağının sıradan manzaralarıydı..

Batılı aydın, bu "karanlık" çağa karşı koyduğu ve bilimi öne çıkardığı için "aydınlanmacı" oldu. Avrupa toplumları bu gerçekten "aydınlanmacı" entellektüeller elinde gelişme üzerine gelişme kaydetti.

Oysa, bizim bir "Orta Çağ" ımız hiç olmadı. Bu yüzden, bizdeki Batı etkisinde kalmış "aydınlanmacı" lar, her hangi bir karanlığı aydınlatmadıkları için, "köksüz" kaldılar.Bu köksüzlüğün doğal sonucu, kendi kültürüne ve insanına "yabancılaşma" olarak tezahür etmiştir.

Özellikle Tanzimat dönemiyle iyice görünür hale gelen "Batı hayranlığı", giderek Batılı hayat tarzını benimseme ve kendi yaşama formatından "nefret" etmeye dönüştü. Belki de bu yüzden, Kurtuluş Savaşı dolasıyla Anadoluyu keşfeden İstanbul aydını, gördüğü manzaradan irkildi ve hatta "tiksindi"...Yakup Kadri'nin "Yaban" ındaki, Ahmet Celal bu tip "aydın" ın ideal prototipidir.

Savaşta sağ kolunu kaybettiği için, emir eri olan Mehmet Ali'nin Porsuk çayı kıyısındaki köyüne giden Ahmet Celal, hayallerinde huzur dolu bir cennet gibi idealize ettiği Anadolu'yu görünce tam bir şok hali yaşar. Ahmet Celal'in gördüğü Anadolu, insanıyla ve coğrafyasıyla, adeta Taş Devri'ni yaşamaktadır. O kadar ki, bu garip toprakların, tepeleri "ur"; dereli "cerahat"; insanları "çarpık" tır. Üstelik bu tuhaf insanlar, kahramanımızı "Yaban" diyerek dışlamaktadırlar..Romanın bir yerinde Ahmet Celal, kendisini orada gördüğü, buruşturularak atılmış bir "konserve kutusu" na benzetir. Aslında bu benzetme, kahramanımızın acı gerçeği "itiraf" ından başka bir şey değildir.

Tanzimattan Cumhuriyete uzanan çizgide Türk "aydın" ının, kendi "yerel" değerlerine bakışı, aşağı yukarı bu merkezli olmuştur. Türk "aydını" köylüsünü ancak inandığı/inandırıldığı Batılı ideolojisinin kalıplarına uydurarak benimsemek istemiştir; olduğu gibi değil. Bu bakımdan Türk romanında Anadolu, çoğunlukla "Marksist" felsefenin "şablonu" içerisinde yansıtılmıştır. Ama elbette bu uzun bir araştırma ve inceleme konusudur.

Günümüze gelelim: Bugün, "aydın" denilince akla gelen nedir?

Bir kere, günümüzde de "aydın" payesini almanın ilk ve temel şartı, "dini değerlerden uzak" olmaktır..Hatta buna "dini değerlere karşı olmak", demek daha doğru olacak..Bunun nedeni, Türk "aydın" ının bu vasfı, Batılı meşreptaşlarından taklid yoluyla almış olmasındandır. Yukarda değindiğim gibi, Batılı aydın, Kilise'nin hurafelerle dolu "iktidarına" karşı koyarak kendini ve ülkesini aydınlatmıştır..O halde Türk aydını da bunu yapmalıdır; yani dine karşı durmalıdır, bu anlayışa göre..

Çelişki, işin temelinde başlayınca, yapının çarpık olmaması mümkün müdür; Avrupa Orta Çağ'ın karanlığını yaşarken, İslam dünyası gerçek bir "aydınlık" içerisindedir. Bu aydınlığın "kandili" de bizatihi İslam Dininin kendisidir.

Bu gerçeğe gözlerini kapayan Türk aydını, zaman içerisinde, referansı mutlaka Avrupa'dan olmak şartıyla, fikir ve felsefe planında dümensiz gemi gibi başıboş gezinip durmuştur.

Özellikle Tek Parti döneminden başlayarak, "Kemalist" ideolojinin çizdiği sınırları aşmayan; bütün dünyayı bu dar çerçeveye sığdıran bir "aydınlık" payesi daha gelişmiştir ki, bunun temelinde de, gerçekleşme ortalaması on yıl olan "darbe yönetimleri" nin etkisi vardır.

Darbeler, Türk entellektüel hayatının gelişmesine izin vermemiştir. Zaten, her on yılda bir "darbe" olan bir ülkede gerçek bir "entellektüel iklim" in oluşması mümkün değildir. Kültürel hayat, tıpkı ormanlar gibi, ancak elli yılda gelişip palazlanabilecek bir hayattır. On yılda bir köklediğiniz ağaçtan ne kadar sürgün beklersiniz?.

Bu gerçek, entellektüel hayatımızın merkezi konumunda olması gereken Üniversitelerimize bakılınca açıkça görünüyor: Kapısında öğrencilerinin kılık kıyafetini kontrol eden, çizdiği şablona uymayanları kapıdan kovalayan Üniversite hocaları..Dünya Üniversiteleri arasında, bilimsel yayın ve araştırma bakımından ilk beş yüze giremeyen bir "üniversel" hayat!!!.. Manzara ne yazık ki budur..

Son zamanlarda geliştirilen "İslamcı aydın" tamlaması da- zaman zaman hepimiz kullandığımız halde- sağlıklı bir tabir değildir. İslamcılık-ki aslında dindarlık demek lazım- ile "aydın" kelimesi zoraki izdivaç kurbanları gibi, birbirine fazlasıyla iğreti duruyor. Bunun nedeni, yukarda değindiğim, Türkiye' deki "aydın" kelimesinin etimolojik kökeniyle ilgilidir.

Buraya kadar geldikten sonra, şu soru akla gelecektir: " O zaman bu ülkede gerçek manada aydın var mıdır, varsa kimdir?"

Benim bu soruya verecek açık bir cevabım yok..Çünkü benim "aydın" olmak ve "aydın aramak" gibi bir sorunum yok..

Mevlana'yı, Yunus Emre'yi yetiştirmiş bir kültürün, çağdaş "aydın" lar bulması kolay değildir zira!...

 
Toplam blog
: 1645
: 822
Kayıt tarihi
: 19.01.08
 
 

Edebiyat, kamu yönetimi ve gazetecilik tahsili... 27 yıllık eğitimcilik hayatından sonra emeklili..