Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Haziran '10

 
Kategori
Öykü
 

Birini öldürdüm

Birini öldürdüm
 

manipulasyon


Bazı şeyleri akla getirmemek güzel de hayatın akışına bağlı kalmadan yaşamak ne kadar yaşamaktan sayılır; tartışılır. Hayat güzeli de çirkini de içinde barındıran bir bütün iken bilmiyorum neden çoğu insan unutmak, hatırlamamak ister.

Şu ilaçlara başlamadan önce bende ne etki yaratacağını bilmiyordum. Deliriyoruz ya... Cinayet bile işlemeye meylimiz var. Pek çok olumsuz davranışlarımızı pasivize etmek için doktor diretmesi ya…

Ne bileyim hapların her şeyi unutturacağını. Hayatın akışına geriden bakıp el sallayacağımı. Geç anlamak, geç karar vermek, geç konuşmak. Bu hissiz ve ruhsuz hâl acayip gerilim yaratıyor üzerimde. Akşam olsun diye saatleri saymak, çalıştığım iş yerinde ki arkadaşlarımı gözümde canavarlaştırmak hep bu hapların yüzünden.

Aldığım bu ilâç sadece düşünmemi engelleyip sağa sola mal gibi baktırıyor. İyi olacağıma sevimsiz biri olup çıktım. Enerjim, neşem, coşku dolu konuşmalarım, hayallerim... Yok işte!

Bütün bir gün ilâca lânet okudum. Beni iyileştirmiyor beni ben olmaktan alıkoyuyordu. Eve gitmeliyim. Bu ortama bu insanlara dayanma gücüm kalmadı. Biliyorum ki istemeden birilerini kıracağım...

Patronun yanına gidip izin istedim. Yüzümün aritmetiği çarpım tablosuna döndüğünden patron tereddüt etmeden verdi izni.

İş yerinden dışarıya bir yarasa gibi attım kendimi. Niye bulutlu değildi ki hava? Güneşin ışığı, yakıcı sıcaklığı da sinirlendirmeye yetmişti beni. Ensemden, sırtımdan, bacaklarımdan koca bir ahtapotun kolları sarıp boğazlıyordu sanki... Eve taksiyle mi yoks yürüyerek gitme kararsızlığının sonunda yürümeye karar verdim. Bütün vücudum taşlaşmıştı. Yürüdükçe daha çok kasılıyor her adımda biraz daha nefesim daralıyordu. Havadaki oksijen nefes almam için yeterli değildi. İçimde nefesimi soluyan biri mi vardı?

Daha fazla yürüyemeyeceğimi anladım. Bir taksinin içine zor bela attım kendimi. “Beşiktaş!” diye, haykırırcasına şoföre bağırdım. Ne suçu varsa? Niye sinirleniyordum ki zavallıya?

Galiba tribe girmiştim. Bedenimin içinde kimsin sen diye bağıran bir dev vardı. Susmuyor, sürekli konuşuyordu. Arabanın camından kafamı çıkarıp kusmak istedim. Kusabilsem midemden kanlı irin akacaktı...

Arabanın penceresini sonuna kadar açtım. Rüzgar yüzüme sertçe esiyordu. Biraz ferahlamıştım. Fakat kaldırımda yürüyen insanları görünce midemdeki kanlı irinler ağzıma geldi. Ne kadar çoktular. O an koca başlarını analarının rahmine sokup, çıkarken de baltayla kesmek geldi içimden...

Eve gelmiştim. Dış kapıyı açarken defalarca tüm anahtarları denedim. Bir türlü doğru anahtarı bulamıyordum. Bir de dış kapının otomatik olarak ayarlanmış ışığı tam anahtarı buldum derken sönüyordu. Sanki anahtarlarla bir olup benimle oyun oynuyorlardı. Işık, anahtar; ışık anahtar, yine ışık anahtar.

Neyse ki kapıyı açmayı başardım. Evin içine girdiğim an da keskin bir çöp kokusu burnumun deliklerini yarıp geçti. İşte kendimden nefret etmem için bir sebep daha. Geceden içtiğim sigara izmaritleri öbek halinde masanın üzerinde duruyordu. İçerisi o kadar havasızdı ki... Ayakkabılarımı çıkarmadan çöpleri izmaritleri toplayıp dışarıya çıktım. Apartmanın kapısı arkamda patladı. Neyse çöpleri bırakıp apartman kapısına geldim. Kapı ve lâmba iğrenç dişlerini gösterip, ‘hadi bakalım sen mi biz mi başaracağız, ’ der gibiydiler.

İnanmayacaksınız o gün başıma gelen en güzel şey bir kerede anahtarı deliğine sokmam oldu. Bu durum çok garip bir rahatlama duygusu yaratıyor. Kaslarım gevşedi yüzüm pişmiş bir boza kıvamı aldı.

Odalardaki bütün camları açtım. Kış mevsiminin buz gibi soğuğu rüzgârla beraber evin içine girdi. Akşamdan kalan bulaşıkları yıkamak için mutfağa ilerledim. Her gece yaptığım gibi kendime bir içki hazırladım. Bardağı elime aldığımda ellerimin titremesine takıldı gözlerim ve öylece bardağa dalıp gittim. Çaydanlığın mutfağı saran buharına ve suyun fokurtusuna açtım gözlerimi. İstemeye istemeye yıkamaya başladım bulaşıkları; yıkadıkça çoğalıyorlardı. Bu arada bir bardak içkiyi bulaşık yıkarken bitirdim. Dudağıma sıkıştırdığım sigarının külleri yerlere döküldü. Umurumda değildi küller; bir kadeh daha doldurdum. Rahatlamıştım.

Üçüncü kadehi de devirmek üzereydim, telefon çaldı. Arayan kişi uzun zamandan beri aramalarını yanıtsız bıraktığım, bir aralar beraber olduğum bir orkestrada bateristlik yapan, ‘sevgilim’ diyemeyeceğim, bendeki yerinin ne olduğunu bilmediğim biriydi.

Telefonu açmakta kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra ’ne var’ diye kabaca bir konuşmayla onu karşıladım. Beni özlediğinden falan bahsetti. Görmek istiyormuş, acaba ben onu görmek istiyor muymuşum?. Kendime sordum. O gece kendimi çok yalnız hissettiğimden olsa gerek kendim de farkında olmadan ağzımdan ‘gel’ sözcüğü çıktı. Telefonu kapattıktan sonra içimde bir pişmanlık hissettim. ‘Onu görmek istemediğim hâlde niye davet ettim ki? Şimdi benimle sevişmek isteyecek ve istemediğim hâlde kendimi onun arzularına bırakacağım, biliyorum. Acaba arayıp yorgunum erken mi yatacağım desem...’

Kendimi öyle yorgun hissediyordum ki, telefon edip gelmemesini söyleyecek gücü kendimde bulamadım. Yaklaşık bir yarım saat sonra kapıdaydı. Ona kapıyı açtığım an tekrar yüzüne kapatasım geldi. Çokta sarhoş olmuştum. Üzerinde eşortmanları sırtında sırt çantası, tabi sırt çantasının içinde yanından ayırmadığı zulası, küçük esrar paketi. Telefonlarına cevap vermediğim sitemleri bana zırvalama gibi geldi. Yapıp yaktığı zuladan bir nefes çektikten sonra bana uzattı. Başımı tiksintiyle ters tarafa çevirirken bir elimle elini ittim. Kendisinin içmesinde bir sakınca olup olmadığını sordu. Cevap vermedim; o, zuladan çekmeye devam etti. Ben de o arada kaçıncı kadeh bilmiyorum otomatiğe bağlanmış gibi içiyorum.Beynimin zangır zangır sallandığını, göz bebeklerimin sağa sola kaydığını, bulanık ve yoğun bir balçık içinde kaybolduğumu hatırlıyorum. Odanın içinde dolaşmakta olan esrarın kokusu burnumun deliklerinden beynime sinyaller vermeye başladığı an elinden çekip alıyorum; bir fırt, bir nefes daha. Üçüncüde saniyeler geçmeden hızlı bir reaksiyona uğruyor beynim; vücudumun bütün hücrelerinin zerrecikleri küçük birer bomba gibi fitilini ateşliyor, kalbim ritmini bozuyor, nefes alışım bir dönme dolap gibi ve her nefes birbirini yutuyor... Artık odada ve ciğerlerimde havanın olmadığını varsayıyorum; boğuluyorum...

Ne yapacağımı bilmez bir halde beynime ve vücuduma hükmetmeye çalışıyorum. Her hüküm başarısız bir şekilde bana büyük bir kalp çarpıntısı olarak geri dönüyor. Yanımdaki insan bozmasına bir şey söylemeden banyoya gidiyorum. Vücuduma sarılan görülmez kollar soyunmamı engelliyor, sarmalıyor, sıkıyor; bağıramıyorum. ‘Ölüyor muyum?’ diye düşünüyorum... ‘Evet korkak ölüyorsun. Çok istiyordun ya, işte bu, ölüm. Gördün mü ölümden nasıl korktuğunu.. Sevilecek gibi mi ölüm?.. Niye banyo hı?’ Kendimden utanarak, sorumu cevapsız bırakıyorum.

Başımdan aşağı vücuduma yayılan su hiçbir şeyi değiştirmiyor... Küçük bombalar hâlâ patlıyor hücrelerimde... Kalbimde ki o büyük bombanın patlaması korkusuyla sıcak suyu kesip, soğuk suyu açıyorum iyi gelir düşüncesiyle. Buz gibi akan su vücudumda ufak bir ürperti bile yaratmıyor; alev gibiyim. Sadece beynimin donmak üzere olduğunu hissediyorum. Bu da garip bir duygu... Hemen çıkıyorum banyodan. Ölmek üzere olduğum hissine kapılıyorum. Yapabileceğim herşeyi yapmış olmalıyım, hiçbir değişlik yok.

‘…Kendimi seyrede ede ölüyorum işte. Kuyruğunu bacak arasına sıkıştırmış bir köpek gibi korkuyorsun. Uygulamaya koyamadığın senaryoların dışında işte ölüm kendiliğinden gerçekleşiyor. Şimdi kahkahalar atabilir, hayatla da ölümle de alay edebilirsin. İğrenebildiğin kadar kendinden iğrenebilirsin artık. Yaşamla savaşın bitmek üzere.’

Şuursuz bir şekilde beynimdeki tüm sorularla odaya gidiyorum. Onun benim içinde bulunduğum durumu fark etmesini arzuluyorum; umurunda değil.

‘…Öleceğimi söylemeli miyim? Ya o da paniklerse? Ama benimkisi panik değil ki, ölümün kucağına yattım. Ya o da benim gibi ölümle burun buruna gelirse? Neden düşünüyorum ki onu? Bu denli insancıl mıyım ben? Ölmek üzere olduğumu nasıl söylerim... On beş dakika içerisinde bu zıkkım insanı nasıl böyle tuşa getirebilir? 112’yi arasam mı? Saat kaç? Midem bulanıyor. Şuurumu kaybetmek üzereyim. Saat kaç? Saat.. Saat.’

Aniden bittiğini zannettiğim enerjim bacaklarıma akıyor. Odanın içinde baş döndürücü bir hızla volta atmaya başlıyorum. Kalbimin ritmini dinliyorum. Sürekli yürüyorum... Adımlarım hızlanıyor. Zamanın hızı yakalaması gibi bir şey. Sanki odada değilim artık. Pembe bir boşluğun içinden siyahı delen gri bir kuyuya akıyorum. Ateşin bile dayanamayacağı bir sıcaklıkta alevlenen vücudum, gökyüzünden kopar gibi dev dalgaların beslediği bir okyanusun içine gömülüyor, buz kesiliyorum...

Kaymış gözleriyle yerinden doğrulup beni kendisine çekmek için uzanıyor. Dokunmasını istemiyordum. Sendeleyip koltuğun üzerine yığılıyor. Ayağa kalkıp tekrar üzerime doğru yürüyor. Kolumu tutup belimin arkasına doğru kıvırıyor ve dizlerime arkadan bir tekme vuruyor. Dizlerimin üzerine yığılıp kalıyorum. “Hayvan, n’apıyorsun!” diye bağırdığımda üzerimdeki havluyu sertçe çekip alıyor. Çırılçıplak kapaklanıyorum. Saçlarımdan tutup beni kendine doğru çekiyor. Kalbim yerinden çıkmak üzere; duvarları bir balon gibi şişiriyor. Odanın içine çarpıntılarım yayılıyor. Sesimdeki ve vücudumdaki isyanları duymuyor. Dizlerimin üzerindeyim. Arkama geçip saçlarımı eliyle sımsıkı toplayıp kafamı divana yapıştırıyor. Kendimi koruyamayacak kadar müdafaasızım. Bacaklarımı sertçe ayırıyor. Dirseğiyle başımı divana yapıştırırken elindeki bıçağı fark ediyorum.

Bıçağın parlayan yüzü, yaşadıklarımın alkol ve esrarın etkisiyle gördüğüm halüsinasyon olmadığı gerçeğini beynime iletti.

Sırtımda gezen bıçağın sivri ucunu hissedebiliyordum. Bıçağın derimin üzerinde ince yarıklar çizdiğini, kanımın sırtımdan belime doğru aktığını anladım. Sırtımdaki acı bıçak izlerini takip ediyordu.

Bir yandan nefes almakta zorlanırken bir yandan da tecavüze uğramanın verdiği derin acıyla sinirlerimin çelik gibi gerildiğini hissedebiliyordum.

Gözüm, sehpanın üzerinde duran dart oklarına gitti. .Elinden kurtulmam mümkün değildi. Midemdekileri divanın üstüne kustuğumda dahi ileri geri gidip gelmeleri kesilmedi. Şuurunu kaybetmiş vahşi bir hayvan gibi sesler çıkarıyor, saçımdan asılıyordu.

Rahatlamıştı. Bıçağı divana saplayıp, onu destek alarak bir dizini sırtıma basıp, üzerimden divana geçti ve yüzükoyun, bitkin yığıldı.

Burun deliklerimin öfkeden açılmış, dişlerimin birbirine geçmiş olduğunu hissederek kısa bir an tiksintiyle baktım sırtına. Sonra sehpanın üzerindeki oku alarak ensesine indirdim.

Garip bir şekilde vücudu yay gibi divandan kalktı. Başı kesildikten sonra kasabının elinden kurtulan bir tavuk gibi (köyde görmüştüm) odanın içinde sağa-sola çarpa çarpa düşüyor, dengesini bulmak için tekrar caba harcıyor ama istediği hedefe vücudu onu götürmüyordu. Bir köşeye sinmiş, onu seyrediyordum. Sonunda başı üzerine bir kez daha düştü ve öylece kaldı.

Hala nefes alamıyor yaşadıklarıma anlayamayacak kadar sarhoş ve şuursuzdum. Onu kanlar içinde yerde bırakıp banyoya girdim. Kalbim yüreğimden çıkmak istercesine patlayacak gibi çarpıyordu. Gözüm banyodaki aynaya takıldı. Aynada kendimi görmek istemiyordum. Kendimi görmekten korkup aynaya bakmadan duşa attım kendimi. Soğuk suyu sonuna kadar açtım. Solumalarım daha da sıklaştı. Vücudumda bir alev topu beynime kadar sıçradı sanki. Allahım ölüyorum...

Havluya bile sarınmadan kendimi banyodan dışarı attım.

Yardıma ihtiyacım vardı odaların içinde oradan oraya deli gibi koşturuyordum. Bir türlü üzerime giyecek bir şey bulamıyordum. Telaş içinde oturma odasına geldiğimde onun yerde yatan hareketsiz bedenin üzerinden atlayarak divanın üzerinde ki kotumu alıp hızla giyindim. Havasızlıktan öleceğimi düşündüğüm bu evden çıkmalıydım.

Odanın içinde yatan o bedenin ölmüş olduğunu veya yaralı olduğunu düşünmeden ayakkabılarımı giydiğim gibi kendimi dışarı attım. İşe yetişecekmiş gibi kolumdaki saate baktım; saat üç.

Sokakta kimseler yok. Hava çok soğuk. Bir haftadan beri şehri esir alan kar don yapmış. Ama ben yolda uçar gibi nereye gittiğimi bilmeden karın varlığı havanın soğuğunu hissetmeden annesini kaybetmiş bir kedi gibi sağıma soluma bakıyor ama kimseleri göremiyorum.

Birden ciğerlerime hava girdiğini hissettim. Durdum. Şaşkınlıkla etrafıma bakındım. Rüyadayım zannettim bir an. Sonra da sokak lambasının ışığında kolumdaki saate. Dört buçuktu. Neden burada olduğumu hatırlamak için ellerim başıma gitti kendiliğinden. Saçlarım donmuş, jel sürülmüş gibi sertti. Neden donmuştu? Düşündüm, düşündüm. Bir partiden mi çıktım da eve dönüyordum? Saçlarımı arkadaşlarım mı ıslatmıştı? Bir süre öylece kaldım. Başım ağırlaşmıştı. Bir rüyadan uyanıyordum sanki…

Elimi sırtıma soktum. Yaşadıklarım rüyâ mıydı yoksa gerçek miydi?

Bir acı hissettim. Çektiğim elimin parmakları kanlıydı.

Başımın beni yere doğru çektiğini hatırlıyorum.

Gözümü açtığımda bir hastane odasındaydım. Koluma bir serum bağlıydı ve bir başka yatakta genç bir kız, oturur vaziyette kitap okuyordu.

“- Ben, birini öldürdüm, ” dedim, şuursuzca.

Kız, elindeki kitabı kapatmadan başını çevirdi. Simsiyah gözleri vardı.

“- Ne?” dedi, gayet sakin.

“- Ben, birini öldürdüm.

Ve başımı ters tarafa çevirip, sessiz sessiz ağlamaya başladım.

Artık çok değişik bir hayatın eşiğinde olduğumu biliyordum.

 
Toplam blog
: 10
: 576
Kayıt tarihi
: 15.06.10
 
 

Herşeye rağmen hayatın yaşamaya değer olduğuna inanıyorum.. ..