Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '16

 
Kategori
Deneme
 

Bir kitaptır hayat

Bir kitaptır hayat
 

Hayat; bir nefesle başlar. Ve ağladığımızı duyunca inanırlar yaşadığımıza. Ağlamazsak eğer yaşamıyoruz demektir. Bu seferde doktor vurur ilk şaplağı popomuza. Sonrası malum işte bebekken elden ele gezersin, her gören öpmek ister, düşürecekler canımızı yakacaklar diye ekstra özen gösterirler. Sevgiye boğarlar yani anlayacağınız. Sonra o sevgiye ne oluyorsa artık, her yıl azala azala gider. Sonunda yok mu oluyor yoksa yerini başka bir şeye mi bırakıyor onu bende henüz bilmiyorum açıkçası. Çocukluk: aslında en güzel geçmesi gereken dönemimizdir. Çünkü dünyanın evden beşikten ve anne babamızda ibaret olmadığını fark ederiz. Keşfetmeyi öğreniriz. Buda ilginç bir cümledir mesela, keşfederek öğreniriz ama keşfetmeyi de öğreniriz. Velhasıl kelam çocukluk= öğrenme,eğlenme diyebiliriz. Keşfettikçe ve dolayısıyla öğrendikçe anlarız ki hayatta her şey odamızın duvarları gibi pembe, battaniyemiz kadar yumuşak, içtiğimiz süt kadar sıcak değildir. İşte bunu anladıktan sonra o sorunları çözme eğilimi başlar. “dünyayı değiştirebileceğimiz”i sanırız. Sorunlar çözülürse, sorun kalmaz. Teoride bu böyledir. Ama bulduğumuz çözüm diğer bir sorunun kaynağıdır aslında.

Ben mesela, çok çabuk sıkılan bir çocuktum. Gün içinde 10-15 çeşit oyun oynardım. Bazen ondanda sıkılır kendim oyun bulurdum. Hayatı geceleri annemin okuduğu masallar gibi sanırdım. O masallarda biterdi bir gün. Annemde uydurmaya başlardı artık. Kırmızı başlıklı kızın saçları rapunzel gibi oluverirdi,uyuyan güzeli kurtarmaya yedi cüceler giderdi, prenseslerin öptüğü prensler kurbağaya dönüşür masalda burada biterdi. Her gece bunların farklı kombinasyonlarını dinleyerek uyurdum. Yetmedi okumayı kendi kendime öğrenmeye çalıştım. Okuyayım ki daha fazla hikaye öğrenebileyim diye. Odamın duvarlarında çizgi film karakterleri vardı. Sırf kendi başıma uyuyayım diye beni kandırdılar. Belki de duvarıma resim çizsinler diye ben onları kandırmışımdır oda olabilir. En sevdiğim etkinlik bisikletimle dolaşıp yeni yerler keşfetmekti. Bana çok büyük gelen o sitenin aslında küçücük olduğunu da  yıl sonra oraya gittiğimde fark ettim. Anladım ki küçükken dünya bize çok büyük, yollar uzun, ağaçlar kocaman, insanlar dev gibi gelirmiş. Ve keşfedilmesi gereken bir sürü yer, bir sürü insan, bir sürü oyun varmış. Dolayısıyla kocamanda hayal gücümüz olur. Bu öğrenilecek şeyleri tükettikçe yani öğrendikçe, büyürüz. Büyüdükçe fark etmeye başlarız. Artık olabilecek şeyleri, hayal etmemiz gerektiğini anlarız. Ben hep sihir yapabilmeyi isterdim. Görünmez olmayı ve düşünce okuyabilmeyi. Bu isteğim yerini üniversite kaygısına sonrasında da akademik kariyer planlarına bıraktı. Artık olabilecek hayaller kuruyorum yani. Aslında buna hayal demek ne kadar doğrudur oda tartışılır. Neyse ne diyordum. Fark etmeye başlarız…

Artık insanlar aman üzülmesin aman incinmesin amanda aman şeklinde Polyanna’cılık oynamamaya başlar. İlk sorumluluklar alınır. İlk küçük yalanlar söylenir. İlk arkadaşlıklar kurulur ve ilk aşkta edinildikten sonra ilk kalp kırıklığıyla insanlardan soğumaya başlarız. Temkinli yaklaşırız yani. Yapmaz dediğimiz şeyler gibi daha birçok şeyin olabilitesini daha realist bir bakış açısıyla görebiliriz. Duyguları keşfederiz. Neye nasıl bir tepki verilmesi gerekir, neye ağlanır, neye gülünür, neye kızılır, ne için savaşılır gibi soruların cevaplarını arar dururuz. İnsanlardan görerek, bizim sandığımız ama aslında kalıplaşmış cevapları alırız, beynimize sabitleriz. Ömrümüz boyunca da aynı şeylere aynı tepkileri vermemiz zorunluymuş gibi yaparız bunu. Anlayamadığım diğer bir mesele ise tercih yapmak zorunda bırakılmamızdır. Hepsini birden sevme ya da seçme hakkını sunmazlar bize. “o mu, bu mu?”, “annen mi, baban mı?”, “kırmızı mı, mavi mi?” gibi gibi…

Dünyaya uyum sağlamanın gerektirdiği her şeyi yaparız. İdolümüz olan insanlardan, anne babamızdan, arkadaşlarımızdan, televizyonlardan gördüğümüz davranış ve tercihlerin hepsini benimseriz. Birçok insan birden olmaya çalışan beynimiz, gitgide bir paradoksun içine sürüklenir. Hem maviyi hem de kırmızıyı isteriz yani. Sonra eleme evresi devreye girer. Hepsine birden yetemeyiz. Kendimiz olma yolunda ilk adımları bu bütün davranış ve seçimlerden kendimize en uygun olanı belirleyip diğerlerinden vazgeçerek atarız. Benliğimiz, kişiliğimiz böylece oturmaya başlar. Her şey elendikten, sade bir hal aldıktan ve bunlar artık karakterimiz olduktan sonra, biz insanları kendimize benzetmeye çalışırız. Aslında kendimize değil de, kendi doğru bildiğimize inandırıp onlarında bize benzemesini isteriz. Güzel bir şey sanırız herkesin bizim gibi olmasını. Aynı giysiler, aynı defter kalem, aynı bileklikler yerini kıskançlığa bırakınca anlar insan aslında. Kıskançlık uğruna yitirilir çoğu arkadaşlıklar. Annen gibi baban gibi olmakta işe yaramaz bir saatten sonra. Kendi doğrularını keşfettikten sonra istemsizce insanları kusursuz görmeyi bırakırız. Anne ve babamızın da hata yapabileceğini anladığımızda onlarda idol olmaktan çıkar. Geriye bir biz kalırız bize. Kendi kendimize doğru yolu bulmaya çalışırız. “Dünyanın değişmeyeceğini” anladığımız bölümde tamamlanır böylece.

Artık aynı olan şeyler sinirimizi bozmaya başlar. “Özenti” kelimesi de buradan türememiş midir zaten. Özenmek, giyimine kuşamına özenmek değil elbette. Başka birinin yaptığını beğenip az önce anlattığım gibi onaylayıp onu kendi doğrusu haline getirmesi olayıdır özentilik. Aslında kötü bir şey değildir ama hayatımızın bu evresindeyken kimse bize benzemesin isteriz sadece. Taklidimizin yapılması sinirimize gider mesela. Ama değişmez şeyler vardır hayatta. Bazı seçimler bizim yerimize yapılmıştır, yapılıyordur ve yapılacaktır. Bize sadece kabullenip yolumuza ona göre devam etmek düşer. Kim neyse o kalsın ama bana dokunmasın beni değiştirmeye çalışmasın isteriz. Ben şöyle bir geçmişime gidip o günleri belleğimde incelediğimde, insanı değiştiren belirli dönemler olduğunu fark ettim. O zamanlarda bunun bilincindeydim aslında ama ben değişmem sanırdım. “Ergenlikten sonra çok farklı bir insan oldu.”, “üniversiteye gitti ya hemen değişmiş.” Gibi cümleler duyduğumda nasıl bir değişiklikten söz ediyorlar acaba diye düşünürdüm. İnsan bir olaydan sonra pat diye nasıl değişebilirdi ki, aklım almıyordu o zamanlar. Sonra daha da yakınımdaki insanların bu dönemlerine şahit oldum ve gerçekten değiştiklerini kendi gözlerimle gördüm. İnsanın değer yargısı diye bir şey vardır ya hani büyüklerimizin hep söz ettiği, bana göre değişen şey buydu. Dolayısıyla karakterleri ve olaylar karşısında verdikleri tepkileri de değişiyordu. Bu değişimin sonunda karakterleri de değişmiş oluyordu. Bunlara şahit olmama rağmen ben hiç değişmem, o evreleri de kendim kalarak atlatırım sanıyordum. Ta ki üniversiteye gelene kadar. Üniversiteye başladıktan sonra insana bir bilmişlik geliyor işin açıkçası. Karşına çıkan bütün sorunlarla tek başına başa çıkıp, bütün ihtiyaçlarını kendin giderdikten sonra ben her şeyi bilirim ben her şeyi yapabilirim hissi uyanıyor gizlice. O hissin verdiği ukalalıkla alakalı bir değişim mutlaka oluyor bir kere kim ne derse desin bu böyle. Onun dışında kaybedecek neyim var ki düşüncesi ekleniyor birde. Hele ki ailenden uzaktaysan ve o yaşına kadarda birçok şey yaşayıp ailenin yanındayken bile ailensiz göğüs germişsen bu yaşanılanlara o zaman iyice perçinleniyor o özgürlük kaynaklı kaybedecek bir şeyin olmaması duygusu. Zaman geçiyor, yeni arkadaşlıklar, yeni karakterler; yeni ve daha büyük sorunlar; dersler, ödevler, sınavlar derken bir de bakacağız ki hayatın yeni bir etabındayız. Ama sizde benim gibi hayatın küçük bir parçası olan bu hıphızlı geçen zamanın içinde durup düşünecek olursanız eğer, “Dünyanın seni değiştirdiğine emin olduğun.” Bölümünde gelip geçtiğini göreceksiniz…

“ Hayat 3 bölümdür; dünyayı değiştireceğini sandığın, dünyanın değişmeyeceğine inandığın ve dünyanın seni değiştirdiğine emin olduğun.” Cümlesini kurarken Jean Paul Sartre’de benim gibi durup, hayatını şöyle bir gözünün önünden geçirmiş sanırım. Bu cümleyi kurduğu zaman bile sonrasında daha yaşayıp göreceği günlerden, değişeceği fikirlerinden habersiz hayatını aslında iki bölüme ayırmış: bu cümleyi kuracak kadar yaşadığı zaman ve o cümlenin anlatmakta yetersiz kalacağı, yaşanacak olanlar kısmı…

Sizde şöyle bir oturup düşünün. Hayatınız bir kitap olsa mesela, kaç ana bölümden oluşurdu, sizi değiştirecek olaylar neler olurdu, kitabın ana konusu ne olurdu? Çünkü, aslında hayatımız gerçekten bir kitap. Bir yazarı var. Ana karakterleri, yardımcı karakterleri; belirli olaylar ve çıkarmamız gerekende bir ders var. Benim kitabımın okuduğum yere kadar olan kısmından çıkardığım ders; aslında her insanın her zaman yalnız olduğu ve bu yalnızlığı kısa süreli gidermek içinde sevdiklerinin yanında olduğu kısmı en güzel şekilde değerlendirmek gerektiğidir. Kısaca Kafka’ya katılıyorum, “Benim yalnızlığım insanlarla dolu”.

Sevdikleriniz yanınızdayken zamanın sonsuza dek durması dileğimle, hayat’la kalın…

 
Toplam blog
: 12
: 243
Kayıt tarihi
: 18.09.15
 
 

İnşaat Mühendisi'yim, yüksek lisansıma devam etmekteyim. Fotoğraf çekmeyi, yeni yerler keşfetmeyi..