Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mart '07

 
Kategori
Psikoloji
 

Bunca zaman sevgiyi sen ne sandın da, böylesine oyalandın?

Bunca zaman sevgiyi sen ne sandın da, böylesine oyalandın?
 

Biz sevgimizi koşulsuz sandık...
“Beklenti olmadan sevilebilirim” dedik...

“Anneyim” dedik...
“Anneyse, anne çocuğunu böyle sever”, biz ondan alacağı bir şey olmadan da sevendik...
Yada böyle kabul ettik...

Fakat bu da güdüydü ...
Ve aslında varoluşdan beri sevmeye şartlıydık onu. Bu yüzden de, işte bu sevgide de çaresizdik. İçten içe bildik....
Ama kabullenemedik...

Daha rahme düşerken ekilmişti bu yaşam tohumuna everende bırakacağımız o imza...
Yüklenmişti ona: Var oluşadair tüm beklenti, hırs ve ego...
Kalmalıydı o, biz gitsek de bu hayattan. O halde sevmeliydik.... Yaradanın sırrıydı bu, bizim tercihimiz değil, hissettik. Fakat hissetsek de anneydik, dile getirmedik..

Kediler besledik, yediğimiz kaptan yedirdik...
Köpeklere yuvamızıda yer verdik, yatağımızda onlara da yer açtık...
“Benim evim onun evi”, “benim yediğim onun da rıskı” dedik...
Ama burada da karşılığında; sevgi, koruma, yanlızlığımıza can yoldaşı olmalarını için için bekledik....

Çiçekler ektik... Kavurucu güneşte alıp onlarrı gölgeye çektik. Don yaparsa diye hava; gece sıcak yatağımızdan kalkıp saksılara naylon torbalar biçtik...
Her bir damla suyu, ihtiyacı kadar emebilsinler diye, kimini damlalıkla bebekler gibi besledik...
İlacımıza ayırdığımız paradan kestik de, vitaminlerini eksik etmedik...

Biz...biz o sarı, turuncu kasımpatıları, çok sevdik...
Sevdik sevmesine de, en güzel çiçeği besleyen biz olmayı da diledik, en gösterişli bahçe benimki olsun istedik...

Bizi güzelleştirmeyecek, bizi yüceltmeyecek, bize bizden bir esinti olsun vermeyecek, en azından tanıdık gelmeyecek neredeyse hiç bir şeye; sempati dahi gösteremedik...

Bir gülümsemeyle, bir baş selamını; tanımadıklarımızdan esirgedik.
Bir günaydını; göz aşinalığı olmadan yoldan geçene veremedik.
Bir çocuğun başını okşamak için dahi; ya güzel olmasını, ya bizim olmasını, ya çaresiz olmasını, ya da ağlmasını bekledik...

Bize ihtiyaç göstermeyecek hiç bir şeye meğil dahi edemedik...
Güçlü olan çocuğumuza değil, zayıf olana sevgimizi gösterdik...

Acıma duygumuz olmadan, bize yardım severlik”(yada benim tabirimle kahramanlık) hissi ve minnet duygusu yaşatmayanaysa; hiç bir şeyimizi veremedik...

“Karşılıksız” diyerek verdiğimiz sevgilerdeyse ; ya umutsuzluk, ya imkaansızlıklar vardı... Bunun dışında kalanlardaysa; mütevaziliğimizin ihtişamını sergiledik.

“Beklentim yok, verebiliyorum” dedikce aslında; beklememeyi öğrenebilmeyi diledik...
Belki ucundan bucağından deneyimledik... Fakat beklememeyi beklerken, ne derece kendimizdik? Biz bunu bile göremedik...Ya da fark edemedik...

Yaşanamaz mı sevgi; bir şeyler beklemeden, koşullara, şartlara bağlanmadan, eğerler, belkiler, keşkelerle bezenmeden, ya içten içe hesaplarla, kurgularla gölgelenmeden?

Sevginin ışığı sadece bizim özümüzü aydınlatsa yetmez miydi?
Bizim sevgimiz değil mi? Bu bizden doğan bir kaynaksa; varsın olsun o sadece bizde var olsa.... Orda doğsa , bizde büyüse, bizim topraklarımızın sınırlarında aksa ve bizde kalsa...Bu bizim yüzümüzü gülümsetmeye yetmez mi?

Beklenti yoksa sevgide; illa dilediğimiz değilde, dileyen gelse sebeplense...Bu sevgi de bizim kurgumuz va arzumuzla şekillenmese, bir objede kitlenmese, bir amaca hizmet etmese....

Birde sevilenden illa ki takdir beklenmese...
“Ben var ya ben” diyerek sevebilmek dedeiğimizle bile, övünülmese...

Varsın olsun; bizdeki şu yere göğe sığmaz sandığımız sevginin yüceliği için, küçük çaplı destanlar yazılmasa...
Bu ışık kimsenin gözünü kamaştırmasa da, sadece bizim yüreğimiz aydınlatsa..yetmez mi?

Aşık Veysel'den bir anektod vardır. Beklentisizce, koşul olmaksızın sevebilmeye yaşanmış bir örnektir: Veysel’in eşi birini sever ve bir gece sabaha karşı onunla kaçar. Yola koyulduktan bir süre sonra, ayakkabısının ayağını vurması canına tak eder ve sevgilisine durmaları gerektiğini söyler. Bir az soluklanıp mola verirler ve ayakkabısnı ayağından çıkarır. Ve birde bakar ki, ayakkabının içine bir tomar para sıkıştırılmış...

Veysel karısının sevgilisi olduğunı ve onunla kaçacağını hisseder ve yollarda madur olmaması için ona hiç belli etmez ve pabucunun içine elinde avucunda kalan parayı koyar.

Sevebilme yetisini özünde bahşedilmiş bir armağan olarak taşıyarak bu dünyaya inen insan! Haydi artık silkelen ve uyan... Sen: Yol aldığın her adımda, bu armağandan bir parçayı daha kaybederim endişesiyle, onu hep kendinde sakladın.

Yada sevebilmek için sevginin “hak edilmesini” bekledin (Laf aramızda en büyük yanlışıda sen burada yaptın) Sen sana yaradanın armağan olanı, yaradılanın eseri mi sandın? Öyle sandında mı paylaşamadın?

Yada sonsuz olan kaynağı unuttunda, sen onu cılız bir pınarla mı karıştırdın? Ey İnsanoğlu sen kimin malını kimden sakladın?

“Sevmek” vardı, sevilmeyi bekleyerek geçirdiğin kaybedilmiş vakitlerde...
Unutulmuş bir kelime olmasa da, sen de sevebilmenin anlamı; kendi içine çökmüş bir kara delik gibi şimdilerde sevgi dediğin sende ...

Çünkü: Sen gurulu olandın...
Koşulsuz sevebilmek denildiğinde bile tuaf karşıladın...
Bu kavram yabancıydı zihnine, özün yaratıllıştan bilse de;kulaktıkadın, algılayamadın...
Sezgilerine tanıdıksa da; ona söz hakkı tanımdın. Eee sen ne de olsa, hep aklınla bakandın....

İşte geldin gidiyorsun...
En iyi ihtimalle, şu uzun ince yolun ortalarına vardın...
Bak bakalım ne yaptın? Bilmem farkında mısın fakat doğrusu sen; hep yerinde dönüp dolaşıp sadece kendi kuyruğunu kovaladın...

Bunca zaman sen sevgiyi ne sandın da böylesine oyalandın?


Sevgi ve ışıkla
Ayna
22.03.07



 
Toplam blog
: 268
: 1969
Kayıt tarihi
: 15.09.06
 
 

Var olan her oluş ve bozuluş hakkında gözlem, tahlil ve sonuca varma sürecindeki yolculuğumu, siz..