Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Nisan '08

 
Kategori
Felsefe
 

Dilimin ucundan dökülenler

Dil. Dil, dil ama insanın beyninin bitmeyen şarkısı düşüncelerine alfabeden ibaret mikrofon dil değil, acısının ekşisinin dert ortağı, tadının tuzunun kâtibi dil; sütten yandığı için yoğurdu titreyerek yalayıp yutan dil; en şerefli göreviyle midesinin neleri kaldırabileceğine ‘işaret parmağı’ dil.

Acaba ömrümüz boyunca acısıyla tatlısıyla ekşisiyle tuzlusuyla yiyemediğimiz haltları kimi zaman yalandan da olsa çoktan sindirmiş gibi görünmek için, çoğu zaman da yediklerimizi yüzümüz kızarmadan inkâr etmek için çoğu zaman ‘b...’ küreği gibi uzattığımız, bazen ise küçücüğünü bile yuttuğumuz dilin dili olsa sahibinin dilinde kalan tadını nasıl tanımlardı?

Dilin dilini anlamak için önce dilin kendisini tanımak gerekir. Kimdir bu dil?

Şimdi, dile getireceğiniz savınız ister bütün ilmî kaideleri mümkün mertebe bünyesinde barındırır karmaşıklıkta, ister sadece akla karayı birbirinden ayırmaya yarar kolaylık ve basitlikte olsun, sonunçta dil insanın ta kendisidir! Evet, dil insandır! Dil insan olunca, insan da dil olmak zorundadır. Hatırımızın gözünden kaçmasın, mevzu bahis dil, ardı arkası sıralanmış harflerin endamının peşinden bakakalarak, güzelliğine yanıp, sevdamızın adını dil taktığımız dil değil, tad dünyamızın üzerine seriverdiğimiz tokluğumuza açlığımız yorganımız dil.

Şimdi, insanın dilinin dile getireceklerine kulak kabartabilmesi için önce kulaklarını tıkayabilmesi, sonra dilinin dile getirdiklerini idrakında resimleştirebilmesi için gözlerini yumabilmesi, daha sonra da böyle duyup, gördüklerine gerekli saygıyı gösterebilmesi, yani dilini sonuna kadar dinleyebilmesi için boş kalan iki eliyle de susmak bilmeyen aklının ağzını tıkayabilmesi gerekir.

Zor! Zor, çünkü dilin dile getirdiklerini anlayabilmek, çoktan kendinden vazgeçmişliği önkoşar; çoktan kendinden vazgeçmişliği önkoşar, çünkü insanın kendi ‘sıfır’ında dili ‘bir’dir. Zorluk da bu olguyu algılayabilme yetisinin akla yatar izahının aslında ne kadar zor bir meşgale olduğu gerçeğinin ardına varabilmekte yatar.

İnsan konuştukça susan dil konuşmaya başladı mı insanın konuşabilmesi, daha da önemlisi düşünebilmesi mümkün değildir. Bunun mümkün olduğunu düşünenler ya kulaklarını iyice tıkayamamış, ya gözlerini adam (ya da kadın) akıllı yumamamış, ya da boş kalan ellerini gerektiği gibi kullanamamış olanlardır. Kimi insan yeterince susup, dinleyip, duydukları üzerine uzun uzadıya anlatanla fikir alışverişinde bulunmaktansa, anlatanın zaten yeni bir şey anlatamayacağı kibirli yalanıyla cahil ruhunu akl-ı idrakın en üst basamaklarında gördüğüne inanır. Böylelerine dil konuşmaz. Böylelerin dilinden dil sessizliğe göç etmiştir. Boşalan yerini biraz göz, biraz kulak, çok da kendini bir şey sanan akıl alır. Böylelerinin dili her telden çalar, ama dili yerinde olanların vicdanını okşayamaz.

Dili tanıyanlar bilir, aleminin ufku dört diyardan ibarettir. Yani konuştu mu sesi dört diyara yayılır, çünkü duydukları da dört diyardan kulaklarına gelenlerdir. Dört diyarın dölünden gebe kalmaya hazır her fenomen gibi dilin de her şeyden önce niyeti tatlıdır. Herkesle ve her şeyle önce tatlı tatlı temas kurmak ister.

İyi de, ‘dilin niyetinin tatlılığı’ da ne demek? Yani dilin niyetinin tatlılığından niyetinin iyiliğine varılabileceğini varsaysak dahi, dilin ‘iyi niyeti’ mi olurmuş?! Evet, hem de bal gibi! Dilin niyetinin ‘iyi’liği, ucunun uzmanlığındadır. Dilin niyeti kötü olsaydı ucuna acı tadı koşardı. Yani ucunun uzmanlığı tatlı değil, acı üzerine olurdu. Oysa dil her şeyden önce değmeğe hazır olduğu herbir şeyin tadının tatlı olup olmadığını bilmek ister. Tabiî, tatlı olmasını umut ederek tattığı birçok tadın hiç de tatlı olmadığının acı, tuzlu ve ekşi tadına da pek kısa zamanda varır. Varır varmasına, ama yine de ‘ilk niyet’inin tadı daima tatlıdır. Yani dilin ileri diyarından, hani şu ‘ucu’ dediğimiz yerden yankılanan sesi her zaman tatlıdır. Bildiği en güzel anlatılar ise dilinin ucundan kurtulamayanlardır. Dil, ucuna takılanları ballandıra ballandıra bir anlatmaya görsün, dinleyenin akl-ı hayalinin ağzının suları akar. Hele hele bir de dilin ileri diyarı ucundan yankılanan sesin kaynağı ‘ilk niyeti’ tatlı bir başka dilin ucuysa, o zaman o anlatı hikâye olur gider. Tattan aşk doğar!

Peki, bu, tatlı tattan başka bir tadın niyetinin iyi olamayacağı, tatlı tattan başka bir tattan aşk doğamayacağı anlamına mı gelir? Hayır, asla! Dil acıya da, tuzluya da, ekşiye de dilinin ucunu yakarak, tuzlayarak, ekşiterek aşık olmasını bilir. Varlığında onlara da yer vardır. Niyeti iyi olanın aşkı herkese ve herşeyedir. ‘Niyeti iyi’de her tat tatlıdır; acısı da, tuzlusu da, ekşisi de. Bu yüzden de niyeti iyi bir dilin geri diyarından yankılanan acılı seste de, sağ yanı diyarından yankılanan tuzlu seste de, sol yanı diyarından yankılanan ekşili seste de balı andıran tatlı bir tat vardır. Yeter ki dil ucunun ilk niyetinin iyiliğini, yani tatlılığını unutmasın. Yeter ki akıl en yakın dostlarından dilinin diline kulaklarını kapamasın.

Gelelim dilin sahibinin, yani alem-i insanın, dilin kendisinde bıraktığı tadın muhtemel tariflerine. Az önce ‘dilin dili olsa sahibinin dilinde kalan tadını nasıl tanımlardı?’ demiştik. Bir bakalım: Dil, sahibinin dilinde bıraktığı tadı ancak ve ancak şu mantığa dayanarak tarif edebilir: ‘sahibim beni hangi tadlara dil uzatmaya ikna edebiliyor ve bu tadların tarifinde nasıl bir ortak yargıya varabiliyoruz?’ Yani ‘dilimi değdirmeye ikna olduğum tadları ben nasıl tanımlıyorum, sahibim, ademe gelin, havvaya damat alem-i insan, nasıl tanımlıyor?’.

Dilin sahibi hakkında vereceği ifadenin nasıl olabileceğinin kökünde bu iç müzâkerenin nasıl noktalandığının sonucu yatmaktadır. Bu iç müzâkerenin sonucu doğrultusunda dil, sahibi hakkında dil dökebilir. ‘Döksün bakalım o zaman’ demeden önce, sözünü ettiğimiz ‘iç müzâkere’nin muhtemel içeriğine bir bakalım: bu iç müzâkerenin strüktürünü ortak bir kesişim kümesine sahip iki daire şeklinde düşünebiliriz. Bu iki daireden hangisinin küçük olduğu veya kesişim kümesinin ne kadar büyük olduğu soruları ikinci dereceden önemlidir. Önemli olan bu iki daireden meydana gelen (kesişim-)kümesel yapının varlık anlamını belirleyen komüniksayonun, ya da ‘alış veriş’in kendisidir. Buna göre bu yapının bünyesinde üç büyük komüniksasyon dalı, yani üç büyük alış veriş merkezi vardır: birinci merkezde aklın, dili ile bağlantılı olarak, kendisiyle komünikasyonu, ikinci merkezde dilin, aklı ile bağlantılı olarak, kendisiyle komünikasyonu, üçüncü merkezde ise aklın ve dilin kendi kendileriyle komünikasyonları sonucu birbirleriyle komünikasyonu gerçekleşmektedir.

Birinci merkeze bir bakalım: Aklın, dili ile bağlantılı olarak, kendisiyle komünikasyonu ne demektir? En basitiyle bu, aklın dili ile hangi dili konuşması gerektiği üzerine kafa yorması demektir. Yani kendi dairesinin sınır çizgisinden dil ile paylaştığı kesişim kümesine geçişinden itibaren kullanacağı dilin şekli ve içeriği üzerine akıl, yani kendini yormasıdır. Yapı itibariyle dilin kendisi de, kendi dairesinde, yani kümesel yapımızın ikinci merkezinde aynısını yapar; yani akıla kendisini nasıl ifade edebileceği sorusuyla başbaşadır. Yani dil de kendi dairesinin sınır çizgisinden akıl ile paylaştığı kesişim kümesine geçişinden itibaren kullanacağı dilin şekli ve içeriği üzerine dilini yorar. Her ne kadar ikisinin uğraşısı da birbiriyle aynıymış gibi görünse de, doğadaki hemen hemen her herşey gibi, bu iki olay da birbirinden çok farklıdır. Ama onca farkın arasında bir tane var ki, özelliği itibariyle diğer bütün farkları gölgesinde bırakmaktadır.

Dil akıl ile bir işçi, olsa olsa kendisinin patronu statüsünde diyalog kurmaya çalışırken, akıl, dil gibi onca işçi, yani onca kendisini kendisinin patronu gören bir fabrikadan sorumlu bir müdürün yetki kapsamıyla çıkmak zorundadır dilinin karşısına. Çünkü dil yalnızca kendinden sorumluyken, akıl, bırakın görünür tutulur vazgeçilmezliklerden miğdeyi, dalağı, böbreği, aynızamanda psikolojisi, ruhu gibi öyle oraya buraya sığmaz, narsist ve aristokrat doğalı sözde patronların da gönlünü hoş tutmak zorunda ki ‘hayat’ denilen devr-i çark, en azından bir ömürlüğüne, daim kalsın. İş böyle olunca dil ile aklın ortak kesişim kümesinde duyulması gereken laf alış verişi de bu kaidelerin çerçevesinde gerçekleşmek zorundadır. Ama biz yine aklın, dili ile bağlantılı olarak, kendisiyle komünikasyon kurduğu birinci merkeze dönüp, aklın düşündüklerine bir kulak verelim: Aklın, dili ile ilgili olarak, kendisiyle komünikasyonunun içeriğinin başlığı ‘tad’ veya ‘tatlar’ olmak zorundadır.

Ancak akılın kendi komünikasyonunun içeriğinin başlığına yakışır gördüğü ‘tad’ veya ‘tatlar’ kelimelerinin anlam boyutu, bu kelimelerin alışılagelmiş kullanım anlamlarını aşmakta. Bu kelimelerin alışılagelmiş kullanım anlamları yalnızca ve yalnızca dilin kendisine mahsustur. Akıl ‘tad’ veya ‘tatlar’ kelimelerini ‘tatlı tatlı’, ‘tadı yerinde’ şeklinde kullanmaktadır. Bu yüzden de dil ile ortak kesişim kümesinde akıl dil ile ‘tatlı tatlı’ ya da ‘tadı yerinde’ bir dille konuşmayı yeğler. Bu, aklın içten pazarlılığının diliyle komünikasyonuna doğrudan uzantısıdır. Dili ‘acıııı!’ diye bağırıp çağaracak da olsa, ona bunun böyle olduğunu ‘tatlı tatlı’ anlatabilmek zorundadır. Çünkü dile ‘acı’ gelen, mikroba bulaşmış miğdeye ‘tatlı’ gelmektedir. Bunun tersi durumda, yani dili ‘hmmm, tatlı!’ diye sevinip duracak da olsa, ona bunun devamlı böyle olamayacağını, yani dilin ‘tatlı’ya ‘acıymış’ gibi davranması gerektiğini de yine ‘tatlı tatlı’ anlatmak zorundadır.

Kısacası dilin, sahibi hakkında söyleyebilecekleri hep tatlıdır. Ama önemli olan aklın diline baskısının sebebi misyonunun neleri kapsadığıdır. Bu misyonun iyiliğinde gizlidir dilin dile getirdiklerinin dürüstlüğü ve inandırıcılığı. Dil yalan bilmez, akıldır tüm yalanların diyarı.

Diline baskısının dozajını doğal dengesinden mahrum eden aklın ‘tadı kaçmış’ demektir. Böyle bir aklın ucundaki dil görünürde ne kadar tatlı konuşsa da, kökünde misyonundan sapmış bir akıl varsa, akıllarda kalacak olan tat her zaman, kelimenin felsefî anlamıyla, ‘acı’dır. Aklın hesabı ‘tatlı tatlı’ya dayanmıyorsa, dil istediği kadar ‘acıııı!’ diye bağırsın, suratını ekşitenler hep başkaları olacaktır. Bu da böyle biline...!
 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..