Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '11

 
Kategori
Öykü
 

Bir Kadın, sinsi bir şiddet ve bir yanıt

Bir Kadın, sinsi bir şiddet ve bir yanıt
 

Nuray, Anadolu yakasında oturuyor. Geçen gün telefon etti, hoş beşten sonra, “Senin oralarda işlerim var, Karşı’ya geçeceğim, uygunsan görüşelim hayatım, çok özledim” dedi. 

Onlarca yıllık, birbirimizin ıcığını cıcığını bildiğimiz az sayıdaki dostlarımdan biridir Nuray. Kadın gibi kadındır. İçi dışı bir. Yalan dolan, riyadan eser bulamazsın. Laf aramızda, arkaik kalıtlarımızdan olan kadınsı oyunları, entrikaları bilinçle reddetmiş, kişiliğiyle var olmaya çalışan, okuyan, özümseyen ve öyle yaşayarak bu dünyada kendine yer bulmaya çalışan bir kızdır. Bu yüzden hayatın çok sillesini yemiş, yiğitçe savaşmıştır. Çok severim, kafa dengidir. Ama hayat işte... Zırt zırt telefonlaşır da sık sık görüşemeyiz. 

“Ayyy... Ne demek cancağzım, iki elim kanda olsa, sana zaman yaratırım, ben de çok özledim, dolduk yine di mi, gel de biraz boşalırız hem, bekliyorum canım.” dedim. 

Akşamüstü geldi. İşlerini halletmek için canhıraş koşturup bitkin düştüğünü söylüyordu ama yüzünde anlamlandıramadığım bir gariplik de vardı. Rahatlayıp kendine gelmesi, yatışması için onu duşa tıkıp çayı demledim, çayın yanına ufak tefek bir şeyler hazırladım. 

Nuray da benim gibi bürokratik işlerden hiç anlamayan, nefret eden biridir. Ama iş başa düşmüştü ve çaresizdi. Geçen hafta vergi ve tapu daireleri arasında koşturduğunu, bana uğramaya fırsat bulamadığını telefonda söylemişti. Bugünkü gelişinin nedeni, sonuca kesin olarak ulaşmaktı. Son raunda sıra gelmişti. Gelmesine gelmişti de, yine tüm gün mesai harcamak zorunda kalmıştı. Ama bugünkü zaman kaybında ve gerginlikte kendi payı da vardı. 

Nuray orta sayılacak bir geliri olan, kendisine saygıda kusur etmeyen, çocuklarıyla da ilgilenir görünen kocasından kısa bir süre önce boşanmıştı. Kendisi de çok çalışkan, geçimini sağlayan biriydi. Artık emekli olmuştu. 

Boşanma kararı; çocuklar, aileler, arkadaşlar arasında bomba etkisi yaptı. Kavgasız gürültüsüz, gayet uyumlu görünen bu çiftin bunca yıl sonra ayrılacağı kimsenin aklına gelmezdi. 

Onlarca yıl süren bu evlilikte, Nuray’ın neler yaşadığını, hissettiğini ondan başka yalnızca ben biliyordum. Sanırım, çatlamamak ya da delirmemek, arada biraz boşalmak için aramızdaki güvene dayanarak yalnızca bana anlatmıştı. Çünkü, kullandığı ilaçlardan, gittiği doktorlardan da yarar sağlayamıyordu. 

İş gereği yaşanan, sık ama kısa süreli ayrılıklar dışında, kocası, evine fiziksel varlığıyla düzenli olarak gelen, karısının bir dediğini iki etmeyen biriydi. Nuray’ın istekleri de hayır denmeyecek kadar zorunlu ve gerekli olanlardı zaten. Ne var ki Nuray, kocasının yanında her zaman başka kadınların da o eve geldiğini, evin her yerinde kocasıyla birlikte dolaşıp durduklarını, yatıp kalktıklarını hep hissetti. Kocasından akan yüzeysel, derinlikten yoksun bir sevgiydi sanki. Zamanla Nuray da tüm sevgisini yitirdi. 

Yıllarca, hem baba hem ana görevini üstlenerek çocuk yetiştirmek, böyle baba ve mutsuz anneyle çocuk yetiştirmek, üvey babayla çocuk yetiştirmek düşünceleri arasında sürekli dolanıp da seçim yapamamaktan nasıl bunaldığının, gençliğini tükettiğinin tanığıyım. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa olmuyordu bir türlü. 

İkna edici, açık kanıt olmadan, o herkese karşı iyi baba, iyi adam, iyi koca imgesinin sarsılmasının ve kendisinin, yok yere suçlayan anne/kadın konumuna düşmesinin, çocuklarında yaratacağı ruhsal etkiden endişeleniyordu hep. 

İstanbul cangılında ruhen örselenmiş, ergenliğe yürüyen çocuklarını bekleyen binbir çeşit tehlikeyi, onların eğitimlerini nasıl etkileyeceğini düşünüyordu. Kimseye bir şey söyleyemeden, hissedilmesinden bile korkarak, umarsızlık, mutsuzluk girdabında, neşesini gün be gün yitirerek yaşamıştı onlarca yıl. Fiziksel sağlığı da çok darbe almıştı. 

Kocasıyla kaç kez konuşmayı, bu evliliği güzellikle, ortak kararla sonlandırmayı denemiş, hep inkârla, dirençle karşılaşmıştı. Boşanma önerileri, “Gereksiz kuruntularla ikisini de boşu boşuna üzdüğü” gerekçesiyle hep reddedilmişti. Kocasına göre Nuray, her zaman kocasının yaşamında bir numaraydı, hatta çocuklarından bile önde geliyordu ama kocasının tüm çabasına, sevgisine karşın Nuray anlamamakta direniyordu işte. Gereksiz, kuruntuya dayanan kuşkularla yuva yıkılır mıydı? Çocuklara ne diyeceklerdi?.. 

Kocasını izlemek, izletmek, onun başvurduğunu düşündüğü, gizli, sinsi yöntemlerle savaşmak istiyor, onuruna bir türlü yediremiyordu. O kulvarda yol alırsa, kendisini çok kirlenmiş hissedeceğine inanıyor, göze alamıyordu. Belki karşılaşacağı gerçekle açmazlarını aşabileceğine inanmıyor ya da korkularına yeniliyordu. Sonuçta kararı o verecekti. Ben dinleyici olmaya çalışıyor, yönlendirmekten özenle kaçınıyordum. 

Nuray’ın, daha pek çok çelişkiyi, kuşkuyu, çektiği acıları barındıran bu uzun sürecini neredeyse birlikte yaşamıştık. O zamanlar evlerimiz birbirine yakındı. Başımız dara düştüğünde birbirimize koşar, tartışır, dertleşirdik. 

Birkaç ay önce, kocasının son ilişkisi, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkıverince, Nuray’cığımın da pimi çekildi. Onca yıllık göstermelik saygı temelinde, sevgiden, güvenden yoksun, o mutsuz evlilik, Nuray’ın kendisinin de önünü alamadığı bir büyük patlamayla çöktü. 

Kocası bu kez de mülkiyet ilişkilerini öne sürüp boşanmamakta direniyordu. Nuray’ınsa dayanacak gücü kalmamıştı. Artık çocukları da iş güç sahibiydi. Yıllardır yaptığı şey, şu ya da bu nedenlerle kendisini kandırmaksa eğer, o dayanak da ortadan kalkmıştı. 

Gözü ne mal, ne para, ne başka bir şey gördü. Kocasının istediği ne varsa bırakıp boşandı. Ona oturdukları evi kaldı yalnızca. 

İstanbul’un Avrupa Yakası’nda bulunan, bana yakın olan bu evi satmak üzere boşalttı. Anadolu Yakası’nda kirası düşük bir eve taşındı. Boşanmanın yol açtığı borçları kapatmak, küçük bir ev alıp oturmak istiyordu.
İşte, günlerce, tapu, vergi dairesi arasında koşturmasının nedeni de bu evdi. 

Eve alıcı çıkınca, tapuya gittiklerinde haciz konduğunu öğrendi Nuray. Hayır, ona hiçbir tebligat yapılmamıştı ama dokuz yıl önceden kalan vergi borcu duruyordu. Oysa daha geçen yıl yine böyle yıllar önceden kalma hiç bilmedikleri bir borç çıkmış, ödemişlerdi. 

Şimdi Nuray’ın ağzından dinleyelim sevgili okur: 

Geçen hafta, vergi dairesine gittim şekerim. Konuyla ilgili memuru buldum. Derdimi anlattım. Geriye yaslanarak bacaklarını olabildiğince açıp uzatmış olan koca göbekli biriydi memur. Koltuğun kolçaklarına yayılmış kollarını zar zor toplayıp kalktı bir zahmet. Üst dudağını, şöyle soldan yukarı kaldırıp üçüncü dişinin yarısını gösterecek bir eğrilik oluşturarak elini uzatıp evrakları aldı, inceledi. Bilgisayarda, aradı taradı. 

- Borcun falan yok, dedi. 

- Nasıl olur? Müşteri çıktı, evimi satamıyorum, haciz varmış memur bey, dedim. 

- Yok işte, olsa burada görünür. 

- İyi ama memur bey, haciz nerden çıkıyor peki?.. 

Sayın memurun üst dudağı, yerçekiminin tersine, yukarı doğru yol almaya başladı, bakışlar bir hoş oldu. Adam bir yandan göbeğinin altına düşmüş pantolonunu yukarı çekiştirip duruyor... Karşı’dan gelmişim, geri dönmem gerek, işi uzatmayayım, kızdırmayayım diyorum ama... 

- Git onu tapuya sor, demez mi? 

Ben de bir hoş olmaya başladım hayatım. Tansiyonum düştü mü, çıktı mı bilmem ama koca salon fır dönmeye başladı. 

- Tapu da buraya yollamıştı, o zaman bana, bir “Borcu yoktur” belgesi verin de onu tapuya götüreyim bari, dedim. 

- O işini görmez. 

- Peki ne görür işimi?.. 

-Ben ne bileyim ne görür, ben burada olanı söylüyorum işte. 

Al başına belayı... 

-Tamam verin evrakları, dedim, ama hangi ses tonuyla dedim, yüzümün hali, bakışlarım nasıldı, bilmem. 

Kâğıtları kaptığım gibi, müdürün odasına yürüdüm, yokmuş. Kapısı açık bir odanın üstünde Müdür Yardımcıları yazıyor. Girmeden, en nazik ve anlayışlı olacağını sandığım birini gözüme kestirip daldım, başına dikildim, derdimi anlattım. 

Ah hayatım, iyi insanlar da var hâlâ... Belki de benim halimi gördü, ne olacağı belli olmaz, dedi de ilgilendi adamcağız. 

Gençten bir memuru çağırdı, talimatlar verdi, bana çay söyledi. Memur elinde belgelerle geldi, bir şeyler anlattı. Ben konuşulanları anlayamıyorum. Sonra, o nazik Müdür Yardımcısı “Yarın tapudan şu tarih ve sayılı yazının fotokopisini getirin, ona göre biz arşive bakalım” dedi, elime küçük bir not kâğıdı tutuşturdu. 

Ertesi gün geldim, denileni yaptım. Epeyce bekledim tabi. Öğleden sonra, borcun ödendiğini, ancak vergi dairesinden tapu dairesine yazı gitmiş mi gitmemiş mi, gitmiş de onlar mı tapuya işlememiş, bilinmiyormuş. Haftaya belli olurmuş, arşivlere bakılması gerekiyormuş. Onlar, bulunca tapuya yazarlarmış. Borcun ödendiğine dair yazıyı, burası tapuya yazmamışsa yeni yazı hazırlamaları gerekirmiş. 

- Aman beyfendi, n’olur, siz bulun, yazın ama tapuya ben götüreyim. Bir de postada zaman yitirmeyelim, dedim. 

- Tamam hamfendi, dedi. 

İşte canım, bugün de bu işleri halletmek için geldim. 

Sabahleyin, Müdür Yardımcısının, ilgilenmesi için görevlendirdiği memuru buldum. Adam tanımadı tabi, bir hafta geçti. Nüfus cüzdanımı istedi, verdim. Başladı evrakı aramaya. Ara tara yok. “Tapu senin üzerine mi, emin misin?” diyor. “Tabi eminim, tek tapum var, nasıl bilmem?” diyorum. “Yanında mı?” diyor. “Onunla işimiz yok demiştiniz, sadece yazı verecektiniz, getirmedim” diyorum. 

Nuray’la başlayan tüm adları sıralıyorlar... Bana verecekleri yazı yok. Deliricem. Nihayet, evrakı arayan diğer memurun Nuray Yıldız dediğini duydum “Evet, evet, işte o...o...” dedim. Dedim ammaaaa... Nasıl oldum biliyo musun? 

Benimle ilgilenen delikanlı celallendi: 

- İyi de iki saattir ne diye söylemiyorsun da bizi uğraştırıyorsun, diye kükredi. Nüfus kâğıdında başka soyadı, yazıda başka soyadı. 

Sonra anımsadım. Önceki gelişimde de farkı görmüşlerdi, TC kimlik numarasından aynı kişi olduğumu anlamışlardı ama yazıyı tapudaki soyadına göre yazmışlar. Fakat o anda ben bunları hiç düşünemedim. 

Gözlerini belertip, başını salladı, söylendi durdu genç memur. 

Başka zaman olsa o kabalığa... Var ya... Ama şimdi ne diyeyim? Yıllarca taşıdığı soyadını nasıl unuttuğunu kendi de anlayamayan, şaşırıp kalmış, kaç memuru boşuna oyalamış, mahçup bir kadın ordaki. 

- Özür dilerim, çok özür dilerim memur bey, uğraştırdım sizi... Soyadım değişti de, unutmuşum, özür dilerim... Kusura bakmayın lütfen... Kusura bakmayın... 

Dedim mi, diyebildim mi? Valla bilmiyorum. Herhalde demişimdir. 

Memurun, evrakı arayan diğer memura seslenişini duydum en son: 

- Tamam tamam Nuray Yıldız, evet işte o evrak... Aç bakayım dosyayı diğer bilgiler tutuyor mu, bir daha kontrol edelim. Allah allah... Kadın soyadını unutmuş be yav... Soyadını unutmuş... Tövbe tövbe... 

Oradan nasıl çıktım, buraya, sana nasıl geldim, bilmiyorum valla... Yazıyı tapu dairesine götürecek ne zaman kaldı ne de güç. Sana attım kendimi. İyi ki beni duşa soktun da biraz kendime geldim. Şu çayla da iyice toparlanırım herhalde. Eline sağlık can dostum, sağolasın... 

Nuray sakinleşip kendine gelince bütün gece bu unutuş üstüne konuştuk. Onlarca yıl taşınan soyadı, bir yıl dolmadan nasıl unutulurdu? 

Onlarca yıl boyunca kendisine uygulanan, başkaldıramadığı, birikmiş, gizli ve sinsi bir şiddet karşısında bilinçdışının uyguladığı karşı şiddet miydi, bu unutuş?.. 

Eğer şiddete şiddet ise orantılı mıydı, değil miydi?.. 

Bir intikam mıydı yoksa?.. Ya da kadının kendini sürekli yeniden var etme gücünün bir göstergesi mi?.. Neyin nesiydi?.. 

Tartıştık durduk Nuray’cığımla. 

23.04.2011
Vildan Sevil 

 
Toplam blog
: 102
: 882
Kayıt tarihi
: 07.06.11
 
 

1949 İstanbul doğumluyum. Emekli edebiyat öğretmeniyim. Çeşitli edebiyat sitelerinde, çeşitli kon..