Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Haziran '08

 
Kategori
Anılar
 

Bugün Haziran'ın onbeşi

Bugün Haziran'ın onbeşi
 

Sıcak bir Haziran akşamı. 
 
Günün yoğunluğundan yorulan bedenini birazcık olsun dinlendirmek için sessiz sakin bir yer aradı. Yangın yeri evin salonundan balkona çıplak adımlarla yönelip avuçlarını bütün gün güneşin kızdırdığı sıcak yeşile boyanmış korkuluk demirlerine dayadı. Gökyüzüne baktı. Kehriban rengi gecede sıcak meltem rüzgarları ile batıya doğru hareket eden bulutların arkasında matlaşan dolunayı gözleri ile takip ederek sabırla çıkmasını bekledi. Ayın parlak yüzü ile birlikte gömleğinin ilk üç düğmesini çözerek ellerini yukarı kaldırıp saçlarının arasında parmaklarını gezdirirken gözlerini kıstı ve geçmişe daldı. 
 
Sadece yaşadığı o anı düşündü. 
 
Olduğu yerden yılan gibi kıvrılarak geri döndü. Sırtını balkonun korkuluk demirlere dayayıp, derinden tek nefes alıp mazot kokan rutubetli havayı ciğerlerine çekerek iyice doldurdu. Çektiği ağır sıcak havayı kesik kesik dışarı verirken “Ahhh karaçamım, köknarım ahh..“ diyerek tüm nefesini boşaltırken gözleri yanıbaşın da köşede susuzluktan yaprakları dökülmüş akşam sefasının hemen altın da duran üç bacaklı tahta tabureye takıldı. Üzerindeki saksıyıyı alıp yere koydu.  Ellerini dizlerine dayayıp üzerine eğreltili bir şekilde oturarak  gittikçe ağrıları artan başını avuçlarının arasında bir ileri bir geri sallanarak hayalini kurduğu o anısını tekrar tekrar düşündü. 
 
Kendi kendine “Anılar.. anılar..  ahhh o anılar” diyerek fısıldandı. Uzunca bir süre bekledi. Sonra “ neden insanlar anılarını anlatırken çok uzak bir geçmişten söz eder gibi düşünür” dedi 
 
Oysaki ona dün gibi geliyordu..
 
Aradan yıllar geçmesine rağmen bugün bile hala fukara yüreğin de o tap taze heyecan kırıntılarını ve hüznü yaşıyordu.
 
30 yıl geriye gitti.
 
14 Haziran 1985 e
 
Askerlik yaptığı sırada disiplinsiz davranışından dolayı mahkemeye verilmiş, mahkeme sonucunda 7 günlük hapis cezası almış, cezasını çekmek için hapishaneye gelmişti. Korkuyordu. Hayatında ilk kez hapis yatacaktı. Titreyen eli ile mahkeme tutanağını askeri gardiyana uzattığında, gardiyan ile gözgöze gelmiş hemen burnunun ucunda baştan aşağıya üzerine yöneltilmiş sert ve anlamsız bakışların sırrını kafasında çözmeye çalışıyordu. Rütbesi  Onbaşı olan gardiyan, gayet sakin alaycı tavırıyla yüzünü dikkatle süzüyor,  ardından  sert bir ifadeyle “ Bana bak çavuş bana, senin burada çavuşluğun sökmez haa! Hatırlatırım burası askeri hapishane. Hadi şimdi bana söyle bakalım ne suç işledin de geldin buraya? Dedi.
 
Çavuş etkili konuşma yapması için bir an duraksadı. Düşünmek için birazcık zamana ihtiyacı vardı. Gardiyanın aceleciliğini gördükten sonra hemen cevap vermek zorunda kaldı..
 
- Aslında hiç suçum yoktu. Beni oyuna getirdiler deyip devamını anlatacakti ki  gardiyan sözünü kesip  “ Ya yaa.. buraya gelenler nedense hep aynı sözleri söylerler.  Seni de mi caminin avlusunda  yakaladılar? Hadi eşyalarını masanın üzerine bırak ve soyun.  Hadi, hadi  bekleme, ” diyerek hapishane kurallarını madde madde anlatıp her konuşma bitiminde " Anlaşıldımı çavuş " dediğinde o da " Tamam, tamam, anlaşıldı " diye bütün sorulanlara cevap veriyordu.. 
 
Nihayet hususi eşyalarını ve emanetlerini kayıt altına aldılar. Odadan iki gardiyanla birlikte dışarı çıktılar. 
 
Yarı karanlık serin beton ıslak zeminde, dar uzunca bir koridorda bilmediği bir yerlere doğru yürüyorlardı. Sıralı haki yeşile boyanmış soğuk demir parmaklıklı kapılar onlar yaklaştıkça peş  peşe açılıyor her seferinde arkalarından gürültülü bir şekilde kapanıyor ve koridorda kapı sesleri yankılanıyordu.
 
Mahkumların kaldığı 1 inci koğuşa kadar ilerlediler.  Aniden durdular.  Gardiyan yuvarlak demir halkaya  bağlanmış anahtarlardan birini kapıdaki siyah asma kilite soktu.  Anahtarın kilit yuvasında nefretle dönerken  yankılanan şakırdamalar demir parmakların içindeki bütün mahkumların meraklı bakışları yeni  gelenin üzerine dikildi.  Sürgülü kapı sağa doğru sertçe açıldı. Gardiyan
 
- Söylediklerimizi sakın unutma haa.. Hadi gir içeri. Şimdiden geçmiş olsun..
 
Kapı kapandı.  
 
 Kendi sınırlı özgür dünyasının içinde şimdi hapis olmuştu.  Şu sınırsızlığın sınırları dışında kalan her şey onun için artık erişilmezdi.  İçerdeydi artık. Kafasında birilerinin hala kendisini nasıl oyuna getirdiklerinin  soruları ve yaptığı hatanın da pişmanlığı vardı.
 
Derin çatlakları olan rutubetten sararmış koğuşun ruhsuz duvarların dipsiz köşelerinde gözlerini gezdirirken bir kol mesafesi uzak olan yemekhanede ellerin de tesbihle dar alanlarda kısa aralıklarla volta atan mahkumlara ve tozdan patika izi oluşmuş yerlere baktı. Dönüp diğer masalarda oturan ve sessizce sohbet edenlere baktı.  Farklıydılar. Çünkü kendisi disiplin suçlusu olduğu için askeri elbise, Mahkumlar ise mavi elbise giyiyordu...
 
Akşam olduğunda yerini gösterdiler. Yattı. Hayatında geçirdiği en ağırı gecelerden birini yaşıyordu. Uyuyamıyordu. Saati bile bir inatla ileri gitmiyordu.  Dakikalar hep olduğu yerde sayıyordu. Geçen her saniye, kalbinin atışıyla bir oluyor uyku denen varlığı tanımsız hale getiriyor,   gece, gündüzden aldığı perişan yalnızlığı daha perişan şekilde sahibine durmadan geri teslim ediyordu.
 
Nasıl olduysa, sabaha karşı uykuya dalmış  peşpeşe gelen “ koğuş kalk “ bağırmaları ile uyanmıştı.  Yorgundu.  Uyku mahmuru bir halde rüzgardan yere düşen sarı bir yaprak gibi hala sinirinden ve korkusundan yattığı yerde titriyordu..
 
Acaleyle kalkıp yatağını toparladı. Telaşla elbiselerini giyerken uykusuzluktan kan çanağına dönmüş şişmiş gözlerini  ovup  iyice kısarak sessiz  kısa adımlarla koğuştan  dışarı çıktı. Yemek salonunun ortasında lavabo için oluşmuş insan kuyruğuna bakarken hemen solundaki sandalyenin ayağına takıldığında burnunun üstüne yere çakılmak üzereyken sol elini sertçe masanın kenarından tutup zorlukla düştüğü yerden doğruldu. Hemen önündeki mahkum şaşkın bir şekil de geri dönüp..  “ alışacaksın çavuş alışacaksın” dediğinde  sol omuzuna dokunan yumuşak elin hissiyle irkilip ayağa kalktı..
 
Sıra kendine geldiğinde ayna ile yüzleşti. Yüzündeki beyazlık şaşırtmıştı onu. Soğuk suyu elleri ile yüzüne çırptıkça rahatlamış, yüzünün rengi yavaş yavaş yerine gelmeye başlamıştı..
  
Kahvaltı için sıralı masalardan birine ilişip dörtlü sandalyeden birini altına çekip oturdu. ” Allahım nasıl bir yer burası, ben nasıl düştüm buraya”  dedi kendi kendine.  Bir an arkasından bir gölgenin kulağına eğildiğini fark etti. Fısıltılı bir şekilde..
 
- Hemşerim nerelisin? dedi.
 
Geri döndü. Şaşırmıştı! Açıkçası korkuyordu. Söylenen kurallardan 1. incisi mahkumlarla konuşması kesinlikle yasaktı. Yakalanırsa başına ne geleceğini dahi bilmiyordu. Koğuş sorumlusu israrla cevap bekliyordu.
 
Demir parmaklı kapıya bakıp gardiyan olmadığını gördükten sonra dönüp ..
 
- Trabzon, Çaykara'lıyım, neden, neden sordun? Dedi.
 
Koğuş sorumlusu bir an durakladı. Ekledi.
 
- Hımm.. Çaykaralı mı dedin! 
 
- Evet!
 
- Trabzon Çaykaralı yani. Hımm.. Yahu senin burda bir hemşerin var. Yaklaşık bir yıldır yatıyor. Kimseyle konuşmaz. Doğru dürüst yemek yemez. Devamlı ağlar. Ne kadar konuştuksa fayda vermedi. Bir de sen konuşsan. Belki faydası olur hee..
 
- Kim o ?
 
- Koğuşta dipte alt ranzada oturuyor. Git görürsün dedi. 
 
Gövdesini  yavaşça sandalyesinden kaldırdı. Kendisine yöneltilmiş meraklı bakışları geride birakarak,  yemekhaneyi geçip koğuşun kapısından içeri girdi. Sıralı ranzaların arasından geçip duvar dibine yöneldiğinde oturduğu yerde dilek ağacına bağlanmış ruzgarla savrulan beyaz bir tülbent gibi başını iki avuçlarının arasına almış iki büklüm şeklinde oturmuş bir ileri bir geri sallanan kendi kendine mırıldanan mahkumu gördü. Yanına yaklaştı.
 
- Merhaba dedi.
 
Ses yoktu!!.. Tekrar
 
- Merhaba.. dedi.
 
Yine ses yoktu. Belliki gelen kişiyi önemsememişti .  Hiç birşey söylemeden, kıpırdamadan öylece oldukları yerde duruyorlardı.  Zaman geçtikçe aralarındaki sessizlik gitikçe derinleşiyor bu sefer; “Hemşerim ben Çaykara'lıyım” deyip ondan gelecek cevabı yine merakla beklemeye başladı. 
 
Çavuş mahkuma yukardan bakarken aydınlığa çıkmak için kararsızlık yaşayan gizlenmiş mat yüreğini kendi içinde hissediyor,  mahkum ise hala israrla susmaya devam ediyordu.  Bir an nasıl olduysa başını kaldırmadan kırılgan bir ses tonuyla, sakin, kısık bir sesle cevap verdi..
 
- Hımmm. Neresinden?
 
- Annem Karaçamlı babam Köknarlı ya siz?
 
- Köknarlıyım..
 
Aynı köydendiler. 
 
Ancak çavuş ve ailesi o köyden göçeli yıllar olmuştu. Akrabaları hala o köylerde yaşamaya devam ediyorlardı. Çocukken Bayramlarda, tatillerde akrabalarının ziyaretlerine gider; hatta bütün tatilini Köknar ya da Karaçam köyünde geçirirdi. 
 
Mahkum bir anda doğruldu. Ellerini yüzünden çekti. Gözgöze geldiler. Çavuş karşılaştığı manzaradan şok olmuştu. 
 
Yaşadığından rahatsızlık duyan, yirmi yaşındaki genç bedenden yetmiş yaşındaki insanın yüz ifadesiyle karşılaşmıştı. Açık mavi gözlerinin, yanındaki aklara kan yürümüş, gözlerinden akan yaşlar yüzünde kalıcı derin çizgiler oluşturmuştu. Yıkılmış, perişandı. Manasız boş ve ürkek bakışlarıyla derinden bir iç çekti.. İniltili bir sesle konuşarak..
 
- Bugün Haziran'ın onbeşi değil mi? Değil mi çavuş, On beşi..
 
- Evet .
 
- Hıım.. demek öyle... Bu gün Haziran'ın on beşi.. Biliyor musun bizim orda yayla zamanı?
 
- !!..
 
Güneş koğuşun demir parmaklı küçük penceresinden en dik ışıklarını ranzaların aralarına yansıtırken mahkumun yüzündeki çizgiler daha çok belirgenleşmişti. Yüzündeki acı, çatlak dudaklarında yapmacık tebessüme yansıdığında çavuş “ evet, evet doğru söylüyorsun. Bizim oralarda şimdi yayla zamanı “ diyerek  hep olmak istedikleri yer ve zaman da yani  Haziran'ın on beşinde yaylalara nasıl göç ettiklerini gerçek baharın uyanışını, çiçeklerin açma zamanını düşünerek bu hüzünlü ortamı  üzerlerinden atmaya çalışıyordu. Mahkum;
 
- Ne kadar hapis aldın çavuş? Dedi.
 
- Yedi gün..
 
- Hımm.. Benimki daha belli değil. Sen de diğerleri gibi merak ediyorsun değil mi? Nerden başalayacağımı bilmiyorum ama sen sormadan ben anlatayım. Otursana karşıma..
 
Mahkum kuruyan dudaklarını diliyle ıslattı. Gözlerini uzunca bir süre kapalı tuttu. Kısa bir bekleyişin ardından derinden aldığı soluğu dışarıya verdiğinde içinde bastırmaya, unutmaya çalıştığı tüm özlem  ve acıları sanki dışarı çıkarıyordu. Çavuş meraklanmıştı. Karşısındaki ranzaya oturdu. 
 
Anlatmaya başladı.
 
- Babam askere gittiğin de hala nedenini bilmediğimiz bir hastalığa yakalanmış. Annem bana hamile iken babamın cenazesi köye gelmiş. Kadıncağız yıkılmış. Hayatın ilk yenilgisini ta o zaman almış. Kimsesizdik. Yokluk ve sıkıntının içinde büyüttü beni.  Her zaman birbirimize destek olduk.  Her şey normaldi. Ta ki yaylaya çıkana, Karaçam köylü Ceylan'ı tanıyına kadar. Daha, Ondördündeydi. Hayatım değişmişti birden. Seviyorduk bir birimizi. Bunu herkes de biliyordu. Onlar da fakirdi biz de. Anneme söyledim. Gitti babasından istedi. "Yalnız kızın yaşı küçük. Oğlanın da askerliği var. O askerliğini bitirsin, kız da o zamana kadar büyür, evlendiririz." demişler.
 
Yayla dönüşü ben askere geldim. Aradan bir yıl geçti. Bir gün, Ceylan'dan bana o mektup geldi. Babası Ceylan'ı Almanya'da eşi vefat eden, ondan yaşça büyük akrabasına verecekmiş. Kendisini o durumdan kurtarmam için, hemen köye gelmemi istiyordu. Ben de mektupla birlikte bölük komutanıma gittim. Durumu anlattım. İzin istedim. O da gayet iyi niyetle, "Bak evladım, Ben karadeniz insanın yapısını iyi bilirim, sen bu durumu olaysız halledemessin, gençsin, askerliğini bitir, gider başka kız bulur evlenirsin." dedi ve teselli etti.
 
Günlerce düşündüm. Bu durumu hazmedemedim. Bir akşam birliğimden firar ettim. Doğruca köye gittim. Gece yarısı kimseye haber vermeden ceylan la birlikte kaçtık. On beş gün boyunca soğanlı dağlarında, gece gündüz, aç susuz, ot yiyerek, mağaralarda, ağaç diplerinde, çukurlarda, sisin dumanın içinde kalarak gizlendik.
 
Sonunda jandarmalar bizi yakaldı. Ceylan'ı babasına verdiler. Beni de küçük yaşta kız kaçırma suçundan hapse attılar. Sonra asker olduğum için birliğim beni geri çağırdı. Firarımdan dolayı burdayım gardaşım, işte böyle..
 
Tabi anlatılan bu dramatik öyküyü dinledikten sonra  alışılmış laflarla “ Sayılı gün çabuk geçer. Takma kafana. Üzme kendini “ deyip  çavuş elini mahkumun omuzuna koyup teselli etmeye çalışıyordu. Mahkumun gözlerindeki yaşlar yüzündeki derin çizgilerden, titreyen çatlak dudaklarına süzülüyordu.
 
Bir an ortalık sesizleşti.  Kafasını yere eğdi.  Kısık, yorgun bir ses tonuyla..
 
- Hımm... Demek öyle.. Üzme kendini ha.. Üzme kendini.. Bak gardaşım, beni en çok üzen yıkan üç şey var.  Nedir biliyor musun?
 
- !!.
 
- Birincisi, Annem'in bahtsızlığı. O da yetim büyümüş. Annesi ocak dumanından zehirlenerek ölmüş. Üvey annesi büyütmüş onu. Genç yaşta ona değer veren, seven kocasını kaybetmiş. Kendi çektiği sıkıntıları bana çektirmemek için hiç evlenmedi. Onu istemeye gelenlere durmadan " Ben sevdiğim insanın üzerine gül koklamam " derdi. İşin ötesi Ceylan'ı benden çok o severdi. Ama olmadı işte 
 
- İkincisi, Ceylan'ın bahtsızlığı... Babasının evindeyken yaşadıkları sıkıntıların hangisini anlatayım ki. Beş kardeşin en büyüğüydü. Fakirlikten hep o ezildi. " Bir kerecik olsun sofradan, sabahları uykudan doyarak kalktığımı hatırlamıyorum. " derdi.
 
- Üçüncüsü, bunların ötesinde beni en çok yıkan, mahveden şey.. Ceylan zarif, hassas, duygulu bir kızdır. Çocuk gibidir. Çok merak ediyorum. Endişeleniyorum. Şimdi Almanya'da imiş. Acaba onu yediriyorlar mı? Acaba onu giydiriyorlar mı? Acaba ona eziyet ediyorlar mı? Kaçtığımızda bana hep söylerdi. " Daha uzaklara kaçalım. Buralarda yakalarlar bizi " diye uyarıyordu. " Yakalanırsak sakın beni onlara verme." derdi. Ben de kendisine " Korkmamasını aradan biraz zaman geçince insanların bizi anlayışla karşılayacaklarını, bizi affedeceklerini " söylerdim.  
Olmadı işte. İnsanların yüreklerinde sevgi yok olmuştu. Biz bunu serçe  kuş yüreğimizle anlayamadık. Şimdi, şimdi bana, bana iki satır mektup yazsa da " Ben iyiyim. Mutluyum. Beni merak etme." dese. İşte bu durum kahrediyor beni, dedi ve gözlerindeki yaşları sildi. Yavaşça kafasını eğdi. Elleriyle yüzünü kapattı. Kollarını dizlerine koyup, eğilip başını avuçlarının içine aldı. Tekrar bir ileri bir geri sallanmaya başladı.
 
Ölüm sessizliği için de koğuşun demir parmaklı küçücük penceresinden dış dünyaya duyurmayı umdukları isyan sesi ya da sessiz feryatlar yükseliyordu artık. Tesadüfün bir araya getirdiği yanlış yer ve zaman da,  ümidi buldukları sandıkları daracık koğuş ta, umarsız bir umutsuzluk kıpırdanıyordu her iki kişinin de kapalı göz bebeklerinde. Her ikisi de kirpiklerini kaldırdığında, gözgöze gelmiş bulutların arasından yağmur gibi boşalan göz yaşlarına bir türlü engel olamıyorlar, sözün bittiği yerde çaresizliği yaşıyorlardı. Çavuş yerinden kalktı. Ağır aksak adımlarla sallanarak yemekhaneye girdi. Kalktığı sandalye hala boştu. Öylece oraya yığıldı. Yanında birini öldürseler artık kıpırdıyacak hali dahi kalmamıştı. Şuursuz bir şekilde, başını kaldırıp sigara dumanından sararmış tavana öylece bakıyordu. Uzak koridorlarlardaki çınlayarak gelen demir kapı sesleri kulaklarının zarını tırmalıyor, yemekhanedeki sessizlik ise ürkütüyordu onu. Farkın da olmadan bağırarak  " Bu tavan ne kadar da morarmış ne  kadar da basık " dedi kendi kendine. Diğer mahkumlar şakın, şaşkın bu sözlerine karşılık ona bakıyordu. Kimse de bir şey soramıyordu. Çünkü gardiyan kapıda ve koğuşu izliyordu.  Elini şakağına dayayıp biraz düşündü.  Sonra kalemini çıkarıp, günlüğüne hala okudukça hüzünlendiği bu mısraları şuursuzca yazdı. 
 
***
 
Hep ah ile geçermiş, mapushanenin günleri
 
Boş bakışlı ürkek gözler
 
Teselli, ıstırap verici sözler..
 
Suskun, derin bakışlar
 
Öyle temiz öyle saf ağlayışlar
 
Bitirdi beni..
 
 
Uykusuz geçen soğuk gecenin ardından
 
Sabah saat onda
 
Gün ortasında
 
Birinci koğuş, 
 
Herkes ayakta
 
 
Gizli ber şeyler var içimde
 
Beni ağlamaya zorlayan
 
Anadan, yardan ayıran 
 
Mapushane oacağına taşıyan
 
Neydi hıı.. Neydi...
 
 
Farkında olmadan 
 
İki dudak aralığından
 
Karmaşık isyanla dolu bir ses
 
İniltiye dönüştü
 
Bu gün, 
 
Bu gün Haziran'ın on beşi..
 
Yayla zamanı..
 
 
Ahh.. Ah..  Karaçamım, Köknarım 
 
Ah , ova gibi Soğanlı dağım, garip Ceylan'ım
 
Morarmış tavanı..
 
Duvarların sararmış yüzleri
 
Günü Karşılayan pencerelere demir çakılmış
 
Kapılarında siyah asma kilit
 
Nedendir..
 
Nedendir bilinmez
 
Parmaklıklar yeşile boyanmış.
 
 
İşte alışılmış bir kaç manzara
 
Elde tesbih, ağızda sigara 
 
Kafesin içinde volta atan mahkumlar
 
Gide, gele.. 
 
Yerlerde oluşmuş patikalar.
 
 
Ahh.. Ah .. Karaçamım, Köknarım 
 
Ah, ova gibi Soğanlı dağım, garip Ceylan'ım
 
Burada, 
 
Burada kurt ile kuzu olmuş arkadaş
 
İnci, mercan..
 
Bir tek yürek, yüzlerce baş
 
Akşam sabah
 
Kan ile bulanır gözlerde akan yaş
 
Meded ya Allah..
 
Ferman senindir, Hakim bey..
 
 
Ben.. 
 
Ben masum kulum
 
Ters yola sapmadım
 
Yaratılanı sevdim
 
Kötü gözle bakmadım.
 
 
Ahh.. Ah.. Karaçamım, Köknarım 
 
Ah, ova gibi Soğanlı dağım, garip Ceylan'ım
 
Ah, bu benim talihsiz başım
 
Hepsi hayal oldu
 
Bu ayrılık yaman oldu
 
Bilirmisin gardaşım
 
Nedendir, nedendir hıı..
 
 
Şimdi, 
 
Şimdi dere başını kara bulutlar sarar
 
Serçe kuş yüreği kırağı çalar
 
Gözyaşlarım düşer ranzanın demirine
 
Meded ya Allah.. 
 
Fermam senindir hakim bey
 
Bizim halimiz bülbülün sevdası
 
Sümbülün davası
 
Bi çaree..
 
Bir çaa - re..
 
 
Mahkum oldum yatarım tam oon aydır
 
Dertliyim, 
 
Çok dertliyim uzun zamandır
 
Ayrı kalalı fani dünya bana zindandır
 
Canı azad eden bir tek sen değil
 
Hakim bey..
 
Bir de, 
 
Bir de Canan dır.
 
 
Toplam blog
: 97
: 1839
Kayıt tarihi
: 13.03.07
 
 

İnsanım, eşitlikten ve hak’tan yana olan. Hiçbir şeye duyarsız olamadım. İnsanım ve merak ediyoru..