Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Şubat '12

 
Kategori
Öykü
 

Bir ömrü sahte yaşamak

Hastalığını öğrenir öğrenmez, geçmişi bir anda gözünün önünden geçti. Geçmiş bir anda nasıl da yok olmuştu. Geçmişinin yok olması, zamanın acımasız akışını canlı bir şekilde hatırlatmıştı ona. Geçmiş gözden kaybolurken geleceğe ait zamanın kısalığı içini deliyordu. Oysa en güzel hayallerini hep geleceği için kuruyor, gelecek zamanın birinde mutlaka istediği gibi bir hayatının olacağına inanıyordu. Hatta o mutlu hayatı sürmesine - yaşı altmışa varsa da - az kaldığını düşünüyordu. Taa ki, bu hastalığını öğrenene kadar.

"Keşke her şeyi bir sonraya bırakma alışkanlığım olmasaydı" diye geçirdi içinden. "Acaba hastalığımı da sonraya erteleyebilir miyim?" diye düşünürken, acı bir gülümseme belirdi yüzünde. Olmayacak şeydi bu elbette. İlk kez, bir şeyi yarına erteleyemeyeceğinin farkına varıyordu. Hayat, nasıl da uçup gitmişti ellerinden. Oysa geçmişi elinden bırakmayarak daha uzun bir hayat süreceğine öyle de inandırmıştı ki kendisini. Eski bir eşyasını elinden çıkarmamasının sebebi de, geçmişinden ayrılmak istememesi yüzünden değil miydi? Kendisine ait eşyaları saklaması, ona bir bütünlük sağlıyordu. Bir eşyasının yok olması, sanki, vücudunun bir parçası eksilmiş hissi veriyordu.

Geçmişine bu denli bağlı kalmasının arkasında, ’gelecek korkusu’ olduğunu nereden bilebilirdi? Bu gerçeği hissettiği an, içi birden ürperdi. Hiç böyle bir duygu yaşamamıştı şimdiye kadar. Artık,bir gelecek de yoktu onun için. Bir uçurumdan düşüyor gibi, bir boşluk hissetti içinde. Bir boşluk duygusu: Yok olma korkusu. Hatırlanamama duygusu.. Meğer, ne kadar da incinmişliği vardı? Tekrar geçmişine daldı. Zaten hep geçmişiyle beraber değil miydi? "Demek ki, hiçbir zaman `şimdi`yi -”an”ı yaşayamadım" diye geçirdi içinden. Ya kızgınlıkları, öfkeleri, depresyonları, koşturmaları, bağırıp çağırmaları boşuna mıydı? "Hep inciltildim. Bundandı isyanlarım. Hiç kimse anlayamadı beni. Bundandı yalnızlığım. Uzaktım, her şeyden, herkesten uzak; kendimden bile. Acı çekiyordum, acılar yer etmişti içimde! Bundandı yüzümün hiç gülmediği. İçim kanıyordu. Yaram derindeydi, hem de çok derinde. Anlaşılamamak! Hic kimse, hatta eşim, çocuklarım tarafından bile. Hep bir boşluk vardı içimde! Kocaman bir boşluk!  ’Kendim olamamak’ korkusu! Peki, neydi aradığım, beklediğim? Çok şey mi istiyordum, kendimden, ailemden, çevremden? Sadece, ’kendime yeterli olabilmek’ti gayem. ’Kendine yeterli olabilmek!’ Bu o kadar zor bir şey miydi? Zordu ya... Sonra çocukluğu geldi aklına: Babalı - babasız büyümüştü o da, diğer arkadaşları gibi." Çocukluk duygusu nedir bilemeden, yaşamadan bu duyguyu büyüdüm; yetişkin bir çocuk oldum. Bundandır geçmişime asılı kalmam. Ama nereden bilebilirdim bunu?. Sırtımdaki bu yükü taşıyamaz olduğumu hissedince, zaten iş işten gecmiş; yükün altında ezilmiş kalmıştım." diye düşünürken, alnından terler aktığını hissetti.

Sonra, okul yılları, gençlik dönemi yani.. Ne gençliği? Çocukluğunu çocukken yaşayamayan insanın gençliği mi olurmuş? Büyüklerle kıyaslana kıyaslana, daha çocuk yaşta yaşlanan bu ruhu, ömrü boyunca taşıyacağını nereden bilebilirdi?
Yine ağrıları nuksetmişti: Kasıkları, sırtları, koltuk altları, bol etleri sancıyıp duruyordu. O, yine içine gömüldü:
"Ağrılar, acılar, incinmeler, incitmeler; hiç bir iz kalmayacak  şekilde iyilestirilebilir mi, tekrar? " diye düşündü. "Hele de, bu acı ve incinmeler hala devam ederken! Bir kaçış, bir güven, bir karşı koyma, bir savunma gerekli. Ama ne? Kaleler bir bir düşmüş. Bitmislik, tükenmişlik, güçsüzlük, ümitsizlik sarmiş her yanı. Yolun sonu görünmüşken, tekrar canlanmak, tekrar dirilmek, bütünleşmek kendinle. Eksilen, eskiyen parçalar geriye gelir mi? Bütünlük sağlanır mı? Eğer incinmiş, dağılmış, parçalanmışsanız, nasıl bir bütuü olabilirsiniz? İncinmelerle dolu bu küfe hala sırtındaysa? Üstelik. sırtında ekstradan kocaman bir yumru çıkmışsa ve küfe her sallanışında o yumruyu eziyorsa..”

"Bundandir öfkem, kızgınlığım, kırgınlığım, sertliğim. Bundandır korkularım, geri çekilmelerim, sinirli hareketlerim, eve kapanışlarım, yatağıma gömülmelerim, bir ufak sese bile tahammül edemeyişim, hep karanlıkları tercih edişim, bundandır"...

Ezilmis, incinmiş, şiddet görmüş bir anne- babanın çocuğu olarak, okulda incinmiş bir öğretmenin incinmiş bir öğrencisi olarak; işte incinmiş iş verenin işçisi olarak, şizofrenik bir toplumun üyesi olarak sesini yükseltsen, yardım çığlıkları atsan kim duyar, kim dinler ki seni? Üstüne üstlük, bir de, suskunluğunla alay ediliyor. Dert oluyor onlara senin dertsiz oluşun, dertsiz görünüşün. Aslında, derdi olmayan var mı ki dünyada? "Herkesin kendi derdi kendine " diyemesek de, baskıcı olunamaz bu konuda. Ortaklaşa paylaşılan duygular elbette var; iyilikten, doğruluktan, güzellikten yana. Fakat kibir, kıskançlık, hırs, çekememezlik ruhumuza işlenmiş gibi. Hep bu yükleri peşimizde gezdiriyoruz ve bol bol dağıtmakta da bir sakınca görmüyoruz. Sevginin yerini sevgisizlik, hoşgörünün yerini dalkavukluk aldı mi, o toplumda karmaşa var, çatışma var, kavga var demektir. Hem, sadece toplumda mı? Tüm dünya toplumları birbirleriyle savaş halinde. Sevgiden, saygıdan yana tüm sözcükler anlamlarını kaybettiler. Artık bu sözcükler bile kötülük için kullanılır oldu.Kullanılmazsa ne yazardı? O bitmişti, tükenmişti,gidiciydi...

Unutamaz mıydı kendisini? Şöyle uykusuz, ağrılı sızılı geçen bir gecenin sabahında, yatağında doğrulup da aynaya baktığında, tanıdık olmayan bir yüzle karşılamaz mıydı? Aynaya da bakmadığı çok olmuştu ya! Nasıl baksındı? Tüm geçmişi yüzüne bir tokat gibi yansıyordu aynadan. Düşmanıydı bu yüzden onun, aynalar.

Korkusundan, korkularındandı elbette bu düşmanlığı. Sadece aynalardan mı? Artık her şeyden korkar olmuştu: Bir çocuğun masum bakışı, ona amca, dayı deyişi bile ürkütüyordu onu. Üflesen düşecek kadar zayıf, güçsüz hissediyordu bacaklarını; taşıyamaz olmuşlardı artık gövdesini. Yetmezmiş gibi bir de, kocaman bir ur çıkmıştı koltuk altında. Çıksındı. Zaten, tüm gövdesini yakında sarardı bu urlar.

Yine bir korkudur kaplamıştı tüm bedenini; titriyor, üşütüyordu onu bu korkular. Kriz mi, diyorlardı yoksa buna! Geldiğinde, başından asağı kaynar sular dökülüyor gibi oluyordu da yanmıyordu yine de insan. Yanmak da ne kelime, buz gibi soguktu içi oysa!

Kafasının karışıklığındandı bu soğukluğu. Ölecekti yakında! Oysa, başlayıp da bitiremediği daha bir çok seyi vardı bu dünyada. Ölmenin zamanı mıydı? Aklının ucundan bile geçirmemişti şimdiye dek bunu. Ölmek de neymiş, o hiç ölmeyecekti ki! Başkaları içindi ölmek, kendisi için değil. Çünkü o 'özel'di; ölüm ona dokunamazdı.Başkaları ölebilirdi, ama o, asla... Saçmaladığının farkındaydı, ama daha önce kendi ölümünü hiç düşünmemişti ki! Şimdi, oturup da, kendi ölümü ile yüzlesmek zorunda bırakılıyordu; hem de tek başına -kimse onun için aracılık yapamaz, kimse onun yerine ölemezdi...
Bu gerçek, yüzüne vurulmuş bir tokat gibiydi. Bu gerçekle yaşamayı nasıl sürdürecekti? İntihar mi etseydi acaba? Zaten ölü değil miydi? Sadece mezara sokulacak zamanı bekleyen bir ceset gibi hissetti bedenini. Artık, temelli yerini bulmalıydı bu beden.

Bunu düşününce bir rahatlık hissetti ruhunda. Serin bir rüzgâr eser gibiydi bir yerlerden. Tekrar yokladı düşüncelerini. Bir anda kendisini bu denli hafif hissedecek ne olmuştu? İlk defa kendi ölümüyle yüzleşmesi olmasındı bu sakın? Bu fikir, hoşuna da gitmişti. Ölümünü kabul eder görünmesi, sırtındaki yükünün biraz daha hafiflemesine neden olmustu. Oysa, yükünün ağırlığı hep çoğalmıştı bugüne kadar.

Ölümle karşı karşıya kaldığı bir gerçekti. Bundan kaçış olamazdı. O halde bu gerçeği kabul etmekten başka da bir çare yoktu. Öyle de yapacaktı! Çünkü bu, rastlantısal bir şeydi. Kendi seçimi olamazdı. Hayatını, düşüncelerini değiştirmeliydi. Kaderine inanmalı, geleni, olduğu gibi kabul etmeliydi.

"Ne kadar da küçük bir dünyam varmış. Gözleri kapalı yaşamışım bunca zaman demek. Oysa yapılacak ne kadar çok şey varmış da göremeden es geçmişim bunları. Hep varsayımlarla yaşamışım. Ben ki, kendime hep güvenmiş, kendime hep saygıyla bakmış biriyim, ölümü; hele hele kendi ölümümü bu denli aşağılara çekemem. Bu, kendimi kandırmak; bu, kendime ihanet olur. Kendimi kandıramam. Ben ki, her konuda 'özel'im, ölümüm konusunda da özel davranmalıyım, güçlü görünmeliyim. Güncel yaşamımdan kaçmamalıyım. Kaçmak bana yakışmaz. Sorunlarım çok büyük de olsa, "olan" la başa çıkmayı öğrenmeliyim. Onları (sorunlarımı) alt etmesinin yollarını bulmalıyım ve bunun için de hiçbir şey olmamış gibi işlerimi eskisi gibi takip etmeliyim.

Yoksa çocuklarım nasıl düşünür? Hastalığımı öğrenir öğrenmez beni ölü yerine koyarlarsa, onlara cevap veremeyecek, tepkilerini gözleyemeyecek, onlara rehberlik edemeyeceksem; iste o zaman kendimi gercekten ölmüş sayarım. Ben kendimi ölmüş saysam da, bir hiç yerine koysam da; bu duygumu çocuklarıma, eşime  ve çevreme hissettirmemem gerekir. Yoksa hiçbir şeyin ciddiyeti kalmaz, her şey yapmacık olur; geri kalan üç- beş ayımı da, sahte bir yaşama değişmiş olurum. Kendime yeter olduğumu, kendime gösteremezsem de, çocuklarıma göstermek zorundayım. Bu, benim, bundan sonra en önemli görevim olmalı! Çocuklarım bu gücü bende görmeliler.Yoksa, gün gün beni ölü gibi görmeleri bana ölümden de acı gelir.
Bundan böyle çocuklarım, çevrem ve diğerleri için yaşamalıyım. Bunun için;hayat önceliklerimi yeniden düzenlemeliyim,çocuklarım beni asık suratlı görmemeli.

Sonra,kimseye,şunu şöyle yap,bunu böyle yap veya yapma diye olumsuz konuşmalarda bulunmamalıyım. Hep onları cesaretlendirecek konuşmalarda bulunmalıyım.

Hayatımı geri plana itmemeliyim, güçlü; o anda yaşıyor hissini çevreme yayabilmeliyim. Hayatın önemli gerçeklerini, evrenin, kişinin özel oluşunu kabul etmediğini, varlığımızın değişmez boyutlarının insan etkisinin ötesinde olduğunu, dolayısıyla bu gerçeği kabul edişimi, bir şekilde çocuklarıma da aktarabilmeliyim. Onların acı çekmeden ölümümü kabul etmelerini sağlayabilmeliyim. Bu da, hiçbir şey olmamış gibi sahte görünmek yerine, her şeyi ciddi, samimi ve açık bir şekilde anlatmakla olabileceği hissini herkese verebilmeliyim.

Krizler geldiğinde daha sakin, daha kararlı ve daha güçlü görünmeliyim. Herkesle dürüstçe ve açık yüreklilikle iletişim kurabilmeliyim. Yani, geçmiş veya gelecek yerine şu anda yaşamalıyım."

Havalar ısınmak üzereydi. Bir sabah aklına bir fikir geldi. Hanımına, deniz kenarındaki yazlıklarına gitmek istediğini söyledi. Hanımı,"tabii, gidelim" diyecekti ki, aklına kocasının tedavisi geldi. Fakat, "herhalde daha iyicedir" diye içinden geçirerek, kısık bir sesle, "Sen nasıl istersen, hayatım" dedi.

Dolu dolu tam iki ay yazlıklarında kaldılar. Her telefon edişinde, "Oğuz", diyordu, "Trup gibi oldum, eski sağlığıma kavuştum, hiçbir şeyim yokmuş. Sen de, atla gel buraya" derdi.

Fakat, yine bir gün; bu sefer ben telefon ettiğimde, "Oğuz" demişti, "Galiba oraya, İstanbul'a döneceğiz, kendimi pek iyi hissetmiyorum." Çok üzülmüştüm tabii. Benim tadilim bitmiş, yurtdışına çıkmıştım.

Dört gün sonra, bilincini kaybetmiş olarak, İstanbul'a getirip, doğruca ... Hastanesine yatırdılar onu. Durumu çok kötüydü. Bitkisel hayata girmişti. Tüm vücudunu iltihap kaplamış, beynine kadar sıçramıştı. Herkes şoktaydı.

İki ay daha bu şekilde, yoğun bakımda yatarken, bir gün kızı, bilgisayarda bu, beyin hastalığıyla ilgili bir yazı okudu: ABD'de bu hastalıkla ilgili bir arastırma yapılmış, fakat, henüz insan üzerinde denenmemişti. Doğaldır ki, çok da pahalıydı. Kızı, hemen, Saglık Bakanlığına bir yazı yazarak, durumu da anlattıktan sonra, bu ilacın babası üzerinde denenmesini istedi. Cevap gecikmedi. Tüm masrafları da Sağlık Bakanlığı karşılamak üzre ilaç getirtilmiş ve hastaya uygulanmıştı. Türkiye'de ilk defa böyle bir şey, Bakanlık yoluyla gerçekleşmişti. Herkes, umutla bekliyor, sonucu Amerikalılar bile merak ediyorlardı.

Aradan iki hafta geçmişti ki, bir sabah hastanın hanımı, yoğun bakım odasının dışından bakarken, kocasının el parmaklarının kıpırdadığını gördü. Hemen hemşireye, hemşire de doktorlara haber verdi. Bu sefer doktorlar şok olmuslardı. Çünkü, dememelerine rağmen hastadan ümit kesmişlerdi.

Hasta hızla iyileşmeye başladı. Ciğerlerindeki iltihabi çekmeleri için boğazını delmişlerdi. Bir hafta daha yoğun bakım odasında kaldıktan sonra, yattığı odaya getirdiler onu.Daha sonra da iyileştikçe, kapanmakta olan boğazındaki deliği diktiler. Hasta, yemek yemeye başlamış, az da olsa, dudaklarından, ne demek istediği anlaşılabiliyordu. Durum, Sağlık Bakanlığına, Bakanlık da ABD'ye rapor edilmişti. Herkes gelişmelerden memnundu.

Üç hafta önce eve bile getirilmişti. Fakat, bir gün ağabeyini yolda gördüğümde bana, kardeşinin tekrar komaya girdiğini ve hastaneye yatırıldığını söyledi. İçimden bir şeylerin eridiğini hissettim ve sadece: "O çok inatçıdır, kolay kolay hayata teslim olmaz, torununu dedesiz bırakmaz" diyebildim...(Bu, gerçek bir hayat hikâyesidir)

Alaettin Morgül / 05.02.2012 - 23:35  -

 
Toplam blog
: 193
: 1086
Kayıt tarihi
: 02.02.10
 
 

İsveç`in Göteborg şehrinde oturmaktayım;  evli ve bir kiz bir oglan iki çocuğum var. İsveç`te..