Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Şubat '10

 
Kategori
Siyaset
 

Balyoz Operasyonu: Birilerinin "beleş iktidar" özleminin faturası sadece askere mi çıkacak?

Balyoz Operasyonu: Birilerinin "beleş iktidar" özleminin faturası sadece askere mi çıkacak?
 

Bu başlık soyut bir iddiadan, hayalperest bir fanteziden ibaret değildir. Yakın geçmişimizde yaşanan olaylardan ve somut göstergelerden yola çıkarak hayatın olağan akışına göre hazırlanmıştır.

Belki de birbiri ardına yaşanan sıcak gelişmelerden, flaş gündemlerden bir önceki yaşananları çok çabuk unutuveriyoruz. Oysa bugün doğan nurtopu gibi "sorun çocuklarını" dünün olayları gebe bırakmışlardı! Bu nedenle geçmişten günümüze bir yolculuk yapmak istiyor ve yaşanan olayları olabildiğince kısa bir şekilde özetlemek istiyorum.

Cumhuriyetin kuruluş felsefesine, bu felsefenin TSK'ya yüklediği misyona, darbe anayasalarıyla tanzim edilen vesayet rejimine değinerek konuyu uzatmayacağım. Sadece hatırlatmakla yetinip 28 Şubat sürecinden konuya gireceğim.

28 Şubat iktidarının kurulu vesayet rejimini tehdit ettiği ve bu rejimin geleceği konusunda, rejimin esas elemanlarını ciddi şekilde endişelendirdiği çok açıktır. Kaldı ki bu endişe çok haksız da sayılamaz. İktidarın büyük ortağı partinin lideri artık Başbakan'dır ve eski söylemlerini bir tarafa bırakın, sıcağı sıcağına söylediği "İktidar değişimi kanlı mı olacak, kansız mı olacak?", "Rektörler türbana selam duracak!" vs söylemleri hala hafızalardadır. Üstelik Başbakan olur olmaz ilk ziyaretini İran'a yapmıştır. Bu, İran'ın Türkiye'ye rejim ihracı yapacak endişesini güncelleştirmiştir. Peşinden yine bir sivri şeriat ülkesi Libya'ya ziyaret yapılmıştır. Ramazanda Başbakanlık konutunu, uzun uzun sakallı, cübbeli tarikat liderlerinin lüks mersedesleriyle doldurmaları da başlı başına cüretkar bir gösteridir.

Bütün bunlar İç hizmet Kanunu 35. maddesi gereği durumdan vazife çıkarmanın gerekçeleridir.

Vesayet rejimi kendisi için tehdit görerek siyasete müdahaleye karar verdiğinde, tabii ki bu özel amacı açıklayacak durumda değildir. Amacın halk için olduğu söylenecektir. Burada oluşturulan medya ve STK'lar dışında, diğer medyayı ve STK'ları da olabildiğince kendi yanlarına çekerek ve de uygulanacak psikolojik hareketle, kendi partilerinde seçim sonuçlarıyla sabit olan % 20'lik, ya da % 30'luk halk desteğini % 60, %70 gibi göstermek gerekir. Ayrıca organize edilen provokatif eylemlerle Cumhuriyet düşmanı olarak ilan edilen iktidarın düşmanlığı halka inandırılmaya ve yapılacak harekete meşruiyet sağlanmaya çalışılır.

Bu anlamda 28 Şubat müdahalesi çok başarılıdır. TSK, yüksek yargı, yüksek bürokrasiye ilaveten merkez medya ve beş büyük sendika ikna edilerek sürecin içine aktif olarak çekilmişlerdir. İktidar Partisi RP'nin Başbakan, bakanlar ve milletvekillerinin de sorumsuz ve tahrik edici beyanlarıyla, kurulan tuzağın tam ortasına balıklama atlama aymazlıkları işleri daha da kolaylaştırmıştır.

28 Şubat sürecinde, başta yüksek yargının iktidar partisini kapatması olmak üzere, tüm elemanlar görevlerini hakkıyla yerine getirmişlerdir, ama süreci organize eden, yürüten ve dolayısıyla öne çıkan TSK'dır. Geçmişten beri zaten korkulan ve dokunulmaz olan asker daha da dokunulmaz olmuştur. Asker de bunun farkındadır. Başbakan'a hakaret de dahil, yapılan cesur açıklamalara hesap sorulmamıştır.

Süreç, Kasım 2000 ve Şubat 2001 tarihlerinde, Cumhuriyet tarihinin en büyük ve en yıkıcı ekonomik krizleriyle duvara toslamıştır. Ve çok radikal siyasi değişimler ortaya çıkmıştır. Halk, her ne kadar değerlerini, ve mevcüt yaşam tarzını korumak istiyorsa da, esas olarak ekmeğinin derdindedir. Süreç sonunda ekmeksiz kalmıştır. Bu krize neden olan koalisyon partilerini defterden silmiştir. Sivil toplum kuruluşları da aynı görüştedir. Medyanın önemli bir kesimi de hata yaptıklarının farkındadır.

Ve 28 Şubat sürecinde kapatılan iktidar partisinde öne çıkan ve hapse atılan eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve de Erbakan'ın Prensi Recep Tayyip Erdoğan, "Milli Görüş" gömleğini çıkardığını, değiştiğini söyleyerek yeni bir parti kurmuş ve Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidara gelmiştir. Halk adeta geçmiş dönemin aktörlerine bir sandık darbesi yapmış ve iki partiyi Meclis'e sokmuştur.

Vesayet rejimi ciddi tehdit altındadır. Bu rejimin elemanlarının her halükarda tuzları kuru olduğu için en ağır ekonomik kriz bile onları fazla ilgilendirmemektedir. Önemli olan bu rejimin korunmasıdır, ama yeterli halk desteği olmadan, oluşan, ya da oluşturulan gerekçeler ortaya çıkmadan bir müdahale imkansızdır.

Erdoğan da kurnazca bir taktikle, daha henüz Başbakan bile değilken, AB ülkelerine ziyaretler yapmış ve yönünün AB olduğunu deklare ederek bu konuda yasal düzenlemelere girişmiştir. Bu, vesayet rejimi için iki yönlü bir açmazdır. Birincisi; AB normları Türkiye'ye getirilerek Türkiye demokratikleşecek ve antidemokratik yetkiler elden alınacaktır. İkincisi: Demokrasi cephesine yönelen yeni iktidara "şeriatçı" damgası vurmak imkansız ve mantıksız olacaktır! Vesayet rejiminin çifte nasırına basmak söz konusudur.

Vesayet rejiminin eses elemanlarının doğrudan, ya da dolaylı olarak görüştüklerini ve aralarında karar aldıklarını bilemiyoruz. 28 Şubat sürecinden beri gelen beraberliğin devam etmekte olduğu düşünülebilir. Zaman kaybetmeden iktidar hakkında, vesayet rejiminin siyasi parti ve medya temsilcilerince "takiye" iddiası ortaya atılması ve halk tarafından destek bulmamasına rağmen, israrla bu sözcüğün kullanılması çok manidardı.

Ve Mart 2003'de, yani iktidarın henüz çiçeği burnundayken iddia edilen Balyoz planlarının yapıldığını görüyoruz. Bu çok erken bir tarihti. Bu planın birinci sorumlusu emekli Org. Çetin Doğan, planlar ortaya çıktıktan sonra kendisini savunma adına "pürü pak, yeni gelmiş, değiştiğini söyleyen bir iktidara plan yapılır mı?" sözleri aslında tam da bu çelişkiyi açıklamaktadır.

1. Ordu komutanı sıfatıyla Org. Çetin Doğan, bugünkü kendi mantığına ters düşen bir planı yapmaya neden kalkışmıştır? Doğan 28 Şubat sürecinde yasal olmayan "Batı Çalışma Grubu"nun başkanlığını yapmıştır. Kimbilir belki de bu görevindeki başarıları sebebiyle önü de açılarak yükselmeye devam etmiştir. Süreçteki bir Genelkurmay Başkanı da 28 Şubat sürecinin 1000 yıl süreceğini ilan etmiştir.

Can alıcı soru şudur: Doğan kendiliğinden mi durumdan vazife çıkarmıştır, yoksa kendisine belli yerlerden yeşil ışık yakılmış mıdır?

Bu sorunun cevabını ararken TSK'nın iç yapısına bakmakta yarar vardır. TSK geleceğin subaylarını tespit etmek için daha lisede, binlerce 14 yaşındaki öğrenciler arasından en akıllılarını ve en zekilerini seçiyor ve onlara 24 saatlık disiplin içerisinde en iyi, en çağdaş eğitimi veriyor ve bünyasıne alıyor. İleriki yıllarda bir eleme daha yapıyor ve yine en başarılı ve en zekiler arasından gelecekte TSK'ya komuta edecek kurmaylarını seçiyor. Onlar elene elene gidiyorlar ve en en başarılılar Orgeneral, Kuvvet Komutanı ve bir tanesi de Genelkurmay Başkanı oluyor.

Bu nedenledir ki, Doğan'ın bizzat kendisinin mantıksız dediği şeyi 2003 yılında yapmasını da ben çok mantıksız buluyorum. Kaldı ki, Doğan yalnız da değildir. Neredeyse tüm üst subaylar konunun içerisindedirler. Yani o kadar süper zekaların hepsi birden mantıksızlık yapmışlardır.

Neden? Neden? Neden?

TSK en başarılıları alıp Cumhuriyet'in kuruluş felsefesine uygun en iyi şekilde yetiştiriyor ama; mesleğin yapısı gereği halktan soyutluyor. 14 yaşında yatılı okulla başlayan kapalı devre, askeri lojmanlar, özel alışveriş mağazaları, ordu evleri, ordu kampları ile emekliliğe kadar devam ediyor. Askerlerin üniformalarını çıkardıklarında sudan çıkmış balığa döndükleri ve uyum sorunları yaşadıkları görülmektedir.

Başka bir yönüyle de, içinde yer aldığımız NATO Pakti sebebiyle kurmay subayların Avrupa'ya ve Amerika'ya gitmeleri, oradaki meslektaşlarıyla diyalog içerisine girmeleri ve bugün için dünyanın uygarlık beşiği olan Batı'yı ve Batı sistemini yakından tanımaları söz konusudur. Uygarlığın demokrasi ile yakından ilgili olduğunu yerinde görmektedirler.

O halde TSK nasıl demokrasi karşıtı olabilir? Bir kere TSK'yı tümüyle demokrasi karşıtı görmek insafsızlık olur. Nitekim 2003-2004 yıllarında iddia edilen darbe girişimlerini dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök'ün engellediği söylenmektedir. Ama 1960'dan başlayarak demokrasiye yapılan müdahalelerle, TSK içinde cuntacı bir damarın da olduğu yadsınamaz. Ama, emekli Koramiral Atilla Kıyat'ın "Paşam daha ne bekliyorsunuz diyerek kapımızı çalan o kadar sivil olur ki!" açıklamasındaki gibi sivillerin de müdahalelerde çok önemli rol oynadıkları bir realitedir. TSK içindeki iddia edilen son girişimlerle ilgili de yine askerin sivillerce yanıltıldığı anlaşılmaktadır. Asker için birinci planda laik cumhuriyet önemlidir. Kapalı devre olduğu için laik cumhuriyetin tehdit altında olduğunu kimden öğrenecektir? Tabii ki laik cumhuriyeti savunan medyadan ve laikçi partiden öğrenecektir ve aynı ideolojiden olma sebebiyle onlara sempati ve yakınlık duyacak, peşinen inanacaktır. Ayrıca emekliye ayrılan üst düzey mensuplarından bazıları ilgili gazetenin yönetimine getirilmişlerdir, bazıları da bir tv.'de sık sık canlı yayınlara çıkmakta, siyasi programlar hazırlamaktadırlar!

2003 tarihli ilgili gazetelere ve ilgili partinin Genel Başkanı'nın söylemlerine bir bakın! Ne demişlerdir? İktidar takiye yapıyor, laik cumhuriyet aşındırılıyor, adım adım şeriata gidiyoruz, demişlerdir!

Laik cumhuriyet için seve seve canını vermek için yetiştirilmiş ve buna da hazır olan görevli subayların, inandıkları ve güvendikleri bu kaynaklardan gelen iddialar karşısında sessiz kalmaları düşünülebilir mi? Kalmamışlar ve Balyoz planlarını yapmışlardır.

Daha sonra 2003 ve 2004'de başarısız darbe planları ve uygulamaları devreye girmiş. Bu aşamada, Ergenekon Soruşturması kapsamında ortaya çıkan gerçeklerden anlıyoruz ki; ilgili gazete yöneticileriyle sık sık görüşülmüş!

Bir önemli faktör de dönemin Cumhurbaşkanı'dır. İktidarın atamalarını geri çeviren, çıkardığı yasaları onaylamayan, neredeyse istisnasız Anayasa Mahkemesi'ne götürdüğü her yasayı iptal ettiren, milletvekillerine eşlerinin türbanına göre tek kişilik, ya da çift kişilik davetiye gönderen Cumhurbaşkanlığı makamı laikliğin mabedi olarak gözükmektedir. Cumhurbaşkanı'nın imaları ve uygulamaları iktidarın laiklik karşıtı olduğu istikametindedir. Laiklerce en çok güvenilen kişi de Cumhurbaşkanı'dır.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecine girilmiştir. Bu makama kale gözüyle bakılmaktadır. MGK Başkanlığı, TSK'nın Başkomutanlığı yanısıra 82 Anayasa'sına göre yüksek yargı ve bürokrasi atamalarındaki geniş yetkileri nedeniyle gerçekten de bu makam kaledir. Üstelik laikliğin sembolü olarak görülen Sezer'in gitmesi söz konusudur. Hiç değilse tarafsız biri gelmelidir bu makama...

CHP Genel Başkanı Baykal, cumhurbaşkanlığı seçimlerine neredeyse bir yıl kala gerilimin fitilini ateşledi. Her hafta grup toplantısında ateşli konuşmalar yaptı. Konu hep aynıydı. Laik Cumhuriyet aşındırılıyor, şeriata gidiyoruz, arkasındaki Atatürk'ü göstererek de, ben onun yerine konuşuyorum, diyordu! Parti binaları kızgın bakan Atatürk resimleriyle donatılmıştı!

2007 başlarından itibaren provokatif olaylar, bazı gruplarca şehit cenazelerinde alışık olmayan sloganlar atılmaya ve gösteriler yapılmaya başladı. Peşinden Cumhuriyet Mitingleri yapıldı. Bir psikolojik harekat uygulamasına geçildiği çok açıktı.

Cumhurbaşkanı Sezer Harp Akademilerine yaptığı veda ziyaretinde, kurmay subaylara hitaben: Laik Cumhuriyet, tarihinde hiç olmadığı kadar tehdit altındadır, dedi.

Cumhuriyet Gazetesi: "Tehlikenin farkındamısınız! Saatler 100 yıl geriye alınacak!" kampanyasını başlattı. Aynı gazetenin yazarı Balbay da "Darbeler Türkiye'yi 30 yıl geriye götürür. Şeriat ise yüz yıl!.." diye yazdı...

Bu şartlarda TSK ne yapsın? Ortaya çıkan belgelerden TSK'nın bu dönemde bazı sivillerle çalışmalar yaptığı anlaşılmaktadır. Dursun Çiçek belgesiyle ilgili bir subayın gönderdiği ihbar mektubunda aynen şunlar yazmaktaydı:

"Cunta tarafından "Bilgi Destek Çalışması" adını taşıyan ve 2007'de Yaşar Büyükanıt döneminde hazırlanmış bir rapor bulunmaktadır. Bu raporla ilgili 2007 Eylül ayında dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Org. Ergin Saygun'un emri gereği, üniversitelerden bir kısım akademisyen ve CHP yönetiminden bazı politikacıların desteği ile dönemin Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanı Korg. N.T. himayesinde ... tarafından kamuoyunu yönlendirme maksatlı olarak hazırlanan çok sayıda belgelerden biri..."

Dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Nisan 2007'de bir basın toplantısı düzenledi ve o toplantıda "Sözde değil, özde laiklik istiyoruz" diyerek iktidara göndermede bulundu. Gül'ün cumhurbaşkanı adaylığı açıklanınca da iktidara 27 Nisan'da e-muhtıra çekti!

CHP parti sözcüleri e- muhtıreyı açıkça desteklediler. Baykal da, e- muhtırayı eleştirecek yerde, "Uyarmıştık, dinlemediler" diyerek e-muhtıranın haklı olduğunu ima etti!

Büyükanıt kamuoyundan ve Hükümet'ten beklenmeyen tepki alınca, Başbakan'ın 4 Mayıs'taki Dolmabahçe davetini kabul etti. Dolmabahçe'den içeri "Şahin" olarak giren Büyükanıt "Güvercin" olarak dışarı çıktı!

Peşinden Ergenekon Davası, 22 Temmuz seçimleri, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesi, Ak Parti'ye kapatma davası açılması gibi olaylarla bugüne kadar geldik.

Ak Parti halen iktidarda ve iktidarının 8. yılına girdi. Bugün için hiç kimse iktidar hakkında "Takiye" sözcüğünü kullanmamaktadır. Demek ki, ta başından beri bir çirkin iftira söz konusuymuş!

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, süresini doldurdu ve emekliye ayrıldı. Emekliye ayrılırken lüks otomobilleri ve çalışanlarını beraberinde götürdü. Kamuoyundan uzakta, sessiz sedasız emekliliğin tadını çıkarmaktadır.

"İktidar şeriatı getirecek, saatlerimizi 100 yıl geriye götürecek" kampanyalarının sahibi Cumhuriyet Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni İlhan Selçuk, "Yılbaşında tv. leri seyrettim. Türkiye'ye artık şeriatın geleceğine inanmıyorum" açıklamasını yaptı!

Sanki iktidar değişmiş gibi artık hiç kimse Cumhuriyet Mitingleri düzenlememektedir. "Ordu Göreve" pankartları açılmamaktadır!

Baykal, Ak Parti kapatma davasının kararının açıklanmasına kadar, Türkiye'nin başka hiç bir sorunu yokmuş gibi, her konuşmasında "Laiklik aşındırılıyor, adım adım şeriata gidiyoruz" dediği halde, kararın açıklanmasından sonra, üstelik kararda Ak Parti'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu tesçil edilmesine rağmen, artık irticadan, laiklikten bahsetmemektedir. Kızgın bakan Atatürk resimleri de kaldırılmıştır. Sanki amaca ulaşılmış ve mürteci iktidar değiştirilmiştir! Keyfi çok yerindedir. İktidar olamasa da dikensiz gül bahçesine çevirdiği CHP Genel Başkanlığı nimetlerinden sonuna kadar yararlanmaktadır. Ha sahi bir de Ergenekon avukatlığı görevini çok başarılı bir şekilde yürütmektedir. Ama galiba mızrak artık çuvala sığmamaktadır!

Ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ... Başbuğ, bir ilke imza atarak, iki yıla yaklaşan görev süresince, bir kere de olsa, "İrtica" sözcüğünü telaffüz etmedi. Bununla da yetinmedi, "TSK içinde demokrasi karşıtları barınamaz" dedi. Ama yine de başının büyük derde girmesini engelleyemedi!

Bir taraftan emniyet binalarında bekletilen, adliyede sorgulanan, tutuklanan emekli ve müvazzaf mensuplarını korumak, astlarının güvenlerini kaybetmemek, kurumun saygınlığına gölge düşürmemek için zorunlu bazı açıklamalarda bulunuyor, fakat gün geçmeden başka gerçekler ortaya çıkıyor! Bırakın astlarının güvenini korumayı, kendi güveni de devamlı aşınıyor!

Yani özetle tüm geçmişte, siviliyle - askeriyle, herkesin yaptığı yanlışların faturasını, esas sorumlular keyif çatarken, İlker Başbuğ ödemektedir.

İki buçuk yıla yakın bir süredir MB'de siyaset ağırlıklı yazılar yazıyorum. Bu yazılarımda:

- Askerin bazı siyasilerden on kat daha demokrat olduğunu,

- Darbelerin sivil mutfakta pişip, askeri restorantta servis edildiklerini,

- Siviller olmadan askerin kesinlikle darbeye kalkışamayacağını,

- Askerin siviller gibi koltuk hırsının olmadığını, darbe yapsa bile yönetimi en kısa sürede sivillere teslim ettiğini,

- Birilerinin, iktidar partisinin RP geleneğinden gelmesi nedeniyle, tarihin tekerrür etmesini istedikleri ve 1997'de Mesut Yılmaz'a "altın tepside" sunulan "beleş iktidar"ın kendilerine de sunulmasını beklediklerini yazdım...

Balbay, "bu nasıl darbe, biz içerdeyiz, darbeyi uygulayacak askerler dışarıda" demişti. Balbay'ın haklılığına karar verilmiş olmalı ki askerler de içeri alınıyorlar...

Ya esas sorumlular, yanlış bilgi verip yanlış yönlendirenler, gizli ya da açık "Ordu Göreve" diyenler, esas azmettiriciler, onlara ne olacaktır? Onlar keyif çatmaya devam mı edeceklerdir?

Yukarıda askerlerin ne kadar akıllı olmaları gerektiğini ifade ettim. Öyle, arkalarında % 1.5 halk desteği bile olmayan insanların peşine takılarak maceraya kalkışmaları mümkün değildir. Esas sorumlulardan bahsediyorum.

Süreçte iktidarın değişimi başarılabilseydi, iktidar koltuklarında asker değil, bu azmettiriciler oturacaklardı. Yani kişisel menfaatler söz konusuydu. Askerin ise samimi laiklik kaygısı dışında bir beklentisi yoktu.

Yazık... Bu anlamda İlker Başbuğ'a çok üzülüyorum...

28 Şubat sürecinden sonra askere daha da bir güven, bir dokunulmazlık duygusu gelmişti. Bundan önce en ufak bir harekette başbakanlar istifa etmişler, şapka takanlar şapkalarını alıp gitmişlerdi.

İlk defa dik duran bir iktidar ve yine ilk defa hesap soran bir hukukla karşılaşmışlardı....

Bu da İlker Başbuğ'un şansızlığı olsa gerek...

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..