Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ekim '15

 
Kategori
Öykü
 

Demokratik deliler devleti-37 (Son Bölüm)

Demokratik deliler devleti-37 (Son Bölüm)
 

- Ne kadar normal görünmeye çalışırsan, o kadar da delirirsin.
- Ama sen bu söze boş ver! Delirmek, bazen gereklidir.
**
Kapının arkasından sesler geliyor. Bunlar içeride hasta yakınları bulunan kimseler. Merak içindeler ve içeri girmek için sabırsızlanıyorlar. Elleriyle kapıyı yumruklayıp “Açın, açın kapıyı!” diye bağırıyorlar. Arada tekme atanlar da oluyor. Kapının yanında polis olmaması hayret verici. Sadece on beş-yirmi metre ileride bir polis görüyorum.
Neden yaptığımı bilmiyorum, ama yaptım işte! Yayaların girişi olan küçük kapıyı açtım. Belki de kaçmak için...
 
Ben kapıyı açınca dışarıdaki kalabalık hücum etti, kaçmak imkansız. Açılan kapıya öyle bir yüklendiler ki az kalsın duvarla kapı arasına sıkışıp ölecektim. Akın akın bahçeye giriyorlar. Kısa sürede giren sayısı yirmiyi buldu bile. İleride dolaşan polis durumu farkedip arkadaşlarına haber verdi ve kapıya doğru koştu. Kalabalık, kapıyı kapatmaya gelen polisleri de püskürttü ve içeri girmeye devam etti. Birkaç polis daha arkadaşlarına yardıma gelince kapı kapatıldı. Kapatılmasa da olurdu,  zaten dışarıda kalan pek yoktu.
Sayemde bahçede tam bir kaos yaşanıyordu. Hemen oradan uzaklaştım.
Savaş bittikten sonra o gün, güvenlik güçleri kendilerini toparlar toparlamaz ilk önce yaralıları en yakın hastanelere naklettiler. Bunu yaparken bizden/sizden ayrımı asla yapmadılar. Sadece önceliği ağır olan yaralılara verdiler. Daha sonra ölüler kaldırıldı. Sıra esir alınmış olan ve 3D'de kendilerine köle statüsü verilen hastane personeline geldi; bunlar üç otobüsle götürüldüler, yerlerine buradaki işleri yapacak yeni görevliler getirildi. Yurttaşlardan ilâç yokluğu nedeniyle kriz geçirenlerin ve ağır hasta olanların da tedavilerine hemen başlandı.
O gün sadece akşam yemeğini, o da çok geç bir saatte yiyebildik. Günlerdir aç olan yurttaşlara bu yemek adeta can verdi. Yemek, dışarıdan getirtilmişti; yemek firmalarından temin edilmişti; ama sabah kahvaltısı hastanede hazırlandı.
Savaşın ertesi günü.
O günkü gazete manşetleri: Delice savaştılar ama zafer bizim oldu. Delilerin devleti yerle bir edildi. Deli hükümranlığı buraya kadar. Savaş bitti ama çok sayıda can kaybı ve yaralı var. Güvenlik güçleri başarılı bir operasyonla delilere “Dur!” dedi. Deliliğin sonu budur.
Gazetelerin çoğunda benim fotoğrafım da yer aldı. Bir tanesi o kanlı fotoğrafın altına “İşte gözünü kan bürümüş bir deli cani!” yazmıştı. Bu ifade beni gerçekten yaraladı. Bir diğer üzüldüğüm nokta da, bu ve diğer fotoğrafların beni savaşın baş sorumlusu durumuna sokmasıydı. Yani elebaşı benmişim. Nitekim sorgum sırasında bu fotoğraflar sık sık önüme konacaktı.
3D'nin yönetiminde görev alan herkes; yani bakanlar, güvenlik elemanları, Dedikoducu, yargı mensupları ve tabii devletin kasası olan ben sık sık sorguya çağrıldık. Bu tam bir hafta sürdü. Ben soruların hepsine doğru cevaplar verdim. Ama anlattıklarım onları inandırmıyordu. Nasıl 3D'nin para işlerinden sorumlu tutulduğumu, milli kahraman oluşumu, insanların nasıl öldürüldüklerini, hatta tecrit bölümünde yaşadıklarımı; kısacası ne biliyorsam her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattım.
En çok sorguya çekilen bendim. Bunda biraz da gazetelerin benim fotoğrafımı yayımlamalarının rolü bulunuyordu. Para konusunda sorulan sorulara para teslim alırken ve verirken tuttuğum tutanakları göstererek cevap veriyordum. Tutanak tutmayı akıl etmiş olmam takdir ediliyordu ama daha fazla bilgi edinmek amacıyla beni habire sıkıştırıyorlardı. Toplanan para miktarını sordular. Yekunu gene tutanaklarla gösterdim. Rakamın büyüklüğü karşısında şaşırdılar. Şaşkınlıkları geçince bu paranın nerede olduğunu sordular. Ben de “Tahminime göre şehirde bir bankada İmparator adına açılmış olan bir hesaptadır.” dedim ve paraların çuvallarla nasıl götürüldüğünü anlattım. Hemen şehirdeki bütün bankalara telefon edildi, böyle bir hesap olup olmadığı soruldu. Cevap gecikmedi, benim sorgum devam ederken geldi. Bankadan hemen o hesabın bloke edilmesi istendi.
Savaş bittikten yedi gün sonra.
Bugün son defa sorguya alındım. Bu, ya altıncı ya da yedinci sorgulanışım. Bir kez daha önceki söylediklerimi tekrarladım. Gene inandıramadım. Israrla bana “Sakladığın bir şey var!” diyorlardı. Adamlar haksız da sayılmazlardı. Evet söylemediğim, sakladığım bir şey vardı: İmparator'u öldürmüş olmam. Ben bu olay aklıma geldikçe kahroluyordum. Çok pişmandım. Keşke öldürmeseydim. Ben İmparator'u öldürdüğüm ve savaşın bitmesine bu yolla yardımcı olduğum için, başkaları tarafından belki de kahraman bile ilan edilebilirdim. Oysa ben kahramanlık filan istemiyordum. Rastgele sahip olduğum önceki kahramanlık payesinden dolayı çekmediğim sıkıntı kalmamıştı. Bir kahramanlığı daha asla kaldıramazdım. Beni asıl rahatsız eden, İmparator'u öldürdüğüm için kendimi bir katil olarak görmemdi. Kötü olabilir, alçak olabilir, belki de ölümü hak etmiş bile olabilirdi. Ama buna benim değil yargının karar vermesi gerekirdi. Elimi kana bulamam belki de beni yıllarca rahatsız edecek, vicdan azabı çekecektim.
İtiraf beni biraz olsun rahatlatabilirdi. Sorgudaki adamlara:
-Evet, sizden gizlediğim bir şey var. İtiraf etmek istiyorum.
Deyince önce ikisinin de gözleri üzerime dikildi, sonra yüzlerine büyük bir başarı elde etmiş insanların gülümsemesi geldi.
-Söyle! Seni dinliyoruz Kargacı.
-İmparator'u ben öldürdüm.
-Emin misin öldürdüğünden? İyi düşün! Deyip güldüler.
Ben de nasıl öldürdüğümü; camın önünde duruşunu, arkasında iken tabancamı çıkarıp kafasına nasıl nişan aldığımı... Anlattım.
-Şimdiye kadarki anlattıklarının doğruluğundan şüphelenmedik, ama işte bu öldürme hikayen yalan Kargacı! Böyle bir yalana neden ihtiyaç duydun?
-Hayır, yalan söylemiyorum. Tetiği çekmeden önce gözlerimi kapattım. Birkaç saniye sonra da İmparator üzerime düştü. İnanın doğru söylüyorum. Yoksa ben, bir katil olarak anılmayı isteyecek kadar aptal mıyım?
-Elimizde İmparator'un otopsi raporu var. Bugün geldi. Güvenlik güçlerinin silahından çıkan bir kurşunla öldürülmüş. Üstelik arama sırasında el koyduğumuz senin tabancanın şarjöründeki bütün mermiler de duruyordu. Yani o gün, senin silahınla hiç ateş edilmemiş.
-Bana çok büyük bir müjde verdiniz. Günlerdir İmparator'u öldürdüm diye acı çekiyordum. Şimdi öylesine rahatladım ki! Kendimi bir kuş kadar hafif hissediyorum. Teşekkür ederim. Dedim.
Son sorgum bitmişti. Her zamanki gibi tutanağı imzaladıktan sonra gidebileceğimi söylediler.
Az önce anons yapıldı. Yarın öğlene kadar hazırlığımızı tamamlamamız isteniyor. Başka bir hastaneye nakledilecekmişiz. Hazırlık için bize bu kadar çok zaman verildiğine bakıp da çantalara, bavullara dolduracak bir sürü eşyamız var sanılmasın. Benim hazırlayacağım eşya, bir pijama ve bir de gömlekten ibaret.
Hastane savaş sırasında çok fazla tahribata uğramış. Onarımdan geçmesi gerekiyor. İçeride insanlar varken onarma çok zor olacağından böyle bir tedbir düşünmüş olabilirler. Birçok hasta, günlerdir kırık camlı odalarda yatmak zorunda kaldı. Bu yüzden hastalananlar oldu. Hava gündüzleri sıcak ama geceleri soğuk oluyor.
Gece karanlık örtüsünü hastanenin üzerine çekince, ortalık garip bir sessizliğe büründü. Her zamankinin aksine bu gece, bir çıt sesi bile duyulmuyor. Belki de yıllardır kahrımızı çeken hastanemize karşı bir saygı duruşuydu bu sessizlik! Son gecemiz... Yatağa erken girdim. Son gecemizde geçmişte burada yaşadıklarımı düşündüm: İyisi kötüsüyle, güzeli çirkiniyle... Anılarım birbirinin peşi sıra gözlerimin önünden geçerken, uyuyuvermişim.
Sabahleyin herkesten önce uyanıp bahçeye çıktım. Doğru Toprak Baba ve Âşık'ın mezarlarının yanına gittim. Onlarla konuştum, kendilerini çok sevdiğimi söyledim ve vedalaştım. Oradan ayrılırken arkama dönüp onlara defalarca baktım...
Ağaçları, çiçekleri, bahçenin diğer yerlerini, tüm binaları dakikalarca seyrettim. Gördüklerimi belleğime kaydetmek istiyordum; ileride burası aklıma geldiğinde hatırlayabilmek için.
Kuş seslerini dinledim. Kuşların hepsi sanki benim için bir veda şarkısı söyler gibiydiler... Kuşlara el salladım, onlar da kanatlarını çırparak karşılık verdiler.
Öğlen yemeğinden sonra, küçük bir poşetin içine eşyalarımı koyup hastanenin dışında bekleyen çok sayıdaki otobüsten birine binmek için çıkış kapısına doğru yürüdüm. Kapıya gelmeden arkamdan birinin bana seslendiğini duydum. Dönüp baktım, Dedikoducu.
Bekledim, geldi. İlk sözü:
-Kargacı, ben zaten senin bir tavuk bile kesemeyeceğini tahmin ediyordum. Dedi ve daha birçok şey konuştu. Ama bu ilk sözlerinden sonrasını dinlemedim. Bu sözde açıkça söylemese bile İmparator'u benim öldürmediğimi tahmin ettiğini anlatmaya çalışıyordu. Şaşırdım. Adam bu şartlarda bile istihbarat peşindeydi. Takdir etmek de lazım, çünkü bu bilgi sadece dün benimle sorguyu yapanlar tarafından biliniyordu. Dedikoducu bunu nasıl öğrenmişti? İmparator'u bana hatırlattığı için ona belli etmesem de kızmıştım. Hiç konuşmadan yanından ayrıldım. Arkamdan bakakaldığını sanıyorum.
Otobüs hareket etti, seyahat başladı. Nereye? Söyleyen olmadı ki bileyim! Farketmez neresi olduğu. Dışarıya çıkmayalı, görmeyeli yıllar olmuştu. Giderken heyecanla seyrediyordum etrafı. Gökyüzüne baktım, buradaki gök ne kadar büyükmüş; hastanedeki yüksek duvarlarla sınırlanmış gökyüzünden! Her şeyi seyretmek istiyordum, bir şey kaçıracağım diye ödüm kopuyordu. İşte bilinmeyen bir yere doğru böyle gittim.
Masal bitti. Bitti ama masalların sonunda söylenen “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.” sözü yani o meşhur tekerleme buraya yakışmadığı için söylemeyeceğiz. Çünkü bu masalda muradına eren yok ki kerevete çıkılsın!
S O N
Son Söz: Bu roman bir yayınevi tarafından telif ücreti ödenerek basıldığı takdirde, buradan elde edilen gelirin tamamı Psikiyatri Tedavi Merkezlerine bağışlanacaktır.
 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..