Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mart '09

 
Kategori
Siyaset
 

Çizgisiz ülke

Bir zamanlar, etrafı denizlerle çevrili, yeşilliklerin, dağların bozkırların ve kumsalların bol olduğu güzel bir ülke vardı.

Çok büyük toprakları yoktu bu ülkenin ama içinde yaşayan insanlara yetiyordu bu topraklar.

Krallıkla yönetilirdi bu yer. Ama bildiğimiz anlamda bir krallık değil.

Bir Kralları vardı ve belirli sürelerde ya bu kralı tekrar seçerlerdi ya da başka biri kral olurdu.

Kral diyince tabi insanın aklına sınırsız güç ve yetki gelir, ancak bu ülkede seçilen kralın böyle bir gücü yoktu.

Kral ülkeyi değil, seçkinler kralı yönetirlerdi

Seçkinler dedikleri kesim:

Şovalyeler, Lordlar, Aristokratlardan oluşurdu.

Kral seçilsin seçilmesin bu kişilerin dedikleri olurdu zaten.

Kimsenin elinden gelen bir şey yoktu, çünkü bu seçkinlerin süper güçleri vardı.

Her bir seçkin grubun ayrı ayrı farklı güçleri vardı.

Şovalyeler en güçlüleriydi bunlardan.

Şovalyelerin yenilemez zırhları ve insanları korkutan yıldırım güçleri vardı.

İnsanlar en çok bu yıldırım güçlerden korkarlardı.

Zaten yakın geçmişte bir kaç kez kullandılar bu güçlerini.

Çok korkunçtu.

Şehirleri kara bulutlarla kapladılar, ülkenin her yerinde insanların üzerine şimşekler yıldırımlar yağdırdılar. Kimse konuşmak istemiyordu o günlerle ilgili.

Halktan ayrı yaşardı Şovalyeler. Kocaman duvarlarla çevrili kaleleri vardı ve içeriye Şovalye olmayan hiçkimse giremiyordu.

Ellerindeki güçten olacak, şovalyeler ülkede kendilerini en üstün varlık görüyorlardı. Zaten tartışılmaz bir şey bu.

İkinci seçkinler grubuna Lordlar deniyordu.

Lordların süper gücü Emretmekti.

Dediklerine karşı gelinemiyordu ve aynen yapılıyordu.

Bazen insanların çok iyi bildikleri gerçeklere uymayan şeyleri bile emretseler, karşı konulamıyordu ve insanların bildikleri şeyler bile bilmedikleri olabiliyordu

Siyah giymeleriyle tanınırlardı insanlar arasında. Halkla içiçe yaşarlardı ama halk onlardan korkardı. Doğru bildiği şeyin yanlış olmasından korkardı halk bu yüzden de onlarla konuşmaktan çekinirlerdi. Zaten konuştukları dil çok farklı olduğundan anlamazlardı. Elma kelimesini 20 farklı kelimeyle anlatabilirlerdi.

Üçüncü gruba Aristokratlar denirdi.

Bu kişilerin süper gücü eleştirmekti.

Yanyana bir arkadaşınızla gitseniz ve Aristokratlardan birisi karşınıza çıkmışsa (ve kızmışsa) arkadaşınız ve sizi ayrı ayrı eleştirerek kavga etmenize hatta birbirinizi öldürmenize bile neden olabilecek bir güçtü bu.

Bunlarında dev duvarlı çok büyük kapalı kaleleri vardı. İçeriye sadece ve sadece özel kıyafetlerle girilebiliyordu.

Bu 3 seçkinler grubu birbirleriyle hiç kavga etmezlerdi.

Tek kavgaları halk ve krallarlaydı.

Bir yaz günü, bu ülkenin kralının bulunduğu birinci şehrine gökten kalem büyüklüğünde bir kristal düştü.

Kristali küçük çocuklar buldu. tek tek bakmak için birbirlerinin elinden almaya çalışıyorlardı.

Beyaz Ay adındaki küçük kız kristali alınca arkadaşlarının arasından kaçarak doğruca babasının demirci dükkanına koştu.

Babasına kristali gösterdiğinde, demirci olan babası Deniz Yıldızı bunun bu dünyaya ait olmayan bir şey olduğunu anladı hemen.

Ateşe attı, binlerce derecede bile ne erime ne de ısınma oldu kristalde.

Elinde incelerken iki parmağını iki ucuna bastırıp güneşe tuttuğunda kristalden duman gibi beyaz ışıklar çıkmaya başladı. Demirci bırakmak istese de kristalin etkisi altında olduğundan ne bırakabiliyor ne de hareket edebiliyordu. Işık tüm şehri, sonra tüm ülkeyi ve daha sonra tüm dünyayı sardıktan sonra kendiliğinden kayboldu.

Gözlerini açtığında kızı başucunda oturmuş elinde topladığı çiçekleri demet yapmaya çalışıyordu.

"Burası Neresi?"

"Kızım biz nasıl geldik buraya?" diye sordu.

"Anneme hediye çiçek toplamaya geldik, sonra sen uzandın uyudun galiba. Ben kendim topladım hepsini" dedi küçük kız.

Ayağa kalktığında daha önce hiç görmediği kadar güzel, uçsuz bucaksız çiçekler, ağaçlar, şırıl şırıl akan ırmaklar, koşuşturan ceylan yavruları ve yer yer oyun oynayan çocukların olduğu bir yerle karşılaştı gözleri.

Küçük kıza fazla soru sormanın anlamı olmadığını düşünerek "Annen evde mi?" diye sordu.

"Evde" dedi küçük kız.

"Hadi eve gidelim o zaman" dedi demirci ama etrafta kilometrelerce ne ev nede ev olan bir yerler görünmediğinden evin nerde olduğunu da merak etmiyor değildi.

"Tamam" dedi küçük kız ve "Eve gitmek istiyoruz" diye bağırdı.

Gökyüzünden kanatlı bir at anında uçarak yanlarına geldi.

Korkuyla bir anda sendeleyip düştü demirci. Kızı gülümseyerek babasının yanına geldi "Baba iyi misin?" diye sordu.

Adam kızını korkutmamak için "iyiyim, küçük kızım benim" dedi. İçinden de "Eve gidince hanımla konuşmam lazım" diye geçirdi.

Korkusunu belli etmemeye çalışarak ilkönce ata kendi bindi ve daha sonra kızını elinden tutarak çekti.

Kanatlı at gökyüzüne doğru yükselirken etrafı daha iyi görmeye çalışıyordu demirci. Gökyüzünde bir sürü at ve üzerlerinde insanlar bir o tarafa bir bu tarafa uçuyorlardı.

"Burası bizim ülke değil hatta bizim dünya bile değil" diye geçirdi içinden. Nerede olduğunu ve buraya nasıl geldiğini hatırlamaya çalışıyordu sürekli ama tek hatırladığı kristal ve beyaz ışıktı.

Bir kaç dakika içinde kanatlı at birbirleri arasında 200 metre mesafeleri olan bir sürü ahşap ve şirin evden bir tanesinin bahçesine indi.

İner inmez anneleri kendilerine doğru yaklaşmaya başladı küçük kız da koşa koşa annesine doğru gitti ve çiçekleri verdi.

Demirci, eşinin yanına doğru giderken kanatlı at da havalanıp gitti.

Eşi farklı görünüyordu. Hiç bu kadar güzel, hiç bu kadar neşeli ve mutlu görmemişti daha önce eşini.

"Sen eve git elini yüzünü yıka bu çiçekleri suya koy biz şimdi geliyoruz" dedi annesi kıza.

"Mavi Çiçek! neler oluyor burda?" diye sordu adam eşine.

"Anlamadın mı hala?" diye sordu eşi.

"Anlayamıyorum, gerçekten"

"Bak etrafına, güzelliklere bak, güneşlere bak hiç batmıyorlar, herkes mutlu, şimdilik senin kafan karışık o da geçer birazdan, Başka neresi bu kadar güzel olabilir?"

"Biz öldük mü?" Cennette miyiz?

"Taşındık desek daha iyi olur, ve cennet değil burası ÇİZGİSİZ ÜLKE"

"Neresi?"

"ÇİZGİSİZ ÜLKE! yani sınırların, çizgilerin, sınıfların, farkların olmadığı yer!"

"Nasıl oldu bunlar? Eski ülkemiz, dünyamız nerde?"

"Orda mutlu olanlar orda kaldılar, mutsuz olanlar buraya getirildi, kristal yaptı bunu, Dünya Sahibi''nin kristali, burda sadece mutluluk var! Eski dünyadan hiçbir şey getirilmedi başka. Şimdi istersen yemek yiyelim, az daha sabredersen soruların cevaplarını kendiliğinden hissedeceksin. Bende şaşırmıştım. zaman geçtikçe cevapları hissediyorsun"

"Peki ya kızımız? O neden hep burdaymış gibi davranıyor?"

"Çocuklar sadece burayı hatırlıyorlar, bu onlara Dünya Sahibi''nden bir hediye."

Daha sonra Demircinin eşi Mavi Çiçek "Yemek Vakti!" diye bağırdı. Gökyüzünden demircinin eşine doğru kocaman bir tepsi taşıyan kanatlı bir beyaz melek gelerek tepsiyi eşine verdi. Ve Demirciye gülümseyerek tekrar gökyüzünde kayboldu.

"Sevdiğin yemekleri bildiğimden ona göre dilek dilemiştim, umarım seversin zaten sevmemen imkansız, ben bile bu kadar lezzetli yapamam" dedi eşi.

"Hadi gel girelim" diyerek eve doğru gitti eşi.

Demirci, hissetmeye başlayınca içten bir tebessümle gökyüzüne doğru "Teşekkür Ederim!" diye haykırdı.

 
Toplam blog
: 4
: 460
Kayıt tarihi
: 21.01.09
 
 

Kendi fikri olan binlercesinden biri! Üniversite mezunuyum! Branşım Dil Bilim. Çevirmenim, İlgi alan..