Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ocak '14

 
Kategori
Kitap
 

Bir Mimar Sinan masalı: Ustam ve Ben - Elif Şafak

Bir Mimar Sinan masalı: Ustam ve Ben - Elif Şafak
 

Ustam ve Ben


 Yaşadığı ülkenin tarihine duyduğu ilgiyi ve dünya vatandaşı olma özelliğini bir romanında daha ustalıkla değerlendiren Elif Şafak, dikkat çeken bir esere imzasını atmış.

 16. yüzyıl Osmanlı mimarisini belgesel,  Mimar Sinan’ı ise biyografi tadında etrafında çalışanların gözüyle anlatan eser, bu anlamda bir dönem romanı. İç içe geçmiş sayısız ilgi çekici macerası ve mozaik taşları gibi rengârenk kahramanları ile senaryolaştırılıp filme çekilmesi için göz kırpan bir eser Ustam ve Ben.

 Yazar, sanatın ve sanatçının iktidar hırsları, yobazlıklar ve halkın değer bilmezliği karşısındaki direnişini zengin bir dille anlatıyor. Bugün halen çoğumuzun ne bedeller karşısında inşa edildiklerini bile düşünmeden bilinçsizce önlerinden geçip gittiğimiz cami, köprü, hamam gibi pek çok tarihi eserin oluşum aşamalarına şahit oluyorsunuz.

 Elif Şafak, tarihin sararmış sayfalarında gezinirken günümüz yazarı olmanın avantajıyla bugünün İstanbul’ una  ve İstanbul insanına da serzenişlerde bulunuyor.

 Yazar, Osmanlı tarihinden belli bir dönemi  yarı gerçek yarı masal ile karıştırıp bir ölçek  hayal gücünü yedirerek kıvrak ve tecrübeli kalemiyle yoğurup roman kıvamında sunuyor okuyucularına.

Yapı ustası Mimar Sinan, filbaz Cihan ve Hindistan Şah Hümayunu’ nca  Osmanlı sarayına hediye edilen Çota adlı beyaz  filden oluşuyor romanın baş kahramanları. Vakitlerden 16. yüzyıl, mekânlardan İstanbul...

 Özellikle o dönemin İstanbul’u zaten başlı başına bir şehr-i masal özelliği taşımakta. Yardımcı kahramanların bile Kanuni Sultan Süleyman, Sultan Selim, Sultan Murad, Hürrem Sultan, Mihrimah Sultan, Nurbanu Sultan,... olduğu düşünülürse romanı okuduğunuz sürece nasıl renkli ve masalsı bir dünyayı  adımladığınızı kolaylıkla tahmin edebilirsiniz.

 ’’ Her adımda kendini inkâr eden, her mahallede mizaç değiştiren, aynı anda hem nikbin hem bedbin olabilen bir kentti İstanbul; bir yandan cömertçe verirken, bir yandan cümlesini geri alırdı... Sihirkârdı, şivebazdı. ‘’ Gerçekten de şehr-i İstanbul, bu dört mütevazi çırağa olduğu gibi tarih boyunca görüp geçirdiği tüm padişahlara da aynı tavrı göstermişti. İşte bu gerçeğin etrafında anlatılan bir hikâyesi var Ustam ve Ben’ in.

Henüz on dört yaşına yeni basmış Cihan’ın, kendisini Çota’nın filbazı olarak tanıtması ve Mimar Sinan’la karşılaşarak onun gözüne girmesi gibi tesadüfler, bir anda hayat çizgisinin değişmesine neden olur. Ustası Mimar Sinan’dan öğreneceği ne çok bilgi, tecrübe ve ne çok hayat felsefesi olacaktır.

 Mimar Sinan gibi bir  dehanın inceliklerinden, öğretilerinden sebeplenen sadece Cihan değildir. Müthiş bir hafızaya sahip, ince yapılı bir Anadolu çocuğu olan Nikola, bıçak gibi keskin bir zekâya sahip kimsesiz Davud ve hesabı hepsinden kuvvetli  yeşil gözlü, dilsiz Yusuf da romanın renkli mozaiklerinden.  ( Daha sonra  kadın olduğunu saklamak için bu yolu seçtiği anlaşılan Yusuf’un, yani Sancha’nın , ustası Koca Sinan’a körkütük âşık olduğunu da öğreniyoruz. )

 Sinan’ın onları çıraklığa seçerken dikkat ettiği nokta, zeki ve yetenekli olmalarının dışında, ‘’incinmişler’’ den olmalarıdır.

Dördü de ustalarının elinde titizlikle şekillendirilmiş ayrı birer yetenektir. Cihan’ın çizime ve öğrenmeye, okumaya olan tutkusu sonsuzdur. Ona göre;  ‘’Aşk gibiydi okumak da...Neden, nasıl müptelası olduğunu, bilen zaten gayet iyi bilirdi; bilmeyene de anlatamazdın bir türlü. ‘’             

Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii, Selimiye Camii, Sokollu Mehmed Paşa Camii gibi  en önemli eserlerini inşa aşamasına, bu dört çırağın yaşadıkları üzerinden şahit oluyorsunuz. Örneğin, Cihan’ın Süleymaniye hakkındaki düşüncesine göre;  ‘’Cihan bunu kimsenin anlayacağını sanmıyordu ama Sinan adeta kubbeyi cami için değil, camiyi kubbe için dikmişti. ’’

 Bu muhteşem eser bittikten sonra tam ortasında yere yatıp kubbeyi seyre dalarak kendisini arzın merkezine yaklaşmış hisseden Cihan’ın düşündükleri  oldukça  anlamlı:’’Belki de bu âlem hummalı bir inşaat sahasıydı. Sinan ve çıraklar bina üstüne bina yapadursun, aynı anda kâinat da tek tek herkesin hikâyesini inşa ediyordu. Tanrı da bir nevi mimardı. Kat kat semadan oluşmuş görünmez bir kubbe asılıydı yukarıda. Hristiyan, Yahudi, Müslüman, Zerdüşti ve bilmediği daha kaç itikat ve hal... kubbenin altında herkese yer vardı. Göğün yedi katmanı, yerin yedi katının üstünde sütunsuz, direksiz yükseliyordu. Bakmasını bilene bu evren mükemmel bir yapıydı. ‘’

 Hevesle durmaksızın çizen, inşa ettikleri Mihrimah Sultan Camii’ne yenilikler getirmek isteyen Cihan, kendisini şu sözlerle yeriyor:‘’ Haddimi bilmiyordum yani. Ama aşk biraz da böyle bir şey değil midir zaten? Haddini bilmemek, hudutların ötesine geçmeye azmetmek... ‘’ Onun gerçekte Mihrimah Sultan’a duyduğu büyük aşkın söylettiği kelamlardır bunlar. Aşkını düşünerek inşasına eşlik ettiği bu eserde gösterdiği başarı, Sinan’ın kendisini kalfalığa yükseltmesine neden olur.

Sinan, ateşe uçan pervane misali mesleğine duyduğu aşkın yüceliğini, şehir planlamasına verdiği önemi ise, çıraklarına yazdığı bir mektupta şu şekilde dile getirir:

 ‘’ Şehirler de insanlar gibidir... Onlar da yaralanır ve kanar... Bir şehre, tıpkı bir masuma merhamet ettiğiniz gibi acıyabilmeniz lazım. Yoksa dengeli kararlar alamayız. Herkes her yere inşaat kondurmak isteyebilir ama bu İstanbul’u üzer, incitir, bitirir. Buna hakkımız var mı? Şehirlerin dertlerini anlatmaya dilleri yok. Seslerini biz duymazsak kimse duymaz. Allah muvazenezi daim kılsın. ‘’

Romanda, burada anlatamadığımız sayısız maceranın içinde yaşarken bir yandan da dönem hakkında yine sayısız bilgiye sahip oluyorsunuz. Arada geçen masalsı cümleler silsilesi de  okuyucuyu bir anda farklı bir bilinç durumuna doğru sürükleyebiliyor:

‘’ Cennette bir ağaç vardır derler, dünyadaki hiçbir ağaca benzemeyen. Dalları şeffaftır, kökleri su yerine süt çeker yeraltından ve gövdesi buzla kaplıymış gibi ışıldar. Bu ağacın her bir yaprağında bir insanın ismi yazılıdır. Yılda bir defa, Şaban ayında, on dördüncü günü on beşinciye bağlayan gecede, tekmil melekler onun etrafında toplanır, halka olurlar.  Hep birden kanatlarını çırparlar. Dalları sarsan kuvvetli bir rüzgâr meydana getirirler. Usulca kopar bazı yapraklar, düşmeye başlar. Bazen bir yaprağın yere ulaşması epey vakit alır. Bazen de göz açıp kapayana kadar. Bir yaprak toprağa düştüğü an, üzerinde adı yazılı olan insan son nefesini verir. İşte bu yüzden, akıl ve ilim sahibi kimseler kuru yapraklara basmamaya özen gösterirler, bu inanışa hürmeten. ‘’

1588 yılında Mimar Sinan’ın yaprağı da yere değdiğinde büyük usta doksan dokuz yaşındaydı. Kitaptan öğrendiğimiz değerli bilgilerden biri de mütevazi Sinan’ın mükemmel olmadığını göstermek için eserlerinde mutlaka bir kusur bırakma alışkanlığıydı. Yazarın anlamlı yorumuna göre, ölümü de tastamam bir yaş olan yüz’de değil, doksan dokuz buçuk yaşında gerçekleşmişti.

Ustasının ölümünden sonra Hindistan’a giden ve Mihrimah’a olan aşkını hiç bir zaman unutmayan Cihan, Hindistan’da geçirdiği yaşlılık döneminde Tac Mahal’in yapımında görevliyken bir yandan da kendisini çok seven eşiyle olabildiğince huzurlu bir hayat geçirir. Yüreğindeki tek huzursuzluğu ise şu sözlerle dile getirmektedir:

‘’ İstanbul’dan ayrıldığımdan beri Mihrimah’ı düşünmediğim tek bir günüm olmadı. Onu hâlâ hatırlıyorum. İçim hâlâ acıyor. ‘’

Ve akabinde romanın son cümlesini de Cihan söyler:  ‘’Öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz, aşkı öğrenemesek de...’’

 

               

               

                 

 
Toplam blog
: 28
: 1805
Kayıt tarihi
: 31.07.13
 
 

İ.Ü Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ..