Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Haziran '09

 
Kategori
Eğitim
 

Benim Küçük Dostlarım

BENİM KÜÇÜK DOSTLARIM < nusret="" halide="">

İstanbul’da doğan Halide Nusret, Meşrutiyet döneminde Kerkük’te mutasarrıflık yapan, II. Abdulhamid devri gazetecilerinden Mehmet Selim Bey’in kızıdır. Kerkük’te özel öğretmenlerden Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri alan Halide Nusret, I. Dünya Savaşı başladığı sıralarda ailesi ile birlikte İstanbul’a döner ve ortaöğrenimini Erenköy Kız Lisesinde tamamlayarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne devam eder.

Özel olarak İngilizce öğrenir. 1924’te Muallim Mektebi’ne öğretmen olarak atanan Halide Nusret, daha sonra sırasıyla Kırklareli, Kars, Ardahan, Urfa, Karaman, İstanbul ve Ankara’da çeşitli ortaokul ve liselerde bu görevi sürdürür.

Halide Nusret yazı hayatına onbeş yaşlarında Erenköy Kız Lisesi’nin açtığı yarışmada babasının ölümü üzerine yazdığı “Ağlayan Kahkahalar” yazısının birincilik kazanması üzerine girer. O günden sonra şiir, fıkra, deneme, inceleme, anı, sohbet, hikaye ve roman türlerinde çeşitli eserler kaleme alır.

Eserin Bazı Kahramanları:

Osman

Osman, on altı on yedi yaşlarında iri bir köy çocuğuydu. Birinci sınıfa uygun bir yaş değildi. Herhalde nüfus kağıdındaki doğum yılı uygun düşmüş olacak ki, ben onu Orta Anadolu’da bir ortaokulun birinci sınıfında, hem de en ön sırada görmüş ve tanışmıştım. Koca boyu ile ön sırada oturmasının sebebi, kulağının biraz ağır işitmesiydi.

Ciddi, kapanık bir yüzü vardı. Ağırbaşlı sanılabilirdi; ama en doğrusu “durgun” bir çocuktu. Ve inanılmayacak kadar görgüsüzdü! Ömründe bir gazete bile okumamıştı. Sinema hakkında hiçbir bilgisi, deniz hakkında hiçbir fikri yoktu. O sene, bir dağ başındaki köyünden yürüye yürüye kasabaya gelirken, treni dışından görmüş ve hayretler içinde kalmıştı.

Hiçbir öğretmen kendisinden memnun değildi. Halbuki haylaz, serkeş veya avare bir çocuk değildi. Sakin ve itaatli görünüyordu. Nitekim benden evvel o sınıfı okutmuş olan Türkçe öğretmeninden Osman, ilk karnesinden (1) almıştı. Ben öğrenciyi ürkütmesi, ümitsizliğe düşürmesi bakımından ilk karnede (1), hatta (2)’nin verilmesine karşı olmama rağmen, genç öğretmene hak vermekten kendimi alamıyordum: Bu çocuk okur yazar değildi! Zavallı öğretmen (3)’ ü nerede bulsun da ona versindi!..

Ama çocuğun ağzı yarı açık, hayran hayran öyle bir ders dinleyişi vardı ki, pek çok hoşuma gidiyor ve beni gizliden gizliye umutlandırıyordu. Bir gün hiç unutmam, sınıfta Behçet Kemal Çağlar’ın bir şiirini okuyordum; çocuklarım sessiz ve memnun dinliyorlardı. Osman yine ağzı yarı açık dinliyordu.

Okumam bitince sordum:

-Güzel mi Osman?

İçini çekti ve rüyada konuşur gibi:

-Çok güzel… dedi.

-Sen de çok güzel okuyorsun öğretmen! Senin gibi kimse okuyamaz!

-Yok canım!.. diye güldüm.

-Birçok öğrencim benden daha güzel okurlar. Osman, gerçek diyorum. Sen de gayret etsen az zamanda benim gibi, belki benden de güzel okuyacaksın…

Birden sözümü kesti. Adeta kendini kaybederek:

-Geç anam, geç, tövbe de! Hiç ben, sen gibi okuyabilirem mi?.. diye haykırdı!

Ben sükunetle:

-Okuyanlar senden başka değillerdi ki, dedim.

-Bir kere dene, bak. Ama çok okuman gerek. Anlıyor musun? Çok oku. On kere, yirmi kere… Bıkmadan, ben ders verirken de dikkatle dinle, okuduğum şeyin manasını iyice kavra. Göreceksin ne kolay olacak, kendin de şaşıracaksın!

Ertesi gün kendisine iade ettiğim kompozisyon ödevinin altına şöyle bir şey yazmış olduğumu hatırlıyorum: “Görüyorsunuz ki, imlanız da, ifadeniz de, yazınız da bozuk. Bunları düzeltmelisiniz, çocuğum. Bu iş için çok dikkatli ve gayretli olmanız gerekir. Çalışırsanız çok güzel yazı yazacağınıza şüphe etmiyorum. İstidadınız var.”

Eğer bir müfettiş bu berbat kağıdı görmüş olsaydı, her kelimesi üzerinde, kırmızı kalemle yapılmış düzeltmelerden sonra altındaki “İstidadınız var!” cümlesi için kim bilir bana ne kadar gülerdi.

Birkaç gün sonra sınıfa girdiğim zaman, Osman’ı yerinde göremedim sordum.

-Hasta! Dediler.

-Nesi var?

-Ateşi varmış, öğretmen.

-Ya!.. Geçmiş olsun… Kim bakıyor çocuğa?

Gerilerden bir öğrenci kalkıp anlattı.

-Burada kimsesi yok öğretmen. Biz bakıveriyoruz işte, elimizden geldiği kadar. Biz üç arkadaş, boyacının bir odasını kiraladık. Kendini bilemeyiverdi. Hükümet doktoruna bakıttık, ilaç yazdı. Bu sabah gözünü biraz açtıydı. Biz tabi dersimizden kalamayız, bırakıp geldik.

-Ne yiyor?

-Doktor süt, çorba, muhallebi yesin, dediydi, ama canı istemiyor!

-Ben bu dersten sonra eve gideceğim, okulda işim bitiyor, sen akşamüstü gel, beni evimden al, da size kadar gidelim.

Ve gittik…

Manzara hazindi:

Hiç şüphesiz bana gösteriş olsun diye hastayı ev sahibinin –kendilerince pek döşeli, dayalı saydıkları- odasına taşımışlardı.

Bu küçük bir odaydı. Bir tarafta sönmüş bir sac soba, bir tarafta üstünde bir battaniye örtülü, siyah, demir bir karyola; karşıda yerli tahta kerevet ve kapının hemen yanında bir eski konsol vardı. Kerevetin üstünde yorgan kalınlığında ve altı yaşında bir çocuğa ancak yetecek büyüklükte, son derece pis bir döşeğin içinde, zavallı Osman, iri yarı vücuduyla tortop büzülmüş, yatıyordu. Üstünde kirden rengi kaybolmuş yamalı bir örtü yorgan vazifesi görüyordu. Başının altında bir ot yastık vardı. Kendisine getirdiğimiz yiyecekleri konsolun üstüne bıraktıktan sonra yanına yaklaştım:

-Nasılsın yavrum?

Elimi alnına koydum. O dakikada gözlerinde yanan minnet parıltısını ömrüm oldukça unutamam! Candan bir sesle.

-İyiyim, öğretmenim! Dedi.

-Pazarlığımız böyle miydi ya, Osman? Dedim. İkinci karneye kadar hani benim gibi okumayı öğrenecektin!.. Çabuk iyi olmaya bak!

Gözleri birden bulutlandı:

-Ne fayda öğretmen, ne fayda! Kurtaramam ki…

-Neyi kurtaramazsın?

-Yani sınıf geçemem. Birinci karnemde (1) almışım. (1) alana (6), (7) veremezsin ki.

-Kim demiş (10) bile veririm. Sen hemen çalış gerisini düşünme!

Acılı bir koyunun gözlerini andıran gözleri yeniden minnet ve itimatla doldu… Konuşmaya devem etti. Uzak bir köydendi; kuş uçmaz kervan geçmez bir köyden. Annesini babasını kaybettikten sonra ağabeyi onan bakmış, onu köyün okulunda okutmuştu. Oradaki öğretmen buradakilere benzemiyordu. O, Osman’ı çok beğenirdi ve ağabeyine, “Okut bu çocuğu adam olur, ” demişti. Osman’ın o güne kadar hep boş ve manasız sandığı gözleri, o gün her dakika bir başka mana ile dolup taşıyordu. Şimdi de eski günlerin, kendine güvendiği ve bin bir ümitle süslediği geçmiş zamanın hasretiyle parıl parıl yanıyorlardı. Öğretmenin sözüne ağabeyi önce kulak asmamıştı, ama Osman günden güne işi azıtmış, “okumak aşkı” ile adeta kendini kaybetmiş, karasevdaya tutulmuşlara dönmüştü. Nihayet ağabeyi bir teneke dolusu buğdayla onu kasabaya, ortaokula göndermeye razı olmuştu.

Ondan çok şey bekliyorlardı. Halbuki…

Tekrar yüzü karardı; sesindeki rüya söndü: Halbuki…

-Sen ümidini kırma, çalış, dedim. Çalış! Çalışan kazanır. Bunu hep kendi kendine tekrar et:

-Çalışan kazanır.

Osman çalıştı ve kazandı. İkinci karnede Türkçe’den (6) aldı ve üçüncüde (8)!

Birkaç ay içinde gerçekten şaşılacak bir ilerleme göstermişti. Hem yalnız dersimde değil, öbür derslerde de durumu epeyce düzelmişti. Ve “Bu çocuk bu sınıfı üç sene okusa, yine başaramaz!” diyen öğretmenler şaşıp kalıyorlardı.

O sene Osman, bir ikmal ile sınıfı geçti.

Fahrünnisa

Sınıfta ön sıralarda otururdu. Fakat öyle iddiasız, öyle içine gömülü bir hali vardı ki, ilk bakışta, dersleriyle pek dost olmadığını ve derse kaldırmaktan hiç de hoşlanmayacağını sanırdınız. En basit, en kolay konularda bütün arka sıraların el kaldırdığı zamanlarda bile, o; önüne bakar, susardı. Birkaç defa özellikle onun yüzüne bakmış:

-Kim bu konu anlatmak ister?.. Diye sormuştum

O aynı suskun, ilgisiz tavrı korumuştu. Bir seferinde:

-Siz anlatınız! Dedim

Gafil avlanmış gibi, birden hafifçe kızardı. Ürkek bir yüzle kalktı ve anlattı. O anlattıkça şaşkınlığım ve sevincim artıyordu. Ömrümde bu kadar duyarak, kavrayarak, benimseyerek anlatan öğrenci görmemiştim. Haftalardan beri karşımda sessiz sessiz, hatta cansız cansız oturan; sınıfta varlığıyla yokluğu bir olan; en heyecanlı derslerde bile yüzünün çizgileri kımıldamayan bu çocuk-genç kız, beni tam manasıyla şaşırtmıştı. Gafil avlanan o değildi, sanki bendim.

Ona üç yıl hocalık yaptım ve dostluğumuz günden güne arttı. Buna rağmen bir tek derste bile, onun derse kalkmak için, ufacık bir istek gösterdiğini görmek bana nasip olmadı. Kaldırdığım derslerin hiçbirinde de bir yanlışını, tereddüdünü görmedim. Daima, o ilk günkü gafil avlanmış tavrı ile kalkar ve muhakkak çok iyi bir ders anlatırdı. Onun ürkek, iddiasız halinin; engin bir gururun maskesi olduğunu sonradan anladım. “En iyi olamama korkusu” onu suskun yapıyordu.

-Neden derse kalkmak için hiçbir zaman istek göstermiyorsun? Diye sorduğum zaman onun verdiği cevap müthiş gururunu ortaya çıkardı:

-Buna nasıl cesaret gösterebilirim, hocam? Ya bir yanlışım çıkarsa?

-Ne olur Fahri? Öğrenci değil misin? Okula öğrenmek için, yanlışlarını düzeltmek için gelmiyor musun?

-Fakat kendim kalkmak istersem, kendime tam manasıyla güveniyorum, karşımdakilere meydan okuyorum, demektir. Bu durumda eğer biri yanlış yaparsa komik olur. Ben bundan korkarım!

En hassas noktasını böylece anladıkça dostluğumuz daha da arttı ve bana şiirlerini göstermeye başladı. Şiirleri pek orijinal değildi. Engin dalışları, baş döndüren uçuşları yoktu. Fakat daha o zamandan vezne, kafiyeye, dile öyle bir hakimiyet, konuyu elinde bir balmumu külçesi gibi öyle bir kalıba döküşü vardı ki, beğenmemek mümkün değildi. Daha iyi yerlere gelmesi açısından bu yerlerden geçmesi gerekiyordu ve ben daima bu yolda ilerlemesi için teşvik ediyordum. Fahrünnisa, lise gibi, Edebiyat Fakültesini de başarıyla bitirdi. Lisede benim, benden sonra da hocam Süleyman Şevket’in en değerli öğrencisi oldu. Fakültede, en yetkili profesörün, en iyi öğrencisi de oydu.

Birkaç yıl sonra, onun güzel şiir kitabı beni Anadolu’nun bir köşesinde buldu. Gözlerimi sevinç ve övünç yaşlarıyla doldurdu. Daha sonra, tahmin ettiğim gibi, kendisini daha büyük, daha ciddi işlere verdi ve mesleğinin bilim yönüyle ilgilenme yolunu tuttu. Planlı, devamlı, fakat son derece alçak gönüllü ve sessiz bir çalışma!..

Şimdi ben ondan, adını Dünya Edebiyat Tarihinde adını sonsuzlaştıracak eserler bekliyorum.

Selim

Yoksul çocuk, ne demektir? Taşrada ve gündüzlü okulda öğretmenlik yapmamış olan bir meslektaşım bunu bilemez. Ben taşrada, yatılı bir okulda birkaç yıl bulunmuştum. Sonra daha uzun zaman İstanbul’da, kalabalık büyük bir kız okulunda öğretmenlik yaptım ve yoksul çocuğun ne olduğunu buralarda asla görmemiştim.

Taşradaki bir Ortaokulun birinci sınıfının B şubesine adım attığım gün, duyduğum hayret ve şaşkınlığı ömrüm oldukça unutamam. Sınıfta yaşları on iki ile yirmi arasında elli erkek çocuk vardı. Ve hemen hiçbirisinde benim görmeye alışkın olduğum öğrenci kılığı yoktu. Mevsim kıştı. Onlar yırtık, ince kıyafetler içinde tir tir titriyorlardı. Yırtık pabuçlar içinde, çorapsız ayaklar donmuş, morarmış, çatlamıştı… On yıllık meslek hayatımda ilk defa bir sınıf içinde ve bir kürsü başında söz söylemek için sıkıldım, konuşacak kelime aradım. Sonra arka sıraları dolduran delikanlıların araştıran, sabırsız gözlerinden bu şaşkınlığı kaçırmaya uğraşarak bir şeyler söyledim. Arka sıralar bana bir nevi ürperti, ön sıralar yaman bir kalp sızısı vermişlerdi. Sıralar arasında geziniyor, bu ders saatini bitirmeye uğraşarak, onlara küçük hatta manasız sorular sorarak vakti doldurmaya çalışıyordum.

-Adın ne?

-Kaç yaşındasın?

-Annen var mı?

Falan filan…

En ön sırada, sırtında parça parça yazlık bir gömlekle oturan çelimsiz, renksiz bir küçüğün kemikten omzuna elini koydum:

-Adın ne?

Küçük, başını kaldırdı ve bana güldü. O zaman, el kadar, renksiz, kuru çehrenin üstünde parlak bir çift gözle, iki sıra bembeyaz bir diş gördüm. Gözlerinin içinde zeka pırıl pırıl yanıyordu. Canlı ve tatlı bir çocuk sesiyle cevap verdi.

-Selim, efendim.

-Kaç yaşındasın?

-On üç, efendim.

-Baban var mı?

Cılız göğsünü gururla kabarttı:

-Var ya efendim, benin babam tenekeci!

Ekmeğini hayatla göğüs göğse çarpışarak kazanan bir adamın evladı olmak mı ona bu gururu veriyordu? Bu küçük çocuğun ruhunda ki büyüklük ve mertlik, beni daha o dakikada kavramıştı. Ondan sonra aramızda gün geçtikçe derinleşen bir dostluk başladı. İhtiyar ve fakir bir babanın en son çocuğuydu. Ablaları, ağabeyleri evliydi. Ve hepsi kendi evlerinde kendi dertleriyle uğraşıyorlardı.

Annesi benim kanaatime göre beceriksiz bir anneydi. Küçük Selim’in parça parça olan çoraplarını niçin yamamaz, yünü bol bu memlekette bir kilo yün büküp de çocuğa niçin bir kazak örmezdi? Fakat o annesine toz kondurmazdı. Hatta onu babasından daha çok sevdiğini söylerdi. Babasına karşı derin bir minnet besliyordu. Beni okutabilmek için bu ihtiyar halinde o kadar çok çalışıyor ki… diye üzülürdü.

O kadar çok çalışkan bu babanın, sevgili yavrusunu, temiz bir kıyafetle gezdiremeyişinin sebebini öğrendim. Tenekecilik sanatı, Musevi vatandaşların elindeydi. İhtiyar Türk, onların rekabetine dayanamıyordu.

Selim zeki, akıllı, çalışkan ve doğru bir çocuktu. Her öğretmen ondan memnundu. Matematik öğretmeni ondan “çok zeki çocuk” diye söz eder; resim öğretmeni; “harikulade bir kabiliyet” diye onu över; jimnastik öğretmeni, “Selim fevkalade bir çocuk, lastik gibi bir vücudu var, ” derdi. Benim inancıma göre de Selim, asıl Türkçe derslerinde harikulade bir çocuktu.

O yıl bahara doğru gelen Bayram Selim’i pek yeni giysiler içinde buldu. Bu, tam ona yaraşan bir kılıktı. Buna rağmen Selim’in gözlerinde belirsiz bir gölge vardı. Bu neydi? Niçindi? Bilmiyordum…

Fakat bu gölgenin bir eşi benim içime de düştü ve orda kaldı. Bu gölgeyi uzun seneler –ta ki Küçük Selim’i mutlu, rahat ve hayata karşı tepeden tırnağa silahlı büyük bir adam olarak karşımda gördüğüm güne kadar- içimden söküp atamadım.


Sonuç:

Öğretmenler öğrencilerine, kendilerini tanıtmak için bir fırsat vermelidir.

Güler Barlas

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..