Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Mart '07

 
Kategori
Anılar
 

Bir “Deli”nin hatıraları (1)

Ele avuca sığan bir çocuk değildim ki… Daha okula da gitmiyordum. Babanın görevi ve annemin de aileyi bir arada tutma çabası nedeniyle köyde yaşıyorduk. Sivas ilinin, Şarkışla ilçesinin, Yapıaltı köyü… Evimiz, köyün harman yerine bakan bir tepede. O gün Cuma idi. Diğer günlerde tek farkı, Cuma olmasıydı. Mevsimlerden de yaz mevsimi. Köylü Buğdayı biçmiş, sapı harman yerine taşımış. Harman yerinde öbek öbek saman yığını var.

Farklı olan, günlerden Cuma olması ya, “Fark bunu neresinde” diyeceksiniz. Fark, vakidin de Cuma namazı vakti olmasında… Ben, evimizin önündeyim. Harman yerinde ise bir at arabası var. Çift at koşulmuş. Atlar da öyle bir heybetli atlar ki… Kimse yok ortalıkta. Herkes Cami’de ve o çift atlı araba da sanki beni çağırıyor “Gel de biraz gezelim” der gibi… Memur çocuğuyuz ya, bazen köylü beni arabasına alır, kendi kontrolünde gemi elime verir ve ben de keyif ile ata arabası kullanmanın zevkini yaşarım. Ama o gün kimse yok. Atlar da araba da beni çağırıyor “Gel” diyorlardı… Davete katılmadan edemedim. Harman yerine doğru yöneldim ve bakımlı atların çektiği yeni ve süslü at arabasının üzerine çıkıp yerleştim ve gemleri de elime aldım. Elbette bir elimde de kamçı olacaktı…


Kamçıyı şöyle bir şaklatınca, atlar harekete geçti ve harman yerinde dönmeye başladık. Ne keyif idi. O anda hayatımın belki de en güzel anını yaşıyordum. Gem elimde(!)mi bilmiyorum da kamçıyı arada bir atlara doğru salladığım oluyordu.

Sonra…

Nasıl olduğunu bilmiyorum ama bir anda at arabasının teknesinin altında buldum kendimi. Harman yerinin ortasına bir kuyu yapılıyordu. Kuyu eşilmiş, kenar duvarları yapılıyordu ve etraf taş ve kum doluydu. Arabanın teknesi de ters dönmüş, kumun üzerine düşmüştü. Ben o teknenin altından çıkıp harman yerinin kenarına doğru gelirken, annemin sesini duydum:

Oğlum kaç oradan, atlar parlamış, üzerine gelirler…

Ben, edalı ve kostak tavırlarla eve yönelip annemin yanına geldiğimde, ağzımdan çıkan sözler karşısında annemin nutku tutuldu… Beni arabanın üzerinden atmasalardı, ne güzel koşturacaktım… Annemin ağzı açık bana doğru korku ve hayretler dolu bakarken ağzından “Sen mi kaçırdın atları” dediğini hatırlıyorum… O sırada köyün Cuma cemaati de camiden çıkmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Neyse ki, bir süre uğraştıktan sonra atları yakalamışlar, sakinleştirmişlerdi ama at arabasının en büyük parçası el kadar kalmıştı. Harman yerinin her tarafına da yayılmıştı.

Annem, olayın şokunu atlattıktan sonra, bana gerekli dersi(!) vermeye başlamıştı. Bir taraftan ufak tefek okşar(!)ken diğer taraftan da babana şikâyetlerini dile getiriyordu. “Bu çocuk hiç ele avuca sığmaz mı” diyordu. Geçen sene de sürüyü getiren çoban köpeğinin sırtına binmiştim de düşmüştüm, gözümün altına dikiş atılmıştı. Atlar yakalandı ama olay bitti mi ki? Ya şimdi o at arabasının sahibi gelir de “Ödeyin arabamı” derse!... Gerçi dedem o zaman Kayseri’de at arabası yapan ve Orta Anadolu bölgesinde hayli şöhretli bir usta idi. Arabacı Mustafa Ağa derlerdi namına. Ustalığı dillere destandı. Arabasının kampana sesinden bilirlerdi onun işi olduğunu. Tek güvencemiz oydu… Öteki tarafta ise bir başka endişe vardı. Ya memurun çocuğu bu kazada ölseydi!... Dikkatsizlik ve tedbirsizlik nedeniyle adamı imam evinde çürütürlerdi vallaha… Sonra iş nasıl halledildi bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey vardı ki ben, yavaş yavaş eriyip gidiyordum. Gün geçtikçe kilo kaybına uğruyordum. Gövdemin üzerinde başım büyük kalmıştı.

Doktorlara gidildi ve korkudan “Zafiyet” geçirdiğime karar verildi.

Doktor elli adet “Süt iğnesi” vermiş. Her gün bir tane vurulacak mış. Nasıl olacaksa köy yerinde… Eskiden bu günkü gibi sağlık ocağı mı var ki köylerde. Sadece köylerin ortak bir “İğnecisi” var. Köy köy gezer, iğne yapar. Çantasında o sacdan iğne kutusu, her vardığı yerde ispirto ocağı yanar, iğne kutusu içinde şırınga ve iğneler kaynatılır, kim bilir kaç kez kullanılmış… Bazılarının ucu körelmiş de…

İşte o iğneci her geldiğinde benim gözler yerinden fırlar. Annem beni tutmaya çalışırken, iğneci de benim feryadıma aldırış etmeden iğneyi yapar gider. Benim aynı zamanda beslenmem lazım. Her türlü besin var da, bende de bu kez “Naz” var. Annem bir lokma ağzıma verecek, ben o lokmayı şu ağacın altında alacağım. Anacığım beni kucağına alacak, o dediğim yere götürecek ve ben bir lokma yiyeceğim.

Günler böyle “İğne korkusu” ile geçerken, bir gün annem iğneci amcaya “Sen artık gelme” dedi. Meğerse İlçeden şırınga, iğne ve her türlü takımını getirtirmiş. Kendi üzerinde denemiş, bakmış ki iğneyi yapabiliyor, “Ben yapacağım bundan sonra” kararını verip iğneciyi savmış.

O günden sonra en “Ağrısız” şekilde annem başladı iğne vurmaya. Sonra da yaşlanıncaya kadar yıllarca hem bizim iğnelerimizi yaptı, hem de konu komşunun… Annem, istemeden “İĞNECİ” de olmuştu. Tabi ki Sayemde (!) oldu bu iğnecilik işi.

Uzun süren bir tedavi sonrasında tekrar sağlıma kavuştum… Ama bu arada da sevgili annemi çok yordum…

Hakkını helal eder mi?

Ana bu…

Etmez mi?

29 MART 2007

 
Toplam blog
: 1104
: 918
Kayıt tarihi
: 28.01.07
 
 

Emekliyim ama “Tekaüt” değilim. 1961 yılından beri değişik “Anadolu” gazetelerinde yazdım. 1984-8..