Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ağustos '15

 
Kategori
Deneme
 

Cancağızım da bırakıp gitti bizi

Cancağızım da bırakıp gitti bizi
 

*“İnsanın kendi iradesinden, kendi inanç

ve idealinden daha üstün hiçbir güç yoktur.”

( H. E.)

Sevgili dayıoğlu kardeşim Yüksek Mimar Mehmet Koca:

“Hep geçmişten söz ediyorsun yazılarında halaoğlu. Ne zaman geleceksin bugüne? Neden yaşadığımız günlerden söz etmiyorsun hiç?” diye sordu; beş on gün önce.

Siz de mi öyle düşünüyorsunuz yoksa?

Kusura bakmayın; günlük politikadan uzak durmaya çalıştım hep, bugüne kadar. Bundan sonra da girmeye hiç niyetim yok. Bakın, o işi ne güzel yapıyor; Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Mustafa Balbay, Uğur Dündar, Mehmet Barlas, Hıncal Uluç, Mehmet Baransu, Ertuğrul Özkök, Can Dündar

Ve daha onlarca ünlü kalem… Okuyup duruyorsunuz her gün. O cepheye geçsem, ister istemez, üç aşağı beş yukarı, ben de tekrar edeceğim onların yazdıklarını.

Üstelik ben haftada bir yazdığım için, suyunun suyu “kopya” gibi görünür bu size. O zaman da, “Bir hafta önce okuduklarımı yazıyor Hüseyin Erkan. Neden böyle yapıyor ki?” dersiniz; haklı olarak.

Beni böyle kabul ediver lütfen, Sevgili Dayıoğlu! Beni böyle kabul ediverin lütfen, O’nun gibi düşünenler…

 Bir başka Mehmet’ten söz edeceğim bugün. Yaklaşık iki ay önce, bizi yetim bırakıp giden “Memetçik Memet”ten… Sevdiği dostlarına seslenirken sıkça yinelediği bir sözle “Cancağızım”dan…

Memetçik Memet, Kırklareli  ilimizin Lüleburgaz ilçesinin Ceylanköy’ünde dünyaya gelir; 1926’da.

Her dünyaya gelen gibi, “Memetçik Memet”in başına da neler neler gelir!

O, yaşadıklarının bir kısmını, 1979’da “Orhan Kemal Roman Ödülü”nü kazanan Memetçik Memet kitabında dile getirir.

Diyeceksiniz ki, “Kazandığı ödülün adından da belli ki, o kitap bir roman… Dolayısıyla, o kitapta yazılan her şeyi, ille de yazarın başından geçmiş gibi düşünmemek gerekir.”

Eserin yazarı Mehmet Başaran’ı, 1974’ten bu yana yakından tanımamış olsam, “Yüzde yüz haklısınız” derdim size.

Ve dahi, son buluşmamız, vefatından on gün önceydi.

Yıllar öncesi, Silivri’nin Kavaklı köyünde bulunan “Küçük Çiftlik”teki birlikteliğimizde: “Sevgili Erkan’lara! İşte size Aksu Köy Enstitüsü’nden başlayan, iğne deliklerinden geçen bir yaşamöyküsü… Dostlukla!..” ( 6 Temmuz 2003) sunuşuyla imzalamış bu eserini.

Görüldüğü gibi, bu eserinin bir “yaşam öyküsü” olduğunu özellikle belirtme gereğini duymuş, sevgili öğretmenimiz, değerli yazarımız.

Pek çok seveniyle birlikte, kendisini yaklaşık bir buçuk ay önce, doğup büyüdüğü Ceylanköy’de son yolculuğuna uğurladıktan sonra, bu eserini bir kez daha okudum. Yüreğim ezile ezile… İçim cız ede ede…

Bugün için bir şey diyemeyeceğim de, geçmiş yıllarda, sorumluluk mevkilerinde oturan ne ileri görüşlü yöneticilerimiz varmış bizim!

Nerden mi biliyorum bunu?

Örnek, işte Mehmet Başaran!..

Henüz 20 yaşında iken, bu gencin yeteneğini keşfeden “büyük”lerimiz, gelecekte O’nun ödüller kazanacak eserler yazabilmesi için, ellerinden ne gelirse yapmışlar!

 Elbette öyle olacaktı. Onlar, yani sorumluluk mevkilerindeki o büyüklerimiz, öylesine özel yaratılmış insanlar olmasa, onları kim, niçin getirsindi ki o makamlara? Bırakın, onlar da, yüce devletimizin kendilerine tanıdığı yetkileri kullanıp gerekeni yapsınlar!

Evvel Allah, yapmışlar da!.. Yapıyorlar ve yapacaklar da… Kimsenin kuşkusu olmasın bundan.

Mehmet Başaran adını ben ilk kez, 1950’li yıllarda Aksu’da öğrenci iken duymuştum; öğretmenim Musa Okay’dan. Başaran, Kepirtepe Köy Enstitüsü mezunu idi, Okay öğretmenim Ârifiye

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nden arkadaş olurlarmış. Bir “17 Nisan Bayramı”nda, (yıl 1946) Başaran, kendi yazdığı “Temelden Çatıya” adlı şiiri okuyunca, konuklar arasında bulunan “Millî Şef” İnönü, kendisini yanına çağırıp başını okşayarak iltifatlarda bulunmuş. (Ertesi gün bu haber, bütün gazetelerin ilk sayfalarında fotoğrafıyla birlikte verilir tabiî)

Daha sonraları okuduğum Varlık, Türk Dili, İmece gibi dergiler ve Cumhuriyet gazetesinde sıkça gördüm adını.

İlk tanışmamız 1974’te…

İstanbul Millî Eğitim Müdür Yardımcısı görevine başladığımda, O da Şah Rıza Pehlevi Lisesi’nde öğretmendi. (Bu lisenin adı, İran’da şahlık rejimi yıkıldıktan sonra, Tahran Lisesi olarak değiştirildi.)

Bu lisenin kimi sorunları için, okul müdürü Halil Basutçu ile birlikte gelirlerdi; Cağaloğlu’ndaki M. E. Müdürlüğü’ne. Müdürümüz Halis Kurtça’nın özel bir sevgisi ve saygısı vardı Başaran’a. Doğrusu ya benim de, müdür yardımcısı arkadaşlarım Mehmet Taşkın, Erden Kanat, Tahsin Çayır ve Doğan Oğuzer’in de…

Dolayısıyla, mümkün olan hiçbir istekleri esirgenmemiştir kendilerinden.

1976’da iktidar değişince, yöneticilik görevimden istifa ederek ayrıldıktan sonra da devam etti dostluğumuz. Şişli Lisesi’nde öğretmenken, davetim üzerine (1977) bir Türkçe dersimi şereflendirmiş, öğrencilerimin şiir okuma yarışmasında jüri başkanı olarak görev yapmıştı.            

Dilem Yayınevi’ni kurduktan sonra, yolu ne zaman Cağloğlu’na düşmüşse, ne zaman Cumhuriyet gazetesine uğramışsa, yayınevimizi de ziyaret edip bizi sevindirerek sıcak sohbetinden yararlandırmak lütfunda bulundular ki, benim için büyük bir şanstı bu elbet.

İşte böyle bir âbimizi, öğretmenimizi, dostumuzu, Köy Enstitülerinin yılmaz savunucusu ünlü bir şair ve yazarımızı kaybettik; kısa bir süre önce.

Ve işte böyle bir insandır; benim size sözünü ettiğim “Memetçik Memet”!

“Acıyı Bal Eyleyenler” diye bir dizi yapacak olsak, en ön safta yer alacaklardan biridir O.

Neler neler gelmiş başına!.. Neler neler görmüş geçirmiş!.. Ne acılar yaşamış!

Yılmamış ama hiç. Pes etmemiş.  Yenilgiyi kabul etmemiş; en kötü durumda, en olumsuz koşullarda bile. Aksine, var gücüyle devam etmiş hep mücadeleye.

“İyi de kardeşim, yoksul bir köylü çocuğu, sözünü ettiğim kişi. Ağa oğlu değil, paşa torunu değil… Kılıcı yok elinde, topu yok, tüfeği yok… Bildiğimiz, okuduğumuz kadarıyla öyle boylu poslu, güçlü kuvvetli biri de değilmiş. Aksine ufak tefek, çelimsiz biriymiş. Nerden bulmuş, kimden almış bu mücadele gücünü?” diye mi sorarsınız.

Derim ki ben, insanın kendi iradesinden, kendi inanç ve idealinden daha üstün hiçbir güç yoktur.

Nitekim Lüleburgaz’ın Ceylanköy’ünde doğan, yoksul bir ailenin ufak tefek bir çocuğu olan bizim Memetçik Memet’in özgüveni, iradesi, inanç ve ideali dışında hiçbir gücü kuvveti yoktu.

“Güzel, güzel söylüyorsun Hüseyin Erkan da, bu yoksul köylü çocuğu öylesine bir özgüven, irade, inanç ve ideale nasıl sahip olmuş?” derseniz…

“Asıl üzerinde durulması gereken konu bu işte!” derim ben de…

Doğrusu ya, bu sorunun cevabını tam olarak bilmiyorum. Bir tahminim var ama:

Hani, gazeteci ve yazar Feyzullah Aktan, “Biz, eşim Ümmü ile Köy Enstitüsü’nde ‘kaya balığı’ eğitimi aldık. 2. Dünya Savaşı kıtlığını yaşadık. Çöl devesi gibi  –gerektiğinde– hörgücümüzdeki yağı, midemizde depoladığımız ek suyu kullanarak yaşamayı öğrendik. Yetmediği yerde aşkımızla tamamladık.” diyor ya…

Bence, sorunuzun cevabı bu işte!

Başaran da, eşi Elif de Aktanlar gibi Köy Enstitüsü’nde okumuşlar. Demek ki, onlar da “kaya balığı eğitimi” almışlar. Demek ki, onlar da “çöl devesi Yöntemi”nden yararlanmışlar.

Başka bir şey bilen varsa, buyursun. Şimdilik benden bu kadar!

Hüseyin Erkan      huseyinerkan@dilemyayinevi

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..