Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mayıs '08

 
Kategori
Coğrafya
 

Çanakkale Sarıkamış/ Sarıkamış eşittir Çanakkale

Çanakkale Sarıkamış/ Sarıkamış eşittir Çanakkale
 

Sarıkamış eşittir Çanakkale


Çanakkale geçilmez; Bizlerde, Türkiye Cumhuriyet’i vatandaşlığının bir görevi olarak Çanakkale’yi geçmek değil de, Çanakkale’den geçmek istedik.
Çanakkale’ye giderken Çanakkale’nin çok soğuk olduğunu söylemişlerdi. Sarıkamış’tan da soğuk değildir, diyerek hafiften bir tebessüm etmiştim.

Daha Çanakkale’ye girer girmez, sanki benim Sarıkamış’ım, bizi, sabahın o sessiz soğuk ve berrak havasıyla karşıladı. Üşüyordum çenem birbirini vuruyor, yüreğimse Sarıkamış hasret ateşini, Çanakkale dağlarına yükseltiyordu. Çanakkale savaşını, sanki ilk defa anlatıyor gibi büyük bir aşkla anlatan bir rehber karşıladı bizi. Ben hem dağlara bakıp Sarıkamış’ımla konuşuyor, hem de rehber’in yüreğinde ki vatan sevgisinin ne kadar büyük olduğunu okuyordum. Bir ara kulaklarımı rehbere tıkadım ve sadece dağlarla konuşmak istedim.

Allah’ım bu nasıl bir benzerlikti? Ayaz kokan çamlar, onca kalabalık içinde hiç ama hiç ayak basılmamış gibi topraklar ve sedasını yitirmemiş zaferin sesi uğulduyordu sanki vatan sevgisinin rüzgârında.

Bir ara oğlum Mustafa’nın öğretmenine dönerek, “Hocam Sarıkamış’a çok benziyor.” Rehber arabanın önünde Çanakkale’yi, ben ise arabanın arkasın da Çanakkale’nin kardeşi olan Sarıkamış’ı anlatıyordum.

Gözlerimse Çanakkale’ye gelen tüm araba plakalarında 36 Sarıkamış plakasını görmek istiyordu.

Bir ara rehberin soğanlı dediğini duyunca şöyle bir silkinip Sarıkamış’ımdan Çanakkale’ye geçiş yapmak istedim.

Rehber soğanlı deresini tanıtıyordu, bizimde soğanlı dağlarımız vardı.

Üstelik ben hep Çanakkale eşittir Sarıkamış, Sarıkamış eşittir Çanakkale demiştim.

İki diyarda şehitlerimize kucak açmış ve kutsal topraklarının neden soğuk koktuğunun sorusunu akıllara getiriyordu. Tabi ya vatan uğruna uykuya dalan şehitlerimizin esaretini bozmamak ve binlerce kınalı Hasan’ların gençliğini soldurmamak içindi morg kokan topraklar. Sanki kınalı Hasan’ların kına kokuları yayılmıştı tüm Çanakkale dağlarına.

İnsanın yürümekte güçlük çektiği Çanakkale dağların da, vatan uğruna koşarak can verenlerin can kokuları vardı. Çanakkale dağlarının Anadolu kokan topraklarında, hiç savaş bitmemişti sanki, hala bir savaş atmosferi ve savaştan ilk günün çıkmışlığının zaferi ve heyecanı vardı..

EY YURDUM; Şunu öğrendim ki vatanımım kalbi Çanakkale ve Sarıkamış’ta…

Vatan nedir bilmeyen bir Çanakkale, birde Sarıkamış’a, hoş gelsin.

Gerisi kolay, dağlar anlatır vatanı, topraklar anlatır, rüzgârlar anlatır, taşlar, çakıllar, kumlar anlatır vatanı ve uğruna verilen canları. Dağları gezmekten arkadaşlar yorulmuşlardı. Belki bende yorulmuştum ama bizim yürüyerek yorulduğumuz dağlarda, sırtlarında cephaneleriyle koşarak vatanı bize armağan edip uykuya dalan şehitlerimizden, hele hele, Seyit Onbaşı’ndan utandığım için yorulmamıştım, yani kendimi dinleme gereğini dahi duymamıştım; Kendimi hissetmek ve dinlemek orda yaşadığım duygulardan en son gelmeliydi.

O kadar yoğun duygular yaşadığım için hiç sıra bana gelmedi. Arkadaşlara dönüp ne olur burada yorulmayalım, unutmayalım ki bizim yürüyerek yorulduğumuz ve bastığımız her karış toprağın altında, vatan için koşarak can veren binlerce kefensiz yatanlar var; Yorulduğumuzu şu dağlara fısıldayarak, şehitlerimizin Seyit Onbaşı’nın ve kınalı Hasan’ların ruhunu sızlatmayalım…

Bir duygu selinde sürükleniyordum ki, nereye aktığımı ben bile bilemiyordum;
Bildiğim tek şey vardı ki, oda, bu duygu nehrinde sürüklenirken birçok kayalara çarparak canımın yandığıydı. Yükselen suların beni dalgaların üstlerine savurduğunda hep yapıcılık ve yıkıcılığı görüyordum.
Bu vatan hiçte kolay kurtarılmamıştı.

Aktığım duygu selinde, tek bir konuya odaklanamıyor, sürekli vatandan millete, milletten vatana, yüksek dağlardan eteklerine, dağ eteklerinden en tepelerine, yüreğimdeki koca cephanemle, cephelere ama konup, ama koşup duruyordum.

Rehber o kadar yerli yerinde ve büyük bir zafer heyecanıyla Çanakkale savaşını anlatıyordu ki...

Ne mutlu vatanı böyle coşkuyla sevip anlayan yürekler var...

Ve beni benden koparıp gözyaşlarıma hâkim olamadığım an siperleri gördüğüm andı.

Yüreğim yüreğimde titremişti, sanki bende savaştaymışım gibi o anları saniyesi saniyesine yaşıyordum.

Sıra müzeyi ziyarete gelmişti; Müzeyi gezerken en çok etkisinde kaldığım şeylerden biride savaşta askerlerimizin su içtikleri mataralardı. Hala savaş kokan, yoksulluk kokan, vatan kokan, millet kokan mataralar beni de içlerine alarak, olmayan su damlalarında yok etmişlerdi.

Çünkü onların elleri değmişti; Onlar, topların tozu dumanı içinde başlarını Allah’a kaldırıp, o mataralardan su içmişler, belki de elerindeki suyu bölüşebilmek için sadece dudaklarını ıslatmışlardı.

Kim bilir, beklide onlar yanlarında vurulan arkadaşlarının başını dizlerine alıp, son defa sularını içirmişlerdi kim bilir.

Elimde pet şişesinde suyum vardı, bir anda susadığımı fark etmiş, elimdeki suya bakarak biraz düşünmüş ve yüreğimden bir coşkuyla haykırmıştım binlerce kınalı Hasan’lara ve hala kına kokan vede Sarıkamış’ın ayazı kokan bu kutsal Çanakkale topraklarına;

Eğer ben varsam?

Eğer vatanım diyebileceğim bir vatanım varsa, yani vatansız değilsem?

Eğer başımda dalgalanan al yıldızlı bayrağım hala dalgalanıyorsa?

Eğer ben büyük bir gururla ben Cumhuriyet’in çocuğuyum diyebiliyorsam?

Eğer ben yurduma vatan diyip can vermiş şehitlerimizin tarihçesini öğrenmeye, bastıkları ve yattıkları toprakları tanımak için Çanakkale topraklarının kokusunu solumak için geldiysem, üstelik elimde yoksulluğun değil, renkli bir Türkiye Cumhuriyetinin kaynak sularından suyum varsa?

Eeeeeeeeey asker, eeey kınalı hasanlar! Ben bunu size ve Mustafa KEMAL’E borçluyum. Sizler çok büyüksünüz, hepte büyük kalacaksınız. Elimdeki bu suyu hepinizin zaferi için içiyorum. Ruhunuz şad olsun kınalı hasanlar, ruhunuz şad olsun Mustafa Kemaller.

Kale içi bir başka soğuktu, ben hem çok üşüyordum, hem de bu üşüme ye büyük bir özlemim vardı, ben üşüyerek Sarıkamış’ımla da özlem gideriyordum sanki.

Sarıkamış o gün beni tam anlamıyla, Çanakkale’yle baş başa bırakmamış, kutsal benzerlikleriyle hep karşıma çıkmıştı. Çanakkale’de binlerce anıtı görünce ruhum kabararak gururlandım, fakat bir yanımda acıdı;

Acıyan yanım, acıyan ve yüreğimi acıtan öksüzüm Sarıkamış’ımdı. Sarıkamış neden bu kadar sahipsiz kalmıştı? Sarıkamış o gün, hani vardır ya, kardeşi el üstünde tutulan, kendisiyse hep unutulan, hırçın ve de kıskanç çocuk gibi hep karşımdaydı, yada o gün ben Sarıkamış olmuştum da, kıskanç tavırlarımla hep kendimin karşısındaydım.

Aklıma benzeri bir anım gelmişti. Oğlum Mustafa bir yaşındaydı. İkinci oğlum Furkan dünyaya gelmişti. Hastaneden Furkan bebeği almış ve evimize gitmiştik. Baba, Anneanne, dede, teyze, dayı, vs yani bütün ilgiler, Furkan bebeğin üstüne yoğunlaşmıştı. Mustafa dikkati çekmek için sürekli çekyatın arkasına saklanarak, çıkıp çıkıp, cee yapıyor ve tekrar saklanıyordu. Sonra Mustafa derinden bir iç çekerek çok içli ağlamıştı. Ben her ne kadar bu durumu farkında olup ta Mustafa ile daha fazla ilgilensem de, bu Mustafa’ya yetmiyordu; Çünkü benim sevgim sadece duvarın bir tarafıydı, Mustafa herkesin sevgini istiyor, yani haklı olarak duvarın dört tarafını da istiyordu. Kıskançlık değildi Mustafa’nın tavrı, ya da hep bana değildi Mustafa’nın istediği. Mustafa o zamanlar ansızın dile gelse eminim ki şunu söyleyecekti.

“Ey büyükler yeter ki siz sevginizi dengelemeyi bilin, benim sizlerden istediğim sadece dengedir” derdi. İşte Sarıkamış’ta, iç çekişleriyle bana ve de kendisini fark etmeyenlere ce yapıp,

“ Ey büyükler benim sizlerden istediğim sadece dengedir” Dese de bu sadece onu fark edenlerin canını acıtır, tıpkı benim canımı acıttığı gibi ve biz Sarıkamış’ı fark edip sevenler sadece duvarın bir tarafı olabiliriz oysa Sarıkamış dört duvar istiyor.

Hem Sarıkamış rüzgârlarının, bu fısıltılarını duyuyor, hem de o fısıltılara soruyordum?

Sarıkamış’ta neden hak edildiği kadar anıt vede bir müzemiz yoktu? İçimden bir ses “Sarıkamış’ta sadece anıt ve müze eksikliğimi var” diyordu.

Biliyorum Sarıkamışlı perişan Ankara’nın Sarıkamış’ı ve de Sarıkamışlıyı hatırlamalarını istiyor.

Ben ise bu milli duygular içinde en başta gelen eksikliğimiz olan yeteri kadar anıtların ve de bir müzemizin olmayışını, yani devlet büyükleri tarafından milli değerlerimizin ön plana çıkarılmadığını düşünüyordum ve diyorum ki, Ankara artık Sarıkamış’ı da hatırla; Çünkü Sarıkamış bir milli değerdir. Sen Sarıkamış’ı hatırlarsan, o zaman Sarıkamışlı da hatırlanacaktır.

Çanakkale’de yatan şehitlerimizin isimlerini okurken, hepsine ayrı bir duygulanıyor, ayrı bir gururlanıyordum. Oğlum Mustafa ve arkadaşlarına sesleniyordum. Bana Kars’lı şehit isimlerini bulun diyordum. Kars’lı kahramanların isimlerini okurken yüreğim, daha bir başka çarpıyor, gururdan ağrı dağı gibi kabarıyordu ve Sarıkamış’ın sevda ayazıysa yüreğimde ağrı dağının buzları gibi buharlaşıyor, buharlaştıkça daha bir üşütüyor, daha bir depreştiriyordu ve daha bir yağdırıyordu tüm kurak duygulara. Bir ara oğlum Mustafa yanıma gelerek “Annecim, sana Havran’lı seyit onbaşının heykelini aldım.” Çok duygulanarak, oğlum Mustafa’ya tarihçesini sordum? Mustafa Seyit Onbaşı’nın kahramanlığını anlatmaya başladı. Gözlerim dolarak, gözyaşlarımı yudum yudum içime akıttım vede içime akıttığım, duygu damlalarımda ben beni vatanın kutsal deryalarında boğuyordum. Oğlumu dinlerken bir ara sanki ağır bir şeyi kaldırmak için hareket içinde çabaladığımı fark ettim. Sanki Seyit onbaşının sırtı olmuş, onun kaldırmak isteyip ve de kaldırdığı bombayı kaldırarak, taşımasına yardımcı olmak istiyor gibiydim. Sonra düşündüm seyit onbaşı nasıl başarmıştı acaba? Bu tüm vatan severlerin birleşen güç oluşumumuydu savaş dağlarında gezen, ve de ihtiyaç duyulduğunda Seyit Onbaşı’lara yetişen bir güç müydü? Kim bilir?

Kale içinde lambalar söndürülerek, Çanakkale savaşını gösteren bir cd izletildi. İzlerken Doğu’lu bir bayan kendini kaptırmış, “Huy Allah yarımcıyız olsun” Düşman tarafa “Di git aha gördün mü” diyerek inanılmaz bir coşkuyla izliyordu. Aklıma annemlerin bir zamanlar Cüneyt ARKIN’IN filmleri’ni izlerken, Cüneyt ARKIN’A dualarıyla, düşman tarafa ise beddua eden bağırışlarını hatırladım. Ellerinden gelse bir kılıç alıp Cüneyt ARKIN’A yardıma gideceklerdi. Yaaa işte böyle, bizim analarımızın yüreklerinde her zaman bir kahramanlık vardır onlar Anadolu kadınlarıdır…

Kendimi tamamen bir savaş atmosferinde hissediyor ve ürküyordum, korkular sarmıştı her yanımı. Üst kata çıkmış önlerinde siper torbalarıyla bekleyen heykel askerleri görünce inanın o hissettiğim duygularımla, ben kendime savaşı yaşadım diyebiliyorum artık.

Heykel askerlerin canlımı, cansız mı olup olmadıklarının konusu oldu. Kimisi

“Gördüm gördüm! Vallaha bunlar canlı” Kimisi “Bak bak! Elini kıpırdattı” Kimisi “Aaaa! Gördünüz mü? Bakın bu güldü” derken elektriklerde kesildi. Yaklaşık bir yarım saat orda mahsur kaldık, daha sonra fenerler getirildi, yalnız dikkatimi çeken bir şey oldu. Feneri tutan akset ışığı heykel askerlerin gözüne tutmamaya çalışıyordu. Bir ara ışık heykelin tam gözüne geldi ki, fener tutan asker şaşırdığını tebessümüyle ifade edercesine gülümsedi. Gerçekten o heykel askerler canlı, yani oyuncu askerler olabilir miydi? O kadar şaşırtıcı şeyler görüyordum ki, neden olmasın diyordum kendime. Haranlı Seyit Onbaşı’nın yaptığı, başardığı çok mu olur bir şeydi ama olmuştu; Çünkü vatan sevgisi olmazı oldurmuştu.

O daracık yerde, elektriklerin gelmesini beklerken düşünüyordum. Savaşın atmosferiyle bile can korkusu yaşarken bizler, onlar dağlarda bayırlarda ve dar alanları bile siper olarak kullanarak, bizlere koca bir ülke bıraktılar.

Çünkü onlar Mustafa Kemal’in askerleriydi.

Çünkü onlar Mustafa Kemal’lerdi. Gezimizin sonuna gelmiş, artık dönüyorduk. Ben hem Çanakkale, hem de Sarıkamış’ımla vedalaşıyordum ve şunu fısıldıyordum Ankara rüzgârlarlarına; Ey büyük karar Ankara, Çanakkale’nin kardeşi olan Sarıkamış’ı, neden bu kadar sahipsiz, bu kadar öksüz bıraktın? Türkiye’mizin evlatlarını karlı bağrında, baba ocağı, ana kucağı gibi uyutan Sarıkamış’ımızı bu kadar duymazdan geldin?..

Yolculuğumuz yoğun duygularla sona ermiş artık evlerimize dönmüştük.

Şimdi ben bastığım topraklara daha bir temkinli basıyorum.

Çünkü bu topraklar hak kokuyor, askerlerimizin bize emanetlerinin ve onların can hakları kokuyor. Çünkü bu vatan kolay kurtarılmadı ve bu vatan kurtarılırken, Türk, ü Kürt’ü, Alevi, Laz, ı, Çerkez’iyle kurtarıldı. O yüzden bu vatan hepimizindir ve hepimizin olarak kalacaktır. Vatanı sevelim, millet ti sevelim; Vatansız millet olmaz, milletsiz vatan hiç olmaz.

Şu üç günlük dünyada, kavgaları değil, kinleri nefretleri öfkeleri değil, sevgileri, dostlukları, kardeşliği paylaşalım ve paylaştıkça büyüyüp, birlik olalım. Yollarımız hep sevgilerin, dostlukların, paylaşımcılıkların odağında kesişsin.

Ve diyorum ki bu milli duygularla bu kalem susmaz, susmazda sayfalar aldı başını gidiyor.

O halde bir sevgi mesajıyla nokta koymanın zamanı geldi.

Seni seviyorum vatanım, toprağım, bayrağım.
Seni seviyorum milli değerlerimiz, Çanakkale ve Çanakkale’nin kardeşi olan Zemherinin Kardeleni Sarıkamış.

ŞEHİTLERİMİZ TOPRAĞA DÜŞÜNCE DEĞİL, UNUTULUNCA ÖLÜR, ANCAK ANILINCA TOPRAKTAN GÖKLERE DOĞRU AL AL, DALGA DALGA YEŞERİRLER.

BİZLER ŞEHİTLERİMİZİ UNUTARAK ÖLDÜRMEDİK Kİ,

ŞEHİTLERİN ÖLMEDİKİ TÜRKİYE’M

DİLEK EJDER

(Not: Eski soyadı Dilek FIRAT'TI)


 
Toplam blog
: 52
: 596
Kayıt tarihi
: 22.04.08
 
 

Araştırmacı yazar, şair, aforizmacı, ressam, besteci... Kardelenler diyarı Sarıkamış’ta doğdu..