Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mayıs '07

 
Kategori
Futbol
 

Benim Beşiktaşım çocukluğumda kaldı

Benim Beşiktaşım çocukluğumda kaldı
 

Cumartesi günü oynanan Beşiktaş-Fenerbahçe maçından önce şampiyonluğa inanan Beşiktaşlı var mıydı acaba diye düşünüyorum şimdi. Hayır, mesele Fenerbahçe’yi yenip yenememek değil. Beşiktaş galip de gelebilirdi. Hatta ligi lider olarak dahi bitirebilirdi. Ama ben buna hiç inanmadım, içimde böylesi bir inanç hiç oluşmadı. Ve bu olasılıkları değerlendirmek için kalan dört maçı değerlendirmedim. “Yok fikstür avantajımız mı var, yoksa istatistiksel veriler bunu destekliyor mu” çabasına da hiç girmedim. Aksine geçmiş olan 30 maça baktım. Beşiktaş’ın arkasında iz bırakan, derli toplu, iyi bir oyun sergilenerek alınmış bir galibiyet ya da galip gelinmese de oynanmış bir maç olmadığını gördüm. Ve bu, bizim şampiyon olmamamız gerektiği kanaatini bende fazlası ile oluşturdu.

90’lı yılların başındaki Beşiktaş Takımını bilen, seyreden, destekleyen, taraftarı olan herkesin üzerinde az çok uzlaşacağı bir konudur bu gibi geliyor bana. Yoksa benim tuttuğum bu özel takımın taraftarları da, ne olursa ve nasıl olursa olsun şampiyon olalım diyenlerden midir?

Açıkçası ben, tuttuğum takımın şampiyonluğunun, uzun lig mücadelesinin daha ilk dönemlerinde kendisini belli etmesini isterim. ”İşte” demem gerekir, “bu takım şampiyon olmayı hak ediyor, bu takımdan ben şampiyonluk kokusu alıyorum”

Zaman zaman hayal kırıklıkları, hüzünler, acılar ve haksızlıklarda olsa, her bir sonraki gün, bende şampiyonluk inancını daha da derinleştirmeli. Bende kendimi topun oynandığı sahanın içerisinde hissedebilmeliyim. Sahanın içinde bulunduğum noktada topun bana kimden geleceğini bilmeli ve top henüz ayağıma gelmeden topu kime atacağımı ezbere bilmeliyim. Golü atacak olan futbolcu, üç-dört pozisyon öncesinde oyunun nasıl gelişeceğini duyumsayabilmeli.

Seksenli yılların ortalarından beridir Beşiktaş’ı tutarım. Metin Tekin’in Beşiktaşlı olmamdaki etkisini yadsımamak lazım. Yani 10-12 yaşındaki bir ergen çocuğun elbette ki kahramanlara, hele ki uzun sarı saçları ve fuleleri ile ünlenen bir kahramana ihtiyacı vardır.

Ancak Beşiktaşlı olmamı yalnızca buna bağlarsam, taşıdığım Beşiktaşlılık ruhuma ihanet etmiş olurum. Beni Beşiktaşlı yapan şey, kendi bünyesinde yarattığı bir modeldi. Belki kendi zihnimde kurguladığım, kendi çabamla cımbızlayıp ön plana çıkardığım önemsiz nüanslardı bu modeli kuranlar.

Beşiktaş ne kadar üç büyüklerden birisi olursa olsun, her zaman diğer iki takımın gölgesinde kalmış bir hali vardı. Daha fakirdi, gazeteler ondan daha az bahsederlerdi.

Bu konuda geçmişte bir gazetenin genel yayın yönetmeninin bir yorumunu hatırlıyorum; “Biz demişti, Üç büyük takımdan birisi ile ilgili önemli bir haber versek, yahut bu takımlardan birisi bir maçı kazanmış olsa, o haberin yayınlanacağı gün, bir Fenerbahçe taraftarı o gün en az 2-3 gazete satın alır, bir Galatasaray taraftarı en az bir gazete alır, bir Beşiktaş taraftarı ise vapurda gazete okuyan başka bir kişinin gazetesinden haberi öğrenmeye çalışır”

Ne kadar doğru bir açıklamadır bilmem ama kendi tespitlerimin de bundan hiçte uzak olmadığını söylemeliyim.

Ancak, beni Beşiktaşlı yapan şey elbette ki bu da değildi. Kendi zayıflığına ve fakirliğine en uygun modelle bir çözüm üretme çabasıydı zannedersem beni büyüleyen şey. Şimdi her birini ayrı ayrı takımlara koysanız hiçbir varlık sergileyemeyecek olan futbolcuların, bir arada özel bir ekip ruhu ile bir büyük takım olma haliydi.

Benim bu tarifime en çok da o dönemde savunmada oynayan futbolcular için geçerliydi. Ulvi, Kadir, Samet, Rıza, yetenek olarak sınırlı olan insanların, emek harcandıkça ve bir ekip olabildikçe başarıya ulaşılabilecek olmalarının simgeleriydi benim gözümde. Takımda yıldız olan futbolcularında, aslında sadece “o” takımın yıldızları olabildikleri de, ilerleyen dönemlerde gözükmüştü zaten. Şarkılara geçen Metin, Ali ve Feyyaz üçlüsü Beşiktaş’tan koptuktan sonra, büyük olasılıkla o takım ruhundan kopmanın etkisi ile yeni takımlarında* herhangi bir varlık gösteremediler.

Takımdaki esas başarılardan birisi de yıldız olduğu kabul gören futbolcularla, görev adamı olarak kabul edilen futbolcular arasındaki ilişki idi. Her daim saygının ve sevginin takım içerisinde yer edindiği rahatça gözleniyordu. Oysaki takım, kırsal yaşam kültürüne sahip olan ve eğitim düzeyleri yüksek olmayan görev adamları ile kent kültüründe yetişmiş ve eğitimlerini futbolculuk çağlarında devam ettiren yıldız futbolcuların varlığı ile bütünlük oluşturulması zor bir tablo sergiliyordu. Ancak takım hala 70’li yılların Türkiye’sinden kalan izleri üzerinde taşıyordu büyük olasılıkla. Seba’nın değiştirmekle övündüğü, ünlü “toz toprak sahası ile farelerin cirit attığı soyunma odalarının” mekanı Fulya sahası, hala paranın egemen olmadığı bu futbol kültürünü simgeliyordu. Şimdi o sahanın üzerinde plazalar yükseliyor ve değişen Beşiktaş'ın da en güzel ifadesi oluyor.

Parası olmayan bir devlet memuru emeklisinin (her ne kadar Çakıcı’nın güvenliğini sağladığı bir kongre ile başkan’da olsa) yönettiği ve parası olsa da seslerini çıkaramayan üyelerden oluşan yönetim kurulunun takımıydı Beşiktaş. Ve kaptan, her zaman bir başkan kadar söz sahibiydi takım üzerinde.

Beşiktaş'ı Beşiktaş yapan en son ilke ise istikrardı. Futbol piyasasının günlük hareketlerinden etkilenmeyen, futbol yorumcularının keyfiyle teknik direktör değiştirmeyen bir takım olmaktı onu farklıkılan özelliklerden birisi. İki sene takımı şampiyon yapamayan Gordon Milne'i inatla takımın başında tutup, semeresini ardındaki üç yıl gören bir takım olmaktı.

Tüm bunların yansıması da elbette sahanın içindeki oyuna da yansıyordu. Hayatta izlemekten veya radyoda dinlemekten en çok zevk aldığım takımdı, 80’lerin sonu, 90’ların başındaki Beşiktaş.

O dönemler “yine” Beşiktaş’ın Fenerbahçe’ye karşı sayısal üstünlük kurduğu dönemlerdi ve bir spor dergisi Fenerbahçe’nin ünlü futbolcularından Müjdat’la bir röportaj yapıyordu. Sorunun bir tanesinde, bu sonuçların sebebi soruluyordu Müjdat’a. Verdiği cevap hala aklımdadır; “Beşiktaş maçları öyle yaşanıyor ki, topu ayağımı aldığım zaman, etrafımda en az iki üç tane Beşiktaşlı oluyor ve yalnızca siyah ve beyaz renklerini görüyorum, topu atabileceğim hiçbir takım arkadaşım gözüme çarpıyor.”

Bu sözleri de anımsadıktan sonra, Beşiktaş’ın bu sene şampiyon olup olmamasını çok da önemsemedim. Kendi kültüründen ve takım hüviyetinden uzak bir kadronun bu unvanı ele geçirmesi beni çokta etkilemezdi açıkçası.

* Ali Gültiken Kayserispor’da, Metin Tekin Vanspor, Feyyaz Uçar (Fenerbahçe, Kuşadası, Antalyaspor)’da oynadılar.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..