Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mart '12

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Bunun adı aşk dedi. Hep de öyle olacak. Aşk… Aşk kazanır…

Bunu anlatmak zor olacaktı. Gördüklerine önce kendi inanmalıydı, oysa emsalsiz bir rüyanın içinde hissediyordu kendini.

Bu nasıl gerçek olabilirdi ki… Bilmiyordu, şaşkındı. Bir çift göz garip bir şekilde kendine bakıyordu. Bakan gözlerin rengini tam çözememişti… Bakışlarında anlatmak istediğini de!

Bildiği kalbinin düzensiz, yüksek atışıydı. Hatta abartmış olacak ki kalbi; havalanmaya hazır bir nesnenin, hazını alması için önceden hazırlanmaya benzer şekliydi yüreğinin, gümbürtüsü!

Bu bakışlar normal değildi. Aslanda gördüğü hiçbir şey ona inandırıcı gelmiyordu.

Tabi canım kesinlikle rüyaydı da rüyada olduğuna inanmak istemiyordu.

Bu gördüğü güzelliği rüyanın dalgalı, hafif sisli halinde bırakmak istemiyordu. Olay kendine esrarlı şekilde bakan bir çift gözle bitmiyordu ki!

Gözleri taşıyan yüze bakmakta nerede ise göze bakmakta çekilen zorluk kadardı. Nasıl bir şeydi niye anlatamıyordu. Kelimelerle oynamayı, sözlerle güçlenmeyi bu kadar iyi bilirken şimdi ne olmuştu da dili damağı kurumuş, kalbinin hızlanması gittikçe artmış, avuçlarının içi istemediği kadar terlemişti. Dizlerinden bile emin değildi. Takatları mı bitmişti. Yoksa bu titreme neyin nesiydi.

Dudakları mı onu, ince telden yaralamıştı… Daha önce bu kadar şekilli, bu kadar doğal renkte olan dudak mı görmemişti.

Yoksa hafif aralık duran dudakların arasındaki beyazlık mı onun mahvına sebep olmuştu.

Beyazın tonları varmıydı? Vardı mutlaka, kar beyazı denilmezmiydi büyük beyaza. Buna ne denmeliydi o zaman. Bu kar beyazından da beyazdı. Yarabbi dedi. Aklıma mukayit ol. Akıl gidiyorda geri gelmiyecekmiş gibimi duruyordu. Bunu anlamak için başını sıkıca tuttu. Aklım dur bir yerlere gitme bana lazımsın hele şimdi her zamankinden daha ziyade…

Burnuna gelince nefesi kesildi. Kimi hokka burun diyebilir, kimi fındık burunda… Eğer ondan başka biri daha onu görme şansına sahip olsaydı. Kendi ne diyeceğini bilemiyordu. Rabbim nasıl bir boş zamanında yaratmıştı bu gözleri sürmeli, ahuyu. Yarabbi bu nasıl emsalsiz bir elmastı, bu nasıl bir zümrüdü cihandı. Bu nasıl gökyüzündeki yıldızlardan demet yapılmışta ikram haline dönüşmüştü.

Saçlarını incelemek gerekekiyordu bir kere bir lahza, bir nazar atmayla geçilecek gibi değildi ki o geçsin.

Siyahtı da aralarında kırmızılar mı vardı, kızıllarmı süslemişti dalgalarını... Uzun saçlar dalga hali ile aşağılara düşmüştü.

Hızla bir şelaleden akan sular gibi, dalgalar halinde aşağılara iniyor gibi.

Bir yerlerden, belkide ara yerlerden sızan güneşin ışınları oklar halinde saplanmıştı saç tellerinin arasına ki, parlıyorlardı. Çok parlıyorlardı. Kaçamak güneş, arada bulutlarla dans ediyor olmalıydı ki, güneşin her önüne geçen bulutla; bir yanıyor bir sönüyor gibi duruyordu, güzel saçlardan aşağılara doğru inen tılsımlı, sihirli dalgalar.

Gözlerini kapattı. Derin bir soluk aldı. Nefeslerini kontrol etmek istedi. Mümkün olabilirmiş gibi, kalbi sözünü dinlermiş gibi. Sakin olmak isteğini aklına dinletebilirmiş gibi. Sadece derin nefesi birkaç salise kapalı gözleri içinde bile özlemişti o güzelliği, elinde fırsatı varken nasıl gözlerini kapatırdı. Kızdı kendine, aptallık etme dedi. Bakmaya devam etmekti tek dileği.

O bakmak istiyordu…

Ünlü bir tabloya bakar gibi,

Akşam güneşin batışını izler gibi,

Sabah güneşin doğuşunu görür gibi,

Sulara bakar gibi,

Çiçeklere bakar gibi,

Anneye bakar gibi,

Evlada bakar gibi, güzel olan, mukaddes olan her şeye bakar gibi, bakmalıydı…

Gözlerini hiç kırpmadan, bir an, bir salise, bir saniye, bir dakika gözlerini ayırmadan bakmalıydı.

Çünkü artık bakacağı yerde bitiş te olabilirdi. Bu bitiş kendinde zavallı yüreğinde de olabilirdi.

Bu peridir diye düşündüğü hurinin, üst kısmında uçuk mor halinde bir tül vardı. Uçuk mor tül, uçuk olan hiçbir yeri ne güzelki, ne şanslıydı ki, örtmüyordu. Afroditin heykellerinden birine mi bakıyorum diye şüphe duydu. Nasıl bu kadar güzel olabilirdi.

Ressamların gücü yetmezdi böyle bir güzelliği çizmeye.

Baktı, baktı. Güzel gözlerin rengine isim koyamamıştı, bilmiyordu ki böyle bir rengi, ne diye çağrılacağını… Gözler ona bir daha baktı, kırptığında kirpiklerinin uzunluğuna da şaşırdı. Bir yelpaze edasındaydı. Hak verdi kirpiklere. Çok olmalıydılar, değerli mucevheri ancak böyle koruyabilirlerdi… Ne tuhaf Yarabbi küstahlığımı mazur gör. Ne haddime benim böyle bir yorum yapmak. Yarabbi şaşkınlığıma, aptallığıma ver dedi. Tövbeleri içinde. Şaşkındı, telaşlıydı, acemiydi… 

Kolların hareketinde; elleri dikkatini ancak o zaman çekti. Parmakları bir ressamın, bir piyanistin, bir sanatçının parmakları gibiydi. İnce ve uzundular. Nasıl bir duyguydu acaba o elleri tutmak, belki haddini bilmeden ufakta olsa bir buse kondurmak, nasıl olurdu, ne hissedilirdi, ne düşünülürdü, mutluluk o zaman tarih halini alır mıydı? Sorular cevaplanırmıydı? Tasavvuru bile müthişti. Parmakları Kafkas dansını yapan bir Dağıstan’lı güzel gibi, hareketlendiğinde artık düştü düşecek hale gelmişti.

Heyhat! Olanlar oluyordu… Kulakları mı onunla eğleniyordu yoksa duyduğu doğrumuydu. Bir müzik vardı. O ilk andan beri vardı da, bu güzellik kulaklarını tıkamış onu duymaz mı yapmıştı. Ya da müzikte şaha mı gelmişti, oda mı duygulanmıştı, cansız hali ile ortaya nağmeler atmıştı.

Bu kalp, bu yürek nasıl bu kadar dayanıklıydı!

Parmakların birkaç hareketi onu dağıtmıştı. Resmen dağılmış hali, gözlerinden akan yaşlara sebep oldu. Böyle bir güzellik karşısında insanın ne kadar duygu patlaması yaşaması gerekiyordu ki gözlerinden yaşlar gelsin.

Ağlıyordu sebepli, sebebsiz ağlamaktı herlade bu. Birine anlatsa inamazdı ki, birileri onu görse olmayacağı bildikllerinden! Haline ağlıyor diye düşünürlerdi… Ağlıyordu. Arada bir sevincinden gülme histeri halinde gelmesine rağmen onu iteliyor ağlamayı tercih ediyordu.

Ya diyordu:

Ya yok olursa,

Ya diyordu

Ya giderse,

Ya da

Bu bir rüya ise…

Güzellik kendine doğru döndüğünde, yapacağı bir şey kalmamıştı. Duyguları donmuştu, kalbi, ruhu soluksuz, nefessiz kalmıştı. Sanki oradaydı da yoktu, sanki nefes alıyordu da kalbi durmuştu. Sanki bakmıyordu da görüyordu. Bir sürü sankiler içinde hareket eden güzelliği, soluksuz belki de nefessiz izliyordu. O zaman fark etmişti, mordan basenin hizasındaki uçuşan uzun yerlere kadar gelen eteğini…

Etek diye isimlendirdiği tül ile ipeğin karışımı! Saçları misali aşağılar akan giysinin aralarında açık mor, menekşe, lilalar hâkimdi. Bu nasıl bir giysiydi, güzellik hareket ettiğinde oda hareket ediyor, durduğunda duruyordu…

Kollar, eller, saçlar hepsi çok hafif gelen müziğin, çok hafif hareketleri halindeydiler.

Ne yapmalı,

Nasıl durmalı,

Hareket edemiyorken,

Nasıl hareket etmeli,

Bakamıyorken nasıl bakmalı!

İçinin acıdığını, yandığını ilk o zaman fark etti. Gözyaşlarının yanaklarında kuruduğunu da!

Bu dilberi-ahunun, çok arkasında büyük, yuvarlak beyaz güneşi o zaman gördü. Tılsımlı olan oydu belki de! Güneşin beyaz hali, yeşilliklerin, ağaçların arasındaki güzelliğe arkadan yansıtmalarını sunuyordu.

Güzelliğin başının hemen üstündeki yuvarlak beyazlık gittikçe büyüdüğünden ilk başta fark etmemişti.

Biranda damarlarının kasıldığını düşündü. Yoksa güneştemi ona âşık olmuştu.

Nasıl yani Aşk!

O nereden çıkmıştı. Kendi âşık mı olmuştu ki!

Evet, bunun, bu anlatımın başka bir şekli, bir ifadesi olabilirmiydi. Bu ancak bir aşığın feryadı değil miydi?

Aklıma zarar gelmesin, dedi. İnleyerek. Düşünmesine engel olamadı. Feryatları âşık birinin inleyişi değil miydi? Biranda buz gibi olduğunu düşündü. Üşümüştü. Titredi. Kıskançlık tüm damarlarını sarmıştı.

Bu onun üşümesine sebep olmuştu.

Güneşi kıskanmıştı. Güneş ona âşıksa, o tabiki güneşi kabul edecekti, ona doğru dönecekti, bu inananılmaz raksını ona bakıp yapacaktı.

Bu mümkün olabilir miydi?

Bu nasıl olurdu ve kendi buna nasıl dayanabilirdi ki.

Güneşe kafa tutmak nesin nesiydi, kimin haddiydi.

Güneş nerede o nerede.

Peki, ne yapacaktı.

Müzik devam ediyordu, güzellik bazen gözlerini kapatıyor, bazen ona bakarak raksına devam ediyordu. Yarabbi dedi, Yarabbi bana yardım et, beni seçsin.

Genç kız yavaşça ona arkasını döndü. Eyvah dedi eyvah. Gidiyor.

Ne olur gitme, yalvarırım gitme, ne olur kal, ben seni bırakamam, güneş büyük ben onunla baş edemem. Ne olur gitme.

Güzellik duymuştu sanki onun ağlayışını, yalvarışını, geri döndü, ona doğru bir geyşanın yürümesi gibi geldi.

Çok yakınındaydı, gözlerine bakıyordu, elindeki mor mendili ona uzattı.

Gözlerinin içinde o yok olmak üzereydi.

Dayanamıyordu.

Gözleri yanmaya başladı.

Eğilip mendili alması gerekiyordu.

Yoksa gidecekti, güneşe gidecekti.

Gözleri yanıyordu, kalbi durdu duracak son demlerini yaşıyordu.

Nefesleri artık çok hızlıydı, dudakları kurumuştu, gözlerini bir an dinlendirmek istedi. Gözlerini kapattı.

Gözlerini açtığında!

Aman Allah’ın diye bağırdı.

Bu mümkün değil, bu olmasın, bunu istemiyorum. Lütfen! Lütfen…

Gözlerini kapattı bekledi. Açtığında artık eni konu ağlıyordu.

Hayır – Hayır… Dedi boşuna!

Yatağındaydı. Kan ter içinde, nefessiz kalmıştı.

Güzellik yoktu.

Hızla yatağında doğruldu, kalbi acıyordu, gözlerinden yaşlar akıyordu.

Rüyaymış! Dedi.

Üzüntüsünden helak bir halde iken, yerde yatağının hemen yanında mor bir mendil gördü.

İpek mor bir mendil!

Hemen kalktı, mendile uzandı.

O anda güneşten bir ışık huzmesi mendile değdi, mendil yok oldu. Koşarak pencereye gitti, güneşe baktı.

Sen kazanamadın o beni seçti, anlıyor musun o beni seçti dedi.

Perdeyi çekti. Pencereye arkasını döndü, yumru yapmış parmaklarını açtı, küçük ipek bir parça duruyordu avcunun içinde, onu öptü.

Bunun adı aşk dedi. Hepte öyle olacak. AŞK… Âşık olan böyle görür, âşık olan böyle hisseder, âşık olan böyle ağlar, âşık olan hayatını hiçe sayar.

AŞK kazanır, sen kaybedersin.

 

 

Nazan Şara Şatana

 

http://www.facebook.com/#!/profile.php?id=100002892442552

 

https://twitter.com/#!/nazansarasatana

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....