Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Temmuz '15

 
Kategori
Öykü
 

Demokratik deliler devleti-23

Demokratik deliler devleti-23
 

Aklından zoru olmayan var mı? Varsa birkaç örnek istiyorum.
 
Aklından zoru olanlara “deli” diyorlar da!
 
***
 
Kuledeki nöbetçi uzaktan hastaneye doğru gelen bir polis arabası görünce hemen Savunma Bakanı'nı aramış. Bakan gelenlerin ne istediğini öğrenmesini söylemiş. Araba, hastaneye 20-25 metre kala ani bir fren yaparak durmuş. Galiba kapının üzerinde asılı duran pankarttaki “karantina” ifadesi buna neden olmuş. Arabadan inen omuzlarındaki apolet çokluğundan rütbeli biri olduğu anlaşılan bir polis nöbetçiye seslenerek bir yetkili ile görüşme isteğini bildirmiş. Nöbetçi hemen bu isteği Savunma Bakanına iletmiş. Bakan da fazla düşünmeden bu işi benim yapabileceğime karar vermiş.
 
Bakan'ın yanına götürüldüğümde bana bir beyaz önlük giydirildi ve kendimi nöbetçi doktor olarak tanıtmam söylendi. Ayrıca bir hata yapmamam konusunda da uyarıldım. Aksi takdirde bunun cezası çok ağır olurmuş.
 
Önlüğü giydim ve çıkış kapısının yanına geldim. Bakan da benimle beraberdi. Ne konuştuğumu duymak istiyordu. Etraftaki iki güvenlikçiye de silahlarını çekip kapının arkasında durmalarını emretti.
 
Heyecan içindeydim. Başarabilecek miydim? Mutlaka başarmalıydım. Önce burada olan biteni gelen polise anlatmayı düşündüm. Öyle ya böyle bir fırsat bir daha ele geçmeyebilirdi. Böylece ben ve yüzlerce yurttaş, ayrıca köle olarak vasıflandırılan hastane personeli bu cehennemden kurtulabilirdi. Anlattıktan sonra da polis arabasına doğru kaçacaktım, nasıl olsa onlar beni korurdu.
 
Kapıyı yarı açık bırakmam ve bedenimin bir kısmının içeride kalması konusunda uyarılınca bu düşünceden vazgeçtim. Çünkü böyle bir davranışta bulunursam güvenlikçiler beni oracıkta delik deşik ederlerdi.
 
Polise seslendim:
 
-Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?
 
-Hoş bulduk. Birkaç sorum olacak, o nedenle rahatsız ettim.
 
-Buyurun sorun!
 
-Önce görevinizi öğrenmek istiyorum.
 
-Ben nöbetçi doktorum.
 
-Galiba hastanenizde karantina uygulaması var. Karantina daha ne kadar sürecek?
 
-Kesin bir tarih veremem ama sanırım yakında biter. Çünkü hastalığı önemli ölçüde kontrol altına aldık.
 
-Esas öğrenmek istediğim de şu: Devriyelerimiz hastanenizin yakınındaki ormanlık alanda çok sayıda parçalanmış insan cesedi bulmuşlar.
 
-İnsan cesedi mi? Vahşi hayvanlara ait olmasın bulunanlar!
 
-Hayır değil. İnsan cesedi olduğundan eminiz. Üstelik bulunan cesetlerin hemen hemen hepsinin cinsiyeti erkek.
 
-Bunun bizimle olan ilgisini anlayamadım.
 
-Ben hem sizi bilgilendirmek hem de bu konu hakkında bir duyumunuz varsa öğrenmek için soruyorum. Acaba hastanenizden kaçan hasta var mı? Varsa cesetler onlara ait olamaz mı?
 
-Bizim devletimizde...
 
Evet, o kadar dikkatli olmama rağmen “devletimiz” diyerek açık vermiştim. Dil sürçmesi dedikleri bu olmalıydı. Sonumun yaklaştığını hissediyordum. Hemen düzelttim:
 
-Pardon, hastanemizde sabah ve akşam olmak üzere iki kere yoklama yapılır. Hastanemizden son altı aydır firar eden bir tek hasta bile olmamıştır.
 
Neyse ki polis “devletimiz” sözcüğünü ya duymamıştı ya da anlamamıştı. Acaba bunu da atlattım mı? Acaba, acaba...? Zihnim “acaba”larla doldu.
 
Polis teşekkür etti, selam verdi ve güler bir yüzle arabasına bindi. Araba gözden kayboluncaya kadar arkasından baktım. Bu bakış biraz geri dönerler mi diye meraktandı ama asıl şaşkınlığımdandı. Sırtımdan, göğsümden, yüzümden, hatta saçlarımın arasından ter fışkırıyordu. İçeri girip kapıyı kapattım. Bakanın ve güvenlikçilerin gözlerine, yüzlerine bakarak benim hakkımdaki kanaatlerini okumaya çalıştım. Başarmış mıydım, yoksa...?
Hepsinin de gözleri, yüzleri en ufak bir ipucu vermedi bana. Önce Bakan, sonra da güvenlikçiler oradan ayrıldılar.
 
En yakınımdaki bir bankın üzerine çöktüm kaldım. Ne yapacağımı bilemiyordum, aklıma hep kötü şeyler geliyordu ve ben bunlara karşı herhangi bir çözüm üretemiyordum. Başımı kaşıdım, elim yıkanmış gibi su içinde kaldı. Gömlek sırtıma yapışmıştı, hatta ter önlüğe bile geçmişti. Biraz rahatlamak için önlüğü çıkardım, gömleğimin düğmelerinin hepsini çözdüm. Faydası oldu.
 
Orada ne kadar oturdum, bilmem.
 
Hastalardan biri yanıma geldi, yüzüne bakmadığım için kim olduğunu söyleyemeyeceğim. Gelişi beni rahatsız etti. Kimseyle uğraşacak durumda değildim. Adam elindeki bir kâğıt parçasını bana vermeye çalışıyordu. Ben almak istemiyordum. Sonunda o galip geldi ve kâğıdı elime tutuşturdu. Çok kızdım.
 
-Defol başımdan be!
 
Diye bağırdım. Korkmuş olmalı, hızla yanımdan uzaklaştı. Elimdeki kâğıdı arkasından attım, ayaklarımın biraz ilerisine düştü.
 
Kendimi toparlayınca bu adama kaba davrandığımı, onu kırdığımı düşünerek üzüldüm. Keşke öyle davranmasaydım! Bana ısrarla vermeye çalıştığı kâğıdı yerden aldım.
 
Okudum:
 
“Seni aradım umutsuzca kapalı gözlerimin arkasında. Bu tabii senin kendin değil hayalin olacaktı, ama benim için fark eden bir şey yoktu. Başımı önce omzuna yaslamak, sonra dizlerinin üzerine koymak istiyorum. Bu arada parmakların saçlarımın arasında dolaşırsa heyecandan kalbim hızlı hızlı atmaya başlar. Ya nefesini ensemde, kokunu burnumda hissedersem ne olur biliyor musun? İstersen ne olacağını hiç denemeyelim, böyle kalalım; bu kadarı yeter bana!”
 
Bu yazı kime aitti? Âşık'a ait olabilir miydi? Âşık sadece şiir yazar sanıyordum. Belki de Âşık'ın eşyaları arasından çıktı ve en iyi saklayacak kişiye yani bana getirildi.
 
Kel Öğretmen ile Kötümser biraz ilerimde tartışıyorlar. Sesleri bana kadar geliyor.
Kel Öğretmenin saçları kafasının ortasından dökülmüş olmasına rağmen yan taraflarda aksine uzun, öyle ki omuzlarından aşağıya sarkıyor. Sırtında açık kahverengi ceketi, ayağında da soluk mavi renkli kot pantolonu var. Ceketinin sağ cebi sökülmüş, düğmelerinden biri kopmuş. Sarı gömleğinin boynundaki oldukça kalın bağlanmış kravat, uzaktan bile dikkat çekiyor. Ayağındaki ayakkabılar uzun süre boya görmediklerinden siyah gri karışımı bir renkte görünüyor.
 
Kötümserin kıyafeti ise tam aksine oldukça şık. Yeni alındığı belli olan pantolonun üzerine
gösterişli bir tişort giymiş. Ayakkabıları hakiki deri ve ökçeleri yüksek. Spor giyinmeyi tercih ediyor. İkide bir üzerine geldiğini sandığı toz ve bitkileri silkelemek için eliyle pantolonunun önüne ve tişortuna vurmak gibi bir tiki var.. Bu hareketleri o kadar sık yapıyor ki izleyen bundan rahatsızlık duyabiliyor. Çünkü el hareketleri sürekli insanın dikkatini çekiyor.
 
Kötümser bugün her zamanki gibi çok dertli. “Hayat bana hep oyun oynadı, yüzümü hiç güldürmedi.” deyince Kel Öğretmen'in yüzü ciddileşti, gözlerini uzaktaki bir yazıyı okuyormuş gibi kısarak konuştu:
 
-Yaşadığın her olumsuzluğu hayata yüklemek ister gibisin.
 
-Tabii hayata yükleyeceğim, çünkü kötülükler, iğrençlikler, çirkinlikler hep onda...
 
-Hayat, çok iyi bir öğretmendir. Sen iyi bir öğrenci olamadıysan suçu, hayatda değil, kendinde aramalısın.
 
Tartışmaları hoşuma gitmişti, dikkatle takip ediyordum ama iki güvenlikçi gelip kollarıma girip oturduğum yerden beni kaldırınca maalesef geri kalanını dinleyemedim.
 
Güvenlikçilerden biri:
 
-Kargacı, seni Başkan görmek istiyor, dedi.
 
-Başkan mı, yani İmparator! Beni mi görmek istiyor?
 
-Evet.
 
Panikledim. Hemen aklıma polisle yaptığım konuşmadaki hatam yüzünden
cezalandırılabileceğim geldi. Bu ceza büyük bir ihtimalle ölüm olacaktı. Ancak ölümün hangi türü? Kurşuna mı dizdirecekti, ipin ucunda mı sallandıracaktı, ormandaki vahşi hayvanların önüne mi atacaktı, ya da işkence ederek mi öldürtecekti? Tercihimi bana bırakırsa ne cevap vermeliydim? En az acı verecek olan hangisi? Kurşuna dizilmek olabilir mi?
 
-Ben bir şey yapmadım, benim suçum yok ki Başkan beni çağırsın!
 
-Suçun var mı yok mu onu biz bilemeyiz. Bize seni bir an önce getirmemiz emredildi. Acele et! Bizi de kendini de zorda bırakma.
 
-Tamam. Öyleyse gidelim.
 
-Gidelim de Kargacı, önü açık, terden ıslanmış, pis pis kokan bu gömlekle mi Başkan'ın karşısına çıkacaksın. Bu saygısızlığını görünce niyeti olmasa bile seni cezalandırır. Odana gidelim de önce üzerini değiştir.
 
Birkaç dakika içinde gömleğimi değiştirdim. Pantolonumun duruma da iyi değildi. Ama başka pantolonum olmadığı için mecburen bununla gidecektim.
 
Saray'ın bahçe kapısından içeri girince önce dikkatimi etraftaki güvenlik elemanları ve bahçevan çekti. Binanın içinde de çok sayıda güvenlik elemanı vardı. İsyandan sonra sayıları artırılmış olmalı. Geniş bir koridordan geçip bir odanın kapısı önünde durduk. İmparator burada olmalıydı. Kapıdaki görevli bizi görünce hemen İmparator'a haber verdi.
Fazla bekletilmeden İmparator'un huzuruna alındık. Savunma Bakanı da oradaydı. Korkarak İmparator'un yüzüne baktım. Hayret, kızgın görünmüyordu. Buna rağmen gene de bu adamın ne yapacağı belli olmazdı.
 
-Gel bakalım Kargacı! Bugün olanları Savunma Bakanı bana anlattı. Sen ne yaptın öyle? Senin yaptığın devletimiz açısından çok önemli sonuçlar doğurabilir. Dedi.
 
Kekeleyerek:
 
-Ben bir şey yapmadım efendim. İnanın yapmadım, benim hiç suçum yok. Dilim sürç... Dedim.
 
-Sen devletimize yönelik büyük bir tehlikeyi bertaraf ettin.
 
-Ben mi?
 
-Evet sen! O nedenle seni Demokratik Deliler Devleti'nin milli kahramanı ilan ediyorum.
 
-Beni mi?
 
Diyebildim sessizce...
 
İmparator bana bir madalya taktı. Ayrıca kabzası değerli taşlarla süslü küçük bir tabanca hediye edip, bunun kullanılmasının en kısa sürede bana öğretilmesi için Savunma Bakanına emir verdi. Milli kahraman olmam nedeniyle güvenliğim açısından bu çok önemliymiş...
 
İşte böylece, tarihteki deli milli kahramanlara bir tanesi daha eklenmiş oldu!
 
(Devam edecek...)
 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..