Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Eylül '10

 
Kategori
Sosyoloji
 

Bizim neslin hikayesi -1-

Bizim neslin hikayesi -1-
 

Ellik; kalıç veya orakla ekin işlerken kullanılırdı.


-TARIM TOPLUMUNDAN BİLGİ TOPLUMUNA-

Bizim nesil dünyanın en şanslı neslidir diye düşünüyorum. Neden mi? Çünkü, bizim nesil; insanoğlunun, binlerce yıllık alışkanlıklarını terkedip, yeni alışkanlıklar kazandığına şahit olmuştur. Tam anlamıyla çağın tanıklarıdır. Bizden sonraki nesiller; “döven”i, “döven dişi”ni, “harman”ı, “harman savurma”yı, “diğren”i, “yaba”yı, “kağnıy”ı, “at arabası”nı 'ellik"i bilmez; bizden önceki nesiller de; “bilgisayar”ı, “internet”i, “e-posta”yı, “cep telefonu”nu bilmezler. Biz yegane nesilizdir ki, her ikisini de biliriz.

Eski alışkanlıklarımızla birlikte, binlece yıl kullandığımız kelimeleri, kavramları da kaybettik. Şimdiki nesle sorsak ‘harman savurmak’, ‘göl salmak’, ‘harman kaldırmak’, ‘döven sürmek’, ‘eşek gütmek’, ‘çember çevirmek’, ‘topaç çevirmek’ nedir(?) diye, kaç kişi bilir acaba? Ama yeni alışkanlıklarla birlikte yeni kelime ve deyimleri de kelime haznemize kazandırdık: ‘İntrnet yapmak’, ‘sms yollamak’, ‘chat yapmak’, ‘bilgisayar oynamak’, ‘-e posta’ gibi.

Ben köylü kökenli olduğum için, konuyu tarımsal terimlerinden yola çıkarak anlatmaya başladım. Aslında bu değişim bilmem kaç yüzyıl önce makinanın icadıyla başladı, elektiriğin, telofonun, radyonun, binek araçlarının icatlarıyla devam etti. Bu yeniliklerin neticesi olarak 1960’larda, bugün gelişmiş olarak tabir edilen ülkelerin sanayi tolumundan, bilgi toplumuna geçişleriyle; dünyada yeni bir dönem başladı ve baş döndürücü gelişmeler yaşandı.

Türkiye, 1960’lara kadar saniyileşme sürecini tamamlayamadığı için bu elli yıllık süreci daha da sancılı yaşadı. Siyasilerden defalarca “ağır sanayi”, “makina yapan makinalar” sözlerini duyduk, ama, bizim kuşaktan birçok insan fabrikayı tanımadan bilgisayarı tanıdı.

Ben, çocukluğumda, amcamın, bozkırın sarı sıcağında, terden korunmak için boynuna bir mendil dolayarak kilometrelerce ötelerden at ve eşeklerle saman ve buğday taşıdığını hatırlarım. Dedemin; “Bir reşberin cebinde mutlaka ateş, ip ve bıçak olmalı.” sözleri hala kulağımda. O zamanlar bir şehirlinin cebinde de, pul, para ve jeton (telefon için) olmalıydı. Geçen asırda bunları taşımak medeni olmanın gereğiydi. Motorlu taşıt olmadığı için kasabadan ilçeye eşek ve atlarla inilirdi. At ve eşekler sadece taşımada değil, çift sürmede de kullanılırdı. Doğduğum kasaba ilçeye sadece sekiz kilometreydi. Ortaokulu ilçede, bir yatılı pansiyonda okudum. O zaman sekiz kilometre mesafedeki ilçe benim için ‘gurbet’ti. Bugun bakıyorum; ilçeden kasabaya, kasabadan ilçeye onlarca araç inip çıkıyor.

Döveni cocukluğumda tanıdım. Hatta kullandım. Kağnıya binmedim ama gördüm. Bizim kasabaya elektiriğin geldiği ilk günü bugün gibi hatırlıyorum. Elektirik gelmeden bir gün önce dedemin amcası vefat etmişti de, komşular; “Elektiriği görmeden gitti.” demişlerdi.

Sonra, komşulardan Cengiz amca kasabaya bir araç getirdi. Adına “traktör” diyorlardı, ardına da “römork” denen bir kasa takıyordu. İlçeye traktörle gidip gelmeye başladık, at ve eşekler bizi taşımaktan kurtuldu. Cengiz amca, harman zamanı traktörün arkasına “patos” denen bir alet taktı. Bu, samanla buğday tanelerini ayıran bir aletti. Atlar ve katırlarla harman sürmekten kurtulduk. Çift mevsimi geldi, Cengiz amca, traktörün arkasına, traktöre uyarlanmış koca koca pulluklar taktı. Bizim at ve eşekler çift sürmekten de kurtuldu. Ekin biçme zamanı geldi, Cengiz amca traktörün arkasına “biçer” denen bir alet taktı. Ekine orak, kalıç ve tırpan sallamaktan kurtulduk. Tabii, “Çalışmayan uzuv zamanla yok olur” kuralına göre, zamanla at ve eşekler tedavülden kalktı.

Tabii hikaye bir at, eşek hikayesi değil. Dedem iyi ve aydın bir köylüydü. Koyunlarımız, tavuklarımız, bir ineğimiz, bir ala atımız ve bir de eşeğimiz vardı. Şimdi yılda bir kasabaya eş-dost, hısım-akraba ziyaretine gidiyorum; kimsede ne at, ne eşek, ne koyun, ne tavuk, ne de inek var. (Neden et fiyatlarını düşüremiyorlar dersiniz!)

Radyo, bizden önce de vardı ama, yaşımız itibarıyla 60’lı yıllarda tanıdık. Dedim ya, dedem aydın bir köylüydü, ajansları hiç kaçrmazdı. Moskova’dan Türkçe yayın yapan (galiba adı Bizim Radyo’ydu.) bir radyo kanalı vardı. Ajanslardan sonra da onu dinlerdi. Çünkü en iyi muhalefeti orası yapardı. Gerçi dedem iktidar partisine oy vermişti ama, muhalefeti dinlemesini de bilirdi.

Resim gösteren radyo hikayesi televizyonun habercisiydi, 70’li yılların ortasında tanıştık. Her sokakkta ancak birkaç televizyon olduğu için tele-misafirlik diye bir kavram oluştu. Bu sırada evlerimize buzdolabları, merdaneli çamaşır makinaları girmeye başladı. O yıllarda, Yıldız Savaşları’yla, Mrs. Seaak’larla, Beş Milyon Dolarlık Adam’larla tanıştık. Sonra Ceyar’lar, Suelin’ler misafir oldular evlerimize. Söylemesi ayıp, biraz da ahlakımızı bozdular. Artık evimizin içinde, hergün, dünyanın her köşesinden çeşitli kareler vardı. Ama en çok da Amerika’dan. Batı Ülkeleri ve Amerika çok gelişmişti. Koca koca adamlar hesaplar yapardı; “Yok biz Avrupa’dan elli yıl geriyiz, yok Amerika bizden yüz yıl ileride!” diye. Dünyayı televizyonla tanıdık ve bizden çok daha medeni ülkelerin olduğunu keşfettik.

Bu ileri tabir edilen ülkelerin medeni değerlerini ölçerken, ölçü birimimiz maddi değerler miydi, yoksa insani değerler miydi(?), bilmiyorum. Ama, bizden üstün olduklarını kabullendik. Bu durumu, “Eller Ay’a biz yaya!” diye formüle ettik.

NOT:Yazı uzun olduğundan, okuyan arkadaşları sıkmamak için iki bölüme ayırdım. İkinci bölümü gelecek hafta burda bulacaksınız. (B.Y)

 
Toplam blog
: 30
: 733
Kayıt tarihi
: 11.09.10
 
 

1959 Nevşehir/Ürgüp doğumluyum. 1980 Eskişehir Eğitim Enstitüsü mezunuyum. Türkiye'nin çeşitli yerl..