Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mayıs '08

 
Kategori
Felsefe
 

Doğa ile tin arasına gerilen yepyeni bir köprü: Füzyon-Felsefesi (Fusion-Philosophy)

(Bu köprü sizi de bir başka kendinize ulaştıracaktır.)

(Yazım biraz uzun oldu, özür dilerim, ama bölemedim de. Neden, okuyunca anlayacaksınız.)

Teoremim:

Bilirsiniz, beden ile ruh konusunun bilim dünyasındaki bildik ana başlıkları doğa bilimleri’ ile tinsel bilimleri’dir. (Sosyal bilimler de diyebiliriz.) Yine bilindiği üzere, bu iki bilim kolu yaklaşık beş asırı geçkin bir süredir birbirine yabancı bir dil kullanmaktadır. Yani fiziğin dediğini felsefe, psikolojinin dediğini matematik anlamaz, bu yüzden de kabul etmez olmuştur. Bu çıkmazı bir tür ilmî müsâbakaya dönüştürmesini becermiş akademik dünyanın bazı ileri gelenleri, tinsel bilimlerini köşesine buyur edip ona kadar saydıktan sonra dönüp, doğa bilimlerinin elini havaya kaldırıp galip ilân etmiştir. Beş asır sonra anlıyoruz ki, bu yanlı galibiyet, aslında nitelik olarak insanlığın hiçbir şey kazanmadığı, nicelik olarak da ilmî şirketleşmelerin cebine sağlık bir galibiyetti. Bu gelişmenin önüne geçebilmek, bu ayrı düşmüşleri, yani doğa bilimleriyle tinsel bilimlerini, tekrar barıştırabilmek için çare, sistem, metod üretmekten bilime olan inancı gevremiş birçok ilim adamı sonunda yorgun düşmektedir. Kimse doğa ile tinsel bilimlerine aynı dili konuşturmayı becerememiştir. Son yüzyılın en kıdemli fizikçilerinden biri olan Heisenberg’e göre insanlığı yakın gelecekte tehdit edecek olan en önemli 'yabancılık’, doğunun batıya, ya da kuzey yarıkürenin güney yarıküreye olan sosyo-kültürel yabancılığı değil, doğa bilimleriyle tinsel bilimlerinin birbirine olan yabancılığıdır. Yine bir başka değerli beyin, günümüz filozoflarının en az uyuyanlarından, emekten yorgunluğun rengi morun gözaltına aldığı Zizek’e göre ise insanlığın çözmesi gereken en büyük bilmece, doğa ile tinsel bilimlerinin konuşmaya razı olacağı ortak dilin nasıl olması gerektiği bilmecesidir; kısacası şu 'obje’ ile 'subje’ nin birlikteliklerinin değil, birlikteliklerinin nasıl olacağı sorusudur.

Şimdiye kadarki tüm çabalar sonuç getirmemiş, her iki bilim kolu da varlıklarını birbirlerini ayıran bu "farklılığa" indirgeyerek mutlaklaştırma yolunu seçmişlerdir.

Madem her iki bilim kolunu dillerinin farklılıklarına dayanarak birleştirmek mümkün değil ki şimdiye kadarki çözüm çabalarının ortak çıkış noktası hep bu 'farklılık’ olmuştur. O zaman bu işi bir de ortak yanlarını gözler önüne sererek denemek gerekir. Gerçi bunu yapanlar da oldu. Ama şimdiye kadar bu ‘ortaklık prensibi’nden yola çıkarak iki dili biraraya getirmek isteyenlerin yaptığı bir hata vardı; onlar hep ele aldıkları farklılığın her iki dildeki ortak yanını gözler önüne sermek istemiş, böylece ele aldıkları konuyu parçası olduğu sistemden soyutlayarak araştırmış, araştırmalarının sonuçlarının sistemin genel kurallarına adapte edilemediği acı gerçeğiyle yaşamak zorunda kalmışlardı. Yani ortak noktalar sadece işlenen konuyu kapsayan ortak noktalardı. Tüm tinsel ve doğa bilimlerini kapsayan ortak noktalar değil. Örneğin konuştuğumuz dili, psikolojinin ve filolojinin savlarına adapte edebilmek için ortak bir dil mekanizmasında karar kılınabilmiş, gerçekten de bu mekanizmanın dilin psikolojik ve filolojik kaidelerini bünyesinde barındırabildiği kanıtlanmış, ama gelgelelim bu mekanizmanın, örneğin biyolojik, nörolojik kaideleri hiçe saydığı ortaya çıkmıştır. Yani bu mekanizma, psikoloji ve filolojide tıkır tıkır işlemiş. Ama biyoloji ve nörolojide harekete bile geçememiştir. Dolaysıyla bu cevap doğa ve tinsel bilimlerinin tümünü kapsayan bir çözüm olamamıştır.

Dediğim gibi cevap ‘ortaklık prensibi’nde gizliydi ama yalnızca ele aldığınız fenomenin kapsamına giren ‘ortaklık prensibi’nden değil, tüm doğa ve tinsel bilimlerini kapsayan ‘ortaklık prensibi’nden yola çıkmamız gerekir. Peki tüm doğa ve tinsel bilimlerinin ortak yanı nedir, ne olabilir? Bu sorunun yalnızca tek bir cevabı vardır: ‘zaman’.

Doğa bilimleri ile tinsel bilimlerini heybetli iki kale gibi düşünelim. Koca koca surları, kocaman kocaman kapısı, göğün yüksek derinliklerine uzanan upuzun kuleleri olan iki kale. Şimdi her iki kalenin de kulelerinden etrafa baktığımızı düşünelim. Her iki bilimin ilmî kalesinin nöbetçi kulesinden gözlerinizin önüne seriliveren manzara birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, ‘zaman’ her ikisinin de manzarasını gerçekleriyle doldurabilmek için kullanmak zorunda olduğu yegâne fırçadır. Bu, her iki bilim kolunun tamamında olduğu gibi, örneğin yalnızca tek bir temada, örneğin renk öğretisinde ya da yalnızca tek bir dalda, örneğin molekülerbiyolojide de gizlenen bir gerçektir. Yani sistemin geneline olduğu gibi, bünyesindeki alt fenomenlere de uygulanabilir bir gerçektir. Öyleyse her iki bilim dalını ‘zaman’da biraraya getirmek mümkün olmalıdır. Yani sorunun cevabı, mevzubahis kulelerimizin her ikisinden de doğru zamanda doğru yere bakabilmekte gizlidir.

Bakalım öyleyse. Her iki bilim kolunun nöbetçi kulesinden her iki kaleyi çevreleyen manzaralara bakarken de eylemimizin temeline renk öğretisinin kaidelerini işleyelim. Yani az önce ‘doğru zamanda doğru yere bakabilmek’ dediğimiz zaman ve mekân konusuna doğru isimleri verelim. Mekân her iki bilim kolunun kalelerinin bulunduğu yer, zaman ise renk öğretisinin geçerli olduğu zaman olsun.

Nedir bu renk öğretisi? Hem neden renk öğretisi?

Bilim dünyasında renk öğretisi gibi hem fizik, biyoloji, kimya, hem de felsefe, psikoloji, edebiyat, güzel sanatlar dalını farklı ağırlıkta da olsa meşgul etmiş ve hâlâ da etmekte olan başka bir konu yok gibidir. (Bu bağlamda gelişen teknik imkânların ışığında ‘beyin’in devriminden ve dolaysıyla ‘beyin’in de ‘renk öğretisi’ gibi doğa bilimleri ile tinsel bilimleri arasına gerilecek köprüye hammadde olabilecek özellikte olduğunu belirtmekte yarar var.) Renk öğretisi asırlardır doğa ile tinsel bilimlerinin kesişim kümesi olma özelliğini koruyabilmiştir. Koruyabildiği için de Newton gibi fiziğin saygın elçisiyle, Goethe gibi dünya edebiyatının saygın elçisinin tek bir cümlede yer bulabildikleri ender konulardan birine ilmî zemin olmuştur. Bu konuyla biraz daha yakından ilgilenenler, bu bağlamda mevzubahis isimler listesine doğa ve tinsel bilimlerinin daha nice aydınlarının ekleneceğini bilirler.

Renk öğretisi ışığın özvarlığı renklerin fizyolojik ve psikolojik, yani maddesel ve ‘ruhî’ (bu kelimeyi tırnak içine almamın sebebi şu: kimine göre ruhun maddeyle hiçbir ilgisi yoktur, tamamen nâmaddeseldir, bu yüzden maddeyle ilişkilendirme çabaları sonuçsuz kalmak zorundadır, kimilerine göre ise ruh bir başka maddesel ‘hâl’ ya da ‘evre’dir ve insan bu ‘hâl’i ya da ‘evre’yi kavrayabilmenin yollarını aramalıdır) boyutlarının incelendiği konudur. İşte bu iki boyuta (ışığın ya da renklerin maddesel ve ruhî evrelerine) ortak bir cevap bulma ilmî hedefidir renk öğretisini doğa bilimleriyle tinsel bilimlerine ortak bir dil bulmada çekici kılan.

Nedir renklerin doğa bilimleri ile tinsel bilimlerindeki farklı tanımı? Nedir ve nasıldır az önce sözünü ettiğim maddesel ve ruhî ‘evre’ler? Hadi bu iki evrenin nedirini nasıldırını öğrendik diyelim, öğrendiklerimizle doğa ve tinsel bilimlerine ortak bir dil nasıl oluşturabiliriz?

Doğa bilimlerine göre renkler, ışığın bünyesinde varolan bir fenomendir. Bunun sağlamasını doğa bilimlerinin en seçkin üyelerinden Newton’un nasıl yaptığını biliyorsunuzdur. Bunun için karanlık bir odanın, bir ışık ışınının ve üçgen kesitli bir cam prizmanın yeterli olduğuna da en geç lisede tanık olmuşuzdur. Benim bu bağlamda tekrar dile getirmek istediğim sihirli kelime ‘kırılma’dır. Kırılma mı? Evet! Tayftaki, yani ışık ışınının üçgen kesitli cam prizmadan geçerken kırılması sonucu meydana gelen renkler demetindeki, yani gökkuşağındaki değişik renklere, değişik dalga boylarındaki ışığın değişik miktarda kırılması sebeptir. Bu ne demektir? Bu aslında doğa bilimlerinin diliyle ‘renklerin tanımı’ demektir. Yani bu cümlede kırmızının, turuncunun, sarının, yeşilin, mavinin, ve morun tanımı gizlidir. Burada ayrıca varlığını ışığa borçlu olan gökkuşağının tanımı da gizlidir. Bu cümlede nihayet ışığın da tanımı gizlidir. Kısaca değineyim: doğa bilimleri renkleri, gökkuşağını ve ışığı ‘dalga boyu’ ve ‘kırılım özelliği’ gibi doğruluğu ve bilimsel geçerliliği deneylerle kanıtlanabilir terimlerle tanımlamaktadır. Buna göre örneğin kırmızı, dalga boyu en uzun ışık ve bu özelliğine ters orantılı olarak en az kırılan ışık olduğu için kırmızı, örneğin mor ise dalga boyu en kısa ve en fazla kırıldığı için mordur. Diğer renklerin dalga boyu ve kırılım özelliği bu iki rengin arasındadır ve bunlar bu özelliklerine göre tayftaki yerlerini alır.

Doğa bilimleri bu özellikteki ışıkların, yani renklerin, bu sıralanışı sonucu meydana gelen renk demetine gökkuşağı der. ‘Işığın tanımı’na sonra değineceğim. Şimdi bir de tinsel bilimlerine kulak verelim. Tinsel bilimlerinde renklerin tanımı ‘etki’lerinde gizlidir. Yani tinsel bilimleri renklerin tanımını bunları izleyen temsilcilerinin bünyesinde ve ruhunda neden olduğu etkilerine göre yapar. Yani tinsel bilimleri yaptığı renklerin tanımının bilimsel geçerliliğini, yaptığı gözlemlerin sonucunda vardığı tespitlerin yerindeliğinin kabulünde görmek ister. Buna göre de örnegin kırmızıya ‘canlılığın pırıltısı’, yeşile ‘yaşamın ölü resmi’, sarıya ‘aklın pırıltısı’, maviye ‘ruhun pırıltısı’ der. Tinsel bilimlerinde bu tanımlar, yazarına göre, ne kadar değişik tanımlamalara bürünse de özde aynı kalmaktadır. Bu tanımlamaların ‘ezoterik’le uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığını göreceğiz. Bu tanımlamalar fizikî kabullenmelere ters düşmeyen kanunlardan ileri gidilerek elde edilmiş verilerin objektif etkileri olarak aklımızda kalacaklardır.

Aslında doğa bilimlerinin renklerinin tanımı ile tinsel bilimlerinin renklerinin tanımı arasında hiçbir fark yoktur. Biliyorum, inanılması zor bir iddiada bulunuyorum. Ama iddiamda ne kadar haklı olduğumu göreceksiniz. Hatta iddiamın altını daha belirgin bir şekilde çizmek için her iki dilin gerçeğini tek bir cümlede dile getirmek istiyorum. Doğa bilimlerinde ‘dalga boyu’ ne ise tinsel bilimlerinde de ‘etki’ odur. Yani örneğin doğa bilimlerinin diliyle ‘bir rengin dalga boyu’ ne demekse, tinsel bilimlerinde de ‘bir rengin etkisi’ o demektir. Şimdi gelin, yazımın başında değindiğim sihirli anahtarım ‘zaman’ı bu iki gerçeği birbirinden ayırdığı için farklı gerçeklermiş gibi gösteren kapı’nın kilidine yerleştirip, döndürelim ve kapıyı ardına kadar açalım. Yani bu iki ifadeyi ortak gerçekleri ‘zaman’a indirgeyerek tekrar dile getirelim.

Bana göre ‘dalga boyu’ ile ‘etki’ kelimeleri bir yerde ‘zaman’la eş anlamlıdır. Yani aslında ‘zaman’ın başka kelimelerle dile gelişidir. Ne demek istediğimi açıklayayım. Doğa bilimlerine soralım. Işığın ‘dalga boyu’ ne demektir? Işığın ‘dalga boyu’ demek, ışığın varlığının sırrını fizikî ve matematiksel kuralların diline tercüme edebilmek demektir. Yani ışığın varlığını ölçülebilirliğine indirgemek demektir. Peki ışığın ölçülebilirligi ne demektir? Işığın ölçülebilirliği demek, ölçmeye hazırlandığınız ışığı ister istemez ‘zaman’a teslim etmek demektir. Neden mi? Çünkü herhangi bir şeyin ölçülebilirliğinin özünde her zaman ‘zaman’ yatmaktadır; durmak bilmeyen ‘zaman’ yatmaktadır. Yani doğa bilimlerinin ışığın dalga boyunu ölçebilmesi için ‘zaman’ı tek mutlak ölçek alması gerekir. Çünkü ölçüm ‘zaman’ içinde bir eylemdir. ‘Zaman’ olmadan ölçüm de olmaz. Ölçüm olmadan da ışığın ‘dalga boyunu’ belirleyemez, ‘dalga boyu bu ışık bu renktir, dalga boyu şu ışık şu renktir’ diyemezsiniz. Demek ki ışığın ‘dalga boyu’ demek, bir yerde bu ışığın ‘zaman’la girdiği ilişki demektir. Yani ışığın örneğin kırmızıyı gözlerimiz önüne sererken ‘zaman’la girdiği ilişki, örneğin maviyi gözlerimiz önüne sererken ‘zaman’la girdiği ilişkiden farklıdır.

Burada çok önemli bir noktanın daha açıklığa kavuşturulması gerekir. Zaman ile ışık arasındaki ilişki öyle gelişigüzel bir ilişki değildir. Bu ilişkide bir sistemin, bir düzenin varlığına işaret etmek mümkündür. Bu düzenin ardına ışığın bize görünür bölümündeki tayfı oluşturan renklerin sıralanışına dikkatlice bakarak varmak mümkündür. Bunu yaptığınızda renklerin gökkuşağındaki yerlerinin gelişigüzel zaptedilmiş yerler olmadığını, daha önce de dediğim gibi, mor’dan kırmızı’ya doğru ışıkların dalga boylarının arttığını, dolaysıyla da ters yöne doğru azaldığını görürsünüz. Kısacası ‘zaman’ın değişik dalga boyundaki ışıkları bir düzene soktuğunu ya da değişik dalga boyundaki ışıkların ‘zamanla’ bir düzene kavuştuğunu görürsünüz. Bu ne demektir? Yani ‘zaman’ın ışığın zerresinde dahi görünen eserini nasıl yorumlayabiliriz?

Bana göre ‘zaman’ın ışığın bize görünür bölümündeki zerresi renklerde dahi görünen bu eserine ışığın bize görünür bölümündeki evrimi diyebiliriz. Böyle bir benzetmeye nasıl varabiliyorum? Çok basit: evrimin tanımından. Tabiî ‘evrim’ derken, ilk aklımıza gelen ‘biyolojik’ ya da ‘kimyasal evrim’i değil, ‘kozmolojik evrim’i kastediyorum. Bu bağlamda evrim tüm evrenimizin oluşum aşamaları anlamına gelmektedir. Yani bana göre ışığın bize görünür bölümündeki renklerin böyle sıralanışının nedeni, ışığın kendi ‘evriminin’ etkisinde olduğu ‘kozmolojik evrimin’ kuralları doğrultusunda gerçekleştiğidir. Toparlıyorum: ışığın evriminin basamaklarını kozmolojik evrim belirlemiştir. Yani kozmolojik evrim ışığın evrimine, yani basamak basamak kısa boylu dalgasından uzun boylu dalgasına, yani bize görünür bölümünde sırasıyla mor, mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kırmızı renklerine kavuşmasına sebep olmuştur. Bunun ne kadar kısa ya da ne kadar uzun ‘zaman’da gerçekleştiği konumuz gereği o kadar önemli bir soru değildir. Bu, sanisenin bilmem kaçta kaçında da gerçekleşmiş olabilir, daha uzun bir sürede de. Ama mor’dan kırmızı’ya doğru ilerlediğinizde uzayan dalga boyuyla bu renkleri ölçebilmek için geçmesi gereken süreç de, yani ‘zaman’da büyüyorsa, o zaman bu aynı zamanda evrimin bu gerçekleri meydana getirebilmesi için ihtiyaç duyduğu zamanın da artması gerektiği anlamına gelmelidir. Yani doğa bilimleri bir ışığı ölçebilmek için dalga boyu uzadıkça daha fazla zamana ihtiyaç duyuyorsa, o zaman evrimin bu ışığı meydana getirebilmesi için harcadığı zamanın da artması gerekir. Bu yüzden ‘ışığın evrimi’nden söz edilebileceğini iddia ediyorum.

Şimdi tinsel bilimlerine soralım: ışığın, daha doğrusu renklerin ‘etkisi’ ne demektir? Renklerin ‘etkisi’ demek, renklerin varlığının sırrını duygu ve hislerimizin, yani genel anlamıyla algılama yetimizin diline tercüme edebilmek demektir. Yani renklerin varlığını bizdeki etkisine indirgemektir. Peki renklerin bizdeki etkisi ne demektir? Renklerin bizdeki etkisi demek, etkisini dile getirmeyi düşündüğümüz renkleri, aynı doğa bilimlerinde de olduğu gibi ‘zaman’a teslim etmek demektir. Çünkü herhangi bir şeyin etkisini dile getirebilmenin özünde ‘gözlem’ yatmaktadır. Yani herhangi bir şeyin etkisinden söz edebilmeniz için o herhangi bir şeyi yeterince ‘gözlemlemiş’ olmanız gerekir. ‘Gözlem’ de ‘zaman’da bir eylemdir. Demek ki herhangi bir şeyin gözlemlenebilirliğinin özünde ‘zaman’ yatmaktadır. Aynı herhangi bir şeyin ölçülebilirliginin özünde ‘zaman’ yatıyor olduğu gibi. Yani tinsel bilimleri de, aynı doğa bilimleri gibi, renklerin etkisini dile getirirken ‘zaman’ı tek mutlak ölçek alması gerekir. Yani yeterince gözlemlemeden renklerin etkisini dile getiremez, dolaysıyla da ‘bu rengin etkisi budur, şu rengin etkisi şudur’ diyemez. Öyleyse renklerin ‘etkisi’ demek, renklerin bir yerde ‘zaman’la girdiği ilişki demektir. Üzerine parmak basmak istediğim paralelitenin farkına varmamak mümkün değil. Yani örneğin kırmızı’nın bizdeki etkisinin, örneğin mavi’nin bizdeki etkisinden farklı oluşunun nedeni, her ikisinin de ‘zaman’la girdiği ilişkinin farklı oluşudur.

Şimdi bir de renklerin etkisi ile zaman arasındaki ilişkiye bir göz atalım. Bakalım bu ilişki doğa bilimlerinde olduğunun tersine, gelişigüzel mi, yoksa burada da bir sistemden, düzenden bahsedilebilir mi? Kesinlikle evet!

Bu düzenin ardına ışığın bize görünür bölümündeki tayfı oluşturan renklerin sıralanaşına doğru orantılı olarak değişen etkisine bakarak varmak mümkündür. Bunu yaptığımızda mordan kırmızıya doğru bir ‘etki düzeni’nden söz etmenin mümkün olduğunu görürüz. Bu ‘etki düzeni’nden bahsedeyim: doğa bilimlerinin diliyle konuşurken ışığın mordan kırmızıya doğru ilerlediğimizde dalga boyunun da uzadığını söylemiştim. Tinsel bilimlerinin diliyle konuştuğumuzda ise ışığın bize görünür bölümündeki tayfı bezeyen renklerin bizdeki gözlemlenir etkisinin ‘canlılığının’ mordan kırmızıya doğru ilerlediğimizde düzenli olarak arttığını, büyüdüğünü görürüz. Renklerin bizdeki etkisinin ‘canlılığı’ da ne demek mi? Bu sorunun en yerinde cevabını bize tinsel bilimlerinin diliyle dile gelen renklerin kendisi verebilir. O hâlde soralım: tinsel bilimleri, mordan kırmızıya, renkleri nasıl tanımlıyor? Kısaca anlatayım. Tinsel bilimleri bünyesinde renklerin tanımı, içinde bulunduğu temasal bağlama göre kimi zaman çok dar, kimi zaman ise oldukça geniş bir temayı kapsamaktadır. Buna göre örneğin bir rengin ‘anlamı’ndan, ‘etkisi’nden ya da ‘final etkisinden’ söz etmek mümkündür. Ancak bize bir rengin bütün bunları bünyesinde barındırabilecek, deyim yerindeyse, ‘final tanımı’ lâzım. Bu bağlamda felsefeye çok şükür her rengin böyle bir tanımı var.

Şimdi bazılarını az önce de dile geitrdiğim renklerin felsefî tanımına tekrar bir göz atalım: mor ‘ruhun doğruluşunun pırıltısıdır’, mavi ‘ruhun pırıltısıdır’, yeşil ‘yaşamın ölü resmidir’, sarı ‘aklın pırıltısıdır’, turuncu ‘ruhun yaşayan, canlı resmidir’, kırmızı ‘canlılığın pırıltısıdır’. Bu tanımları da kısaca bir açayım. Tinsel bilimleri temsilcisi felsefe, diliyle bir rengin ‘final tanımı’nı yaparken, bu tanımın en az üç ana faktörden oluşan kesişim kümesinin içinde yer alması gerektiği ilkesinden yola çıkmaktadır. Nedir bu üç ana faktör? Buna göre bir rengin ‘final tanımı’ hem rengin kendi tabiatını, hem insanın tabiatını, hem de birbirini etkileyen renk ve insan arasında oluşan etkisel ilişkinin tabiatını dile getirebilmelidir. Peki ‘sarı, aklın pırıltısdır’ gibi bir cümlede rengin kendi tabiatı, insanın tabiatı ve bu ikisinin arasındaki ilişkinin tabiatı nasıl dile gelmektedir?

Tinsel bilimleri bünyesinde bir rengin kendi tabiatının, yani karakterinin, nasıl tanımlanması gerektiği sorusuyla, kendi varlığını sürdürdüğü dünyasına oksijen olmuş renkleri her an soluduğu için, en çok güzel sanatlar, daha doğrusu resim sanatı ilgilenmiştir. Doğamızın kendisini tüm muhteşemliğiyle gözlerimiz önüne serebilmesine arabuluculuk yapan renkleri resim sanatından daha sistematik bir şekilde gözlemlemiş, incelemiş, doğasını birebir kopya edebilmenin yolları üzerine binbir teknik geliştirebilmiş başka bir dal yoktur. Bunun böyle olduğunu, örneğin Raffaello’nun, Rubens’in ya da Dürer’in eserlerini nasıl tuvale geçtiği konusuyla ilgilenmiş olanlar bilir. Hepsi birer ‘renkler bilgini’dir. Şimdi resim sanatının diliyle sarının tabiatını dile getirmek istediğinizde şu ifadeye rastlarsınız: sarı tabiatı itibariyle koyudan açığa doğru yayılmak, ışımak ister; sarıyı belli bir sınırın içine hapsetmeye kalkışmak demek, tabiatının varlığını ortadan kaldırmaya çalışmak demektir. Resim sanatının diliyle sarının tabiatının tanımı budur. Diğer renklerin tabiatının tanımını geçiyorum.

Şimdi insanın tabiatına bir göz atalım. İnsanın tabiatı tabiatını nasıl düşünebildiği ya da düşündüğüdür. Yani insanın tabiatı her çesidiyle ‘aklı’dır. Aklın çesitlerine daha fazla değinmeyeceğim. Hepimiz örneğin bir acıyı metabolik aklımızla algıladığımızı, örneğin bu acıyı psikolojik aklımızla algılama yetimizin başka boyutlarına taşıyabildiğimizi ya da rasyonel aklımızla bu acıyı yorumlayıp, analiz edebildiğimizi biliriz. Evet, insanın tabiatı her zaman ‘aklı’dır.

Şimdi de sarı ile insan arasındaki etkisel ilişkinin tabiatına bir bakalım. İki tabiatın birbiriyle etkisel bir ilişkiye girmesi demek, doğal olarak bu iki tabiatın bir nev’i ‘tabiat alış verişi’nde bulunması demektir. Dolaysıyla sarıyla ilişkiye giren insanın sarının tabiatının kendi tabiatının hangi gerçeğine hitap ettiğini gözlemleyebilmesi bu alış verişin sonucudur. Bunu yapan insan sarının tabiatında aklının tabiatını görür. Kendi aklının da aslında, aynı sarı gibi, yayılmak, ışımak istediğini gözlemleri sonucu öğrenebildiği için aklına sarı rengini yakıştırır, sarıda aklını görür ve bu yüzden ‘sarı, aklın pırıltısıdır’ der. Evet, tinsel bilimleri temsilcisi felsefenin dilini kullanarak bu yolla her rengin ‘final tanımı’nı yapmıştır. Diğer renklerin final tanımlarının açılımını yapmayacağım.

Evet, az önce ışığın bize görünür bölümündeki tayfı oluşturan renklerin sıralanışına baktığımızda bir düzenin ardına varabileceğimizi, bunu yaptığımızda mordan kırmızıya doğru bir etki düzeninden söz etmenin mümkün olduğunu, yani mordan kırmızıya doğru ilerlediğinizde ışığın bize görünür bölümündeki tayfı bezeyen renklerin bizdeki gözlemlenir etkisinin ‘canlılığının’ düzenli olarak arttığını, bu canlılığın renklerin tinsel bilimlerindeki tanımında gizli olduğunu söylemiştim. Renklerin tinsel bilimlerindeki tanımına nasıl kavuştuğunu da gösterdim. Şimdi gelelim ‘renklerin etkisinin canlılığı’ konusuna.

Tinsel bilimlerin renk tanımına göre renklerin bizdeki etkisinin canlılığı mordan kırmızıya doğru ‘ruh’, ‘akıl’, ‘yaşam’ ve ‘can’ şeklinde artmaktadır. Şimdi tinsel bilimlerindeki renklerin tanımına tekrar bir göz atalım ve dediklerimin sağlamasını yapalım: mavi ‘ruhun pırıltısıdır’, yeşil ‘yaşamın ölü resmidir’, sarı ‘aklın pırıltısıdır’, turuncu ‘ruhun yaşayan, canlı resmidir’, kırmızı ‘canlılığın pırıltısıdır’. Renklerin bizdeki etkisinin canlılığının düzenli olarak arttığını görebiliyorsunuz. Yani tinsel bilimlerinde de bu bağlamda, aynı doğa bilimlerinde olduğu gibi, bir düzenden söz etmek mümkündür. Doğa bilimlerinde renklerin nasıl dalga boyu mordan kırmızıya doğru uzuyor ise, tinsel bilimlerinde de renklerin bizdeki etkisinin canlılığı mordan kırmızıya doğru artıyor. Bunu nasıl yorumlayabiliriz?

Şimdi şu bilgiyi de bildiklerimizin listesine ekleyelim: Tinsel bilimleri renklerin tanımını yaparken kullandığı ‘ruh’, ‘akıl’, ‘yaşam’ ve ‘can’ kelimelerinin anlamlarını bildik güncel anlamlarının dışına taşımıştır. Öyle ya, bu kelimeleri sadece insanın tabiatında izlenir fenomenler olarak değil, insanın da bir parçası olduğu doğada, evren’de izlenebilir fenomenler olarak dile getirebilmemiz gerekir. Buna göre ruh ‘nâ-maddesel hâl’, akıl ‘maddeyi organizasyona dürten kuvvet’, yaşam ‘maddenin belli bir yığılım aşamasına ulaşmış hâli’, can ise ‘yaşamın belli bir evrim aşamasını geride bırkamış hâli’ anlamında kullanmayı öneriyorum.

Şimdi tekrar sorumuza dönelim: tinsel bilimlerinin renklerin bizdeki gözlemlenir etkisinin canlılığının mordan kırmızıya doğru arttığını dile getirmesini nasıl yorumlayabiliriz? Bana göre bunu, aynı doğa bilimlerinde de olduğu gibi, ‘zaman’ın ışığın zerresinde dahi görünen eserinin devamı, bir başka deyişle ışığın bize görünür bölümündeki evriminin ışığın dalga boyundan etkisine doğru orantılı uzantısı olarak yorumlayabiliriz. Yani doğa bilimlerinin kendi dilinde renklerin varlığını ‘dalga boyu’na indirgemesine sebep ne ise, tinsel bilimlerinin kendi dilinde de renklerin varlığını bizde gözlemlenir ‘etki’sine indirgemesine sebep o’dur: ‘zaman’. Yani ‘zaman’ın ışıktaki görülür düzenin yalnızca fizikî değil, felsefî boyutu da vardır. Yani ışık ‘zaman’ın himâyesinde yalnızca fizikî değil, felsefî evrimine de ulaşmıştır. Yani ‘zaman’ ışığın tek gerçeğini fizikî olduğu kadar felsefî dille de dile getirmektedir ve bunlar birbirini tamalamaktadır. Yani ‘zaman’, bizim yaptığımız gibi, doğanın gerçeklerini ‘doğa ve tinsel bilimlerinin gerçekleri’, yani ‘obje ve subje’ diye ikiye ayırmamıştır. İnanılması zor dediğim iddiamı tekrar hatırlayalım: doğa bilimlerinde ‘dalga boyu’ ne demek ise, tinsel bilimlerinde de ‘etki’ o demektir; ‘dalga boyu’ ile ‘etki’ kelimeleri ‘zaman’la eş anlamlıdır, yani bu ikisinin aslında ‘zaman’ın başka kelimelerle dile gelişidir demiştim. Şimdi ekliyorum: ‘dalga boyu’ ve ‘etki’ kelimeleri ışığın basamak basamak evrimine dolaysıyla bizim onu inceleyebildiğimiz, üzerine kafa yorabildiğimiz varlığına yetiştiği ‘zaman ekseninin’ tek gerçeğinden koparılmış bir bütün gerçeğin parça gerçekcikleridir. Ne doğa bilimleri, ne de tinsel bilimleri tanımlarıyla kendi dillerinin gerçeklerini dile getirmektedirler. Her iki bilim dalı da ‘zaman’ın gerçeğinin bir parçasının dile geldiği dili konuşmanın yoluna varabilimişlerdir. Bu parça gerçekciklerden herhangi birini kabul etmemek demek, kabul ettiğiniz diğer parça gerçekcikle, onun parçası olduğu tek büyük gerçeği kabul etmemek demektir.

Şimdi gelelim renkler âlemindeki bu büyük ilmî operasyonumuzun son adımına, yani doğa ve tinsel bilimlerinin ayrı düşmüş iki dilini bire indirgemeye. Yani bu iki dilin arasına gerilmiş köprüyü ortadan ikiye bölen kapıyı sihirli anahtarımız ‘zaman’ ile açtıktan sonra her ikisini tek bir dilde buluşturmaya. Yani her iki bilim dalının ilmî kalesinin nöbetçi kulesinin arasına gökkuşağından köprüyü germeye. Yani bu dilin geçerliliğinin mantıklı açılımı her ikisine de yabancı bir cümleyle meydan okumaya: ‘kırmızı, dalga boyu en uzun ışık olduğu için canlılığın pırıltısıdır’.

İlk başta ne kadar ‘kudur’salar da ‘zaman’la bu cümlenin geçerliliğini kabul edeceklerdir. Biz artık kuduranlara çare kuduz aşımızın hangi malzemeleri içerdiğini gördük. Doğa bilimleri ile tinsel bilimlerinin ayrı düşmüş iki dilini bir cümlede dile getirebildik. Yani ikisine de tek bir dili konuşturabildik. Ama bu daha yapacağımız ilmî yolculuğumuzun ilk durağı. Bir düşünce dinlenip, yolumuza devam edelim.

Evet, gelin doğa bilimleri ile tinsel bilimlerinin birbirine yabancı iki dilinin tek bir dile kaynaşması sonucu değişen(ler)e kısaca bir göz atalım.

Tabiî ki ilk olarak dilin kendisi değişmiştir. Bir dilin biçimsel değil, içerik anlamında değişmesi demek, bu dille dile gelen gerçeklerin değişmesi demektir. Yeni bir dille dile gelen gerçeğin ya da gerçeklerin değişmesi demek, bu ‘yeni dil’i konuşanın gerçeklerinin de değişmesi demektir. Şimdi sıra bu yeni gerçeği dile getirmeye geldi. Nedir bu yeni dille dile gelen yeni gerçek?

Şudur: artık subje ile obje bu dilde kucaklaşmıştır. Yani objketif verilerin gerçeklik hakkı ne ise, subjketif verilerin gerçeklik hakkı da odur. Peki, bu her subjektif veri için geçerli midir? Hayır! Sadece subjektifliğinin doğallığının objektif olmak zorunda olduğu kanıtlanmış veriler için geçerlidir. Bu önşartı yerine getiremeyen her subjektif verinin yalan olduğu bir gün kanıtlanacaktır. Tabiî bu, objektif olduğu iddia edilen veriler için de geçerlidir.

Evet, subje ile obje’nin bu kucaklaşması, gerçeklerimizde gerçeğin bütününün dile geldiğini iddia edebilmemiz için aşmamız gereken ilk insancıl engeldir. İnsancıl diyorum çünkü bu ayrılığın yaratıcısı, doğa ve tinsel bilimlerinin yaratıcısı olarak yine kendimizizdir.

Sıra geldi ikinci değişikliğe, yani ‘ışığın dili’ne. Bu bölümde, değişen dille değişen gerçeklerimiz sonucu değişen kendimize bir göz atacağız. Yani kendimizi yeniden tanımlayacağız. Kendimizi ‘şimdi neyiz?’ sorusunun cevabına vereceğiz. Değişen dilin beraberinde hangi yeni gerçeği getirdiğini gördük. Artık gerçeğimizin kapsamına önceleri subjektif diyerek bilimsel geçerliliğini kabul etmediğimiz bazı yargıların da girebildiğini gösterdik. Şimdi böyle bir değişikliğin bizdeki izlerinin peşine düşelim. İzine düştüğümüzü, yani yeni kendimizi, yakaladığımız an da kendimizi de yeniden tanımlamış oluruz. Çünkü en doğru tanım, tanımlamak istediğinizi net bir şekilde görerek yaptığınız tanımdır. Demek ki kendimizi doğru bir şekilde tanımlayabilmemiz için, kendi izimizi sürebilmemiz gerekir. Yani kendimizin tanımına geçmeden kendimizi bulduğumuzun kanıtını verebilmemiz gerekir.

Değişen kendimizin izini doğru bir şekilde takip edebilmemiz için ilk önce bu değişimden önceki kendimizin doğru tanımını yapmamız gerekir. Yani daha önce neydik ve şimdi neyiz? Şimdi, değişmeden önceki kendimizin en doğru tanımını henüz değişmemiş gerçeklerimizin listesinde aramamız gerekir. Yani gerçeklerimiz ne ise biz de oyuzdur. Yani gerçeklerimizdiriz. Peki değişmeden önceki kendimizin henüz değişmemiş en önemli gerçeği nedir? Bu soruya binbir cevap vermek mümkündür. Ama bence bu sorunun en önemli iki cevabı yaşadığımız ile ölecek olduğumuz gerçeğidir. Bu iki gerçeği tek bir kelimede birleştirmek istediğimizde ise imdadımıza ‘varlık’ kelimesinin yetiştiğini biliriz. Demek ki değişmeden önceki kendimizin henüz değişmemiş en önemli gerçeği, yaşamımızın gerçeğini dile getirdiğimiz ‘varlık’ kelimesidir. Yani ‘varlığımız’ ne ise, biz de oyuzdur. Yani varlığımızdırız. Değişen diliyle değişen gerçekleri sonucu değişen insanın izini değişen ‘varlık’ gerçeklerinin peşine düşerek sürebilirsiniz. Çünkü değişen diliyle değişen gerçekleri sonucu değişen insanın ‘varlık’ gerçekleri değişmiştir. Yapmamız gereken, kendi yeni tanımımızı değişmiş ‘varlık’ gerçeklerimizin listesinde aramaktır.

Peki değişen dil ile değişen gerçek, ‘varlığımızın’ gerçeklerini, dolaysıyla da bizi değiştirecek hangi yeni gerçekleri gözler önüne sermektedir? Yani değişmiş ‘varlık’ gerçeklerimizin listesinde neler yazmaktadır? Bir bakalım.

Önce böyle ilerlemekteki amacımı söyleyeyim. Amacım, bu listede yazılı duranlarla bu listeye bakanı kaynaştırmaktır. Sizleri ikinci yeni dilimin, yani ‘ışığın dili’nin konuşulduğu dünya’ya doğurmaktır. Şimdi, bir önceki ‘dil’ime neden ‘renklerin dili’ dediğimi anladığınızı ama bu dile neden ‘ışığın dili’ dediğimi anlamadığınızı düşünüyorsunuz değil mi?

Aslında çok basit. İlmî filmimizin ilk bölümünde nasıl renklerin âlemini izlediysek, ikinci bölümde de ışığın âlemini izleyeceğiz. Yani değişen gerçeklerimizi bu sefer renklerin gerçekleriyle değil, ışığın gerçekleriyle kaynaştıracağız. Nasıl mı? Hayatımızın gerçeklerinin değişim prosesiyle ışığın hem oluşum, hem de oluşumu içersindeki değişim prosesi arasındaki paralelitenin altını çizerek. Hatırlayalım: ilk bölümümüzde renklerin dalga boylarının oluşum prosesi ile renklerin bizdeki etkisinin ‘canlılığının’ oluşum prosesi arasındaki paralelitenin altını çizerek konuştuğumuz dilin bünyesinde hem doğa hem de tinsel bilimlerinin gerçeklerini barındırdığını göstermiş, subje ile objeyi tek bir gerçekte yeniden buluşturmuştuk. Şimdi ise değişen diliyle değişen gerçekleri sonucu değişen insanın yeni tanımını yapabilmek için bir adım ileri gidip, renklerin değil, ışığın tamamının dile geldiği ‘ışığın dili’ni konuşabilmemiz gerektiğini söylemek istiyorum. Nasıl ilk bölümde renklerin dilini konuşabilmek için renklerin gerçeklerini konuşabilmemiz gerektiyse, bu bölümde de ışığın dilini konuşabilmek için ışığın gerçeklerini konuşabilmemiz gerekir diyorum.

Bana göre doğa ile tinsel bilimlerinin ortak gerçeği nasıl renklerde gizli idiyse, bu ortak gerçeği dile getiren yeni dilin dile getirdiği yeni gerçeklerine inanışı sonucu değişen yeni insanın tanımı da renkleri bünyesinde barındıran ‘ışık’ta gizlidir. Yani değişen diliyle değişen gerçekleri sonucu değişen insanın yeni tanımının da ışığın gerçeklerinin dile geldiği ‘ışığın dili’nde yapılabileceğine inanıyorum. Birinde renklerin diliyle birbirine yabancı iki dili, diğerinde de ışığın diliyle birbirine yabancı iki insanı kaynaştırıyoruz. Yani ilk bölümde ışığın bize görünür bölgesindeki renklerinin dalga boylarının oluşum prosesi ile bu renklerin bizdeki görünür etkisinin ‘canlılığının’ oluşum prosesi arasındaki paraleliteyi renklerin ve şimdiye kadar inandığımız varlığımızın dünyasından koparıp, bir sonraki evreye, yani bu prosesin, aynı ışıkta da olduğu gibi, gözlerimizle göremediğimiz bölgelerine taşıyorum. Ne demek istiyorum? Demek istediğim, insanın yeni tanımının gerçeğinin ışığın bize görünür bölgesindeki renklerinin gerçeğinden ışığın bize görünmeyen bölgelerine, yani ışığın kendisine taştığıdır. Yani ‘kırmızı, dalga boyu en uzun ışık olduğu için canlılığın pırıltısıdır’ ifadesini bir sonraki evreye taşıyorum. Bu tanımın en az bir evre sonra neyi dile getirdiğine daha sonra tekrar döneceğim. Şimdi bu noktada değişen gerçeklerimizden söz etmeden önce ‘ışığın dili’nden ve ‘ışığın gerçekleri’nden söz etmeliyiz. Yani ışığın bize görünmeyen bölgesindeki gerçeklerine de bir göz atmalıyız.

Bu bağlamda örneğin çok uzun dalga boylu radyo dalgaları ile çok kısa dalga boylu gamma ışınlarından bahsetmeliyiz. İşte bunlar ışığın bünyesinde barındırdığı ama gözlerimizle göremediğimiz, yalnızca teknik cihazların yardımıyla varlıklarını kanıtlayabildiğimiz bölgelerinin gerçekleridir. Bunlara daha ‘kızıl ötesi’ ya da ‘enfraruj’ diye tanımladığımız, ayrıca ‘mor ötesi’ ya da ‘ultraviyole’ dediğimiz, hatta ‘röntgen ışınları’ ve ‘kozmik ışınlar’ dediğimiz gerçekleri de ekleyebiliriz. Ancak ışığın gerçeklerinin bunlarla sınırlı olduğunu da iddia edemeyiz. Çünkü gerçeğinin tamamını, bazı kafalar aksini iddia etse de, bilmiyoruz.

Demek ki ‘ışığın dili’ ‘renklerin dili’ni aşmakta. Yani ışığın diliyle dile gelen gerçekler, renklerin diliyle dile gelen gerçekleri aşmakta. Değişen diliyle gerçekleri değiştiği için kendi de değişen insanın dile getireceği gerçekler de bir önceki dilinin gerçeklerini aşmak zorunda, yoksa bir değişimin ya da bir gelişimin olduğunu gösteremezsiniz. Bu konuya birazdan açıklık getireceğim. Ama biz tekrar ışığımıza geri dönelim.

Şimdi, ışığın kendi diliyle dile gelen ve renklerin diliyle dile gelen gerçeği aşan en önemli gerçek nedir? Bir bakalım. Işığın kendi diliyle dile getirdiği ve renklerin diliyle dile gelen gerçeği aşan en önemli gerçek, ışığın varlığının gerçeklerinin renklerin varlığının gerçeklerinden farklı olduğudur. Nedir bu fark? Anlatayım. Renklerin ömrü ışığın ömrü içinde bir ömürdür. Yani ışığın ömrü renklerin ömründen daha büyüktür. Ama bu, biri olmadan diğerinin de olabileceği anlamına gelmesin. Burada demek istediğim, renklerin ışığın bütün ömrünün bünyesinde bir parça ömür olduğudur. Demek ki ışığın kendi diliyle dile getirdiği ve renklerin diliyle dile gelen gerçeği aşan en önemli gerçek ışığın ömrünün renklerin ömrünün dışına taşan bir boyutunun da olduğudur. Bu ne demek? Bu, ışığın ömrünün bizim göremediğimiz başka boyutunun ya da boyutlarının da olduğudur. Üstelik bunlardan haberdarız da. Hatta bazılarını teknolojik gözümüzle görebildiğmizi de söyledik. Aslında ışığın bize görünmeyen boyutunun bizdeki etkisi üzerine de, örneğin hastanelerdeki röntgen çekimlerini ve diğer bazı teknolojik edinimlerimizi aşan, araştırmalar yapılmalıdır. Ama bu bambaşka bir konu. Neyse. Şimdi ilk bölümümüzde ulaştığımız gerçeklerimize inanarak şöyle bir adıma kalkışalım: ışığın bize görünür bölgesindeki renklerinin varlıklarını gösterebildiği büyüklük, yani ışığın tamamındaki pay, renklerin bizdeki görünür etkisinin canlılığının bize görünür bölgesindeki varlığı hayatımızdır, yaşamımızdır diyelim. Bu ifadenin bilimsel geçerliliğinin ilk bölümümüzde yeterince altını çizmistik. Hatırlarsanız bu gerçeğe doğa ile tinsel bilimlerinin dillerini kaynaştırarak elde ettiğimiz yeni dille vardık. Bu yeni dilin, bu dili konuşan insanı yenileyeceğini de söyledik. Bu yeni insanın tanımını yapmak istediğimizi de. Bu yeni insanın tanımını yapabilmek için artık renklerin dilini değil, ışığın dilini konuşabilmemiz, ışığın diliyle gelen gerçeği anlayabilmemiz gerektiğini de. Şimdi de değişen dilimize henüz bir düşünce uzaktaki şimdiki gerçeğimizin renklerle bir önceki gerçeğimizi paylaştığımız için onların bir sonraki gerçeğinin dile geldiği ışığın dilinin gerçeğiyle arasında kökü bu bir önceki gerçeğe dayanan bir paralelitenin olduğunu söylüyorum. Böylece insanın en önemli eski gerçeği doğumu ve ölümünü de değişen dilin yeni gerçeğine tercüme etmemiz gerekir diyorum. Peki nedir insanın en önemli eski gerçeğinin değişen dilin yeni gerçeğine tercüme edilmiş hâli?

İşte bu hâlin tercümesini yapabilmek için ışığın dilini konuşabilmeliyiz. Işığın dilini ve gerçeğini öğrendik. Öyleyse böyle bir tercümeye kalkışalım, bakalım nasıl bir sonuca varacağız. ‘Canlılığımızın, onun bize görünür bölgesindeki varlığı hayatımızı aşan bir varlık boyutu da vardır’. Bu, yeni insanın yeni gerçeğinin tanımıdır. Peki bu yeni gerçeğe inanan insanın yeni tanımı nedir? ‘Varlığı doğumu ile ölümü arasındaki hayatından taşandır’. Yani ilk bölümde renk olan insan şimdi ışık olmuştur. Varlığının tanımına bir boyut eklenmiştir. Yani canlılığın etkisi renklerin bittiği yerde bitmiyor. Bir başka deyişle can, kırmızının bittiği yerde bitmiyor. Ama altını çizerek ekliyor, ısrarla tekrarlıyorum: burada kullandığım ‘can’ kelimesini (ilmen) disiplinlerüstü bir terim olarak algılıyorum. Yani mevzu bahis terimin tanımı tanıdığımız şekilleriyle sona ermemiş, dolaysıyla henüz mutlaklaşamamıştır.

Gelelim son değişikliğe, yani ‘doğa’nın diline. Artık bu üçüncü bölümde de değişen diliyle değişen gerçeği sonucu değişen insanı, sonunda kendi de değiştiği için, değişen doğasıyla kaynaştırmayı düşünüyorum. Kısacası bu bölümde, ilk bölümde renk, ikinci bölümde de ışık olan insanın kendisi gibi ışığın da varlığını bünyesinde sürdürdüğü doğası olduğunu göstermeye çalışacağım. Ama insanın doğası olduğunu göstermeden önce bu doğanın doğru tanımını yapabilmemiz gerekir.

Nedir değişen diliyle değişen gerçeği sonucu değişen insanın değişen doğasının yeni tanımı? Zor iş! Hem de çok zor iş! Yine de bir deneyelim. Şimdi, bunu yapabilmek için doğanın dilini konuşabildiğimizi söyleyebilmeliyiz. Ama doğanın dilinin bütününü ve doğanın diliyle dile gelen gerçeğin tamamını bu aşamada anlamamız, dolaysıyla da konuşabilmemiz imkânsız. Neden? Çünkü bunu yapabilmemiz için varlığımızın büyüklüğünün doğanın varlığının büyüklüğü kadar büyük olduğunu kanıtlayabilmemiz gerekir. Bu da varlığımızın ömrünün doğanın varlığının içinde bir ömür değil, doğa gibi kendi başına bir ömür olduğunu iddia etmek demektir. Bunun da boş bir iddia olacağını hepimiz kabul ederiz. Doğanın varlığının ne renklere, ne ışığa, ne de biz insanlara ihtiyacı vardır. Çünkü doğanın varlığının siyah beyaz, renksiz, karanlık ve insanın varlığının ortadan kalktığı boyutları da vardır. Yani doğanın diliyle dile gelen gerçek hem renklerin, hem ışığın, hem de insanlığın diliyle dile gelen gerçeği aşmaktadır. Peki dilinin bütününü konuşamadığımız için diliyle dile gelen gerçeğini de anlayamayacağımızı kabul ettiğimiz bir doğayla nasıl konuşabiliriz ki?

Bunun tek bir yolu var. Doğanın diliyle dile gelen gerçeği anlayabilmemiz için, bölüm bölüm değişen kendimizin gerçeklerini doğru bir şekilde tanımlayabilmeliyiz. Yani insanın doğasıyla konuşması demek, kendisiyle doğru konuşması demektir. Yani doğanın gerçeğine ulaşmak istemesi demek, önce kendi mutlak gerçeğine ulaşabilmesi demektir. Doğanın bize uzak gerçeğine doğru atabileceğimiz en büyük adım, önce bizi kendi mutlak gerçeğimize adım adım yaklaştıran adımların sayısının tümüdür. Peki bütün bu anlattıklarımın doğrultusunda kendi değiştiği için doğası da değişen bu yeni insanın yeni doğasının aktüel tanımı ne olabilir? Bir bakalım. Gerçek gerçek kendi mutlak gerçeğimize ulaşarak aynı zamanda doğanın gerçeğine de ulaşmak demek, parça parça varlığımızın evreleriyle biraraya gelerek bir gün doğaya büyümemiz demektir. Yani doğanın ömrü içindeki her parça ömür doğanın gerçeğinin kodlandığı jenlerinin taşıyıcısıdır. Yani doğa, doğasındaki her bir parça doğaya gebedir. Adım adım, parça parça gerçeklerimizle ulaşacağımız mutlak gerçeğimizin bize anlatacağı, doğanın işte bizi şimdi doğurduğu gerçeği olacaktır. Yani doğanın varlığının bünyesindeki her bir parça varlık bir gün doğa olarak doğacaktır. Bu da değişen diliyle değişen gerçeği sonucu değişen insanın değişen doğasının aktüel tanımıdır. Böylece yeni kendimizi yeni doğamızla kaynaştırmış durumdayız. Doğa’nın bünyesindeki diğer varlıklar bir yana, bizim varlığımız bir gün doğa olarak doğmak ve bu yüzden de anadili ‘doğaca’ olmak zorundadır. Bu yüzden de son değişiklik ‘doğa’nın dili’nin değişikliğidir diyorum. Yalnız unutmadan şunu da eklemek isterim: ben bu değişikliklerin sayısının üçte kalacağını söylemiyorum. Varlığımızın içinde bulunduğu evre gereği üç olmak zorunda diyorum. Doğanın bize olan hamileliği ilerledikçe bu bölümlerin sayısı da artacaktır.

Gelelim değişikliklerimin en önemli sponsorlarından ‘meta’ kelimesine. Çok kısa anlatacağım, çünkü ‘meta’ kelimesi doğası itibariyle üzerine ne kadar az şey söylenirse o kadar çok inandırabilen arılıktadır. Ama araştırırsanız görürsünüz ki, düşünürlerin boy ölçüşmekten en çok zevk aldığı ve bu bağlamda da en çok dil döktüğü kelime ‘meta’dır. Bu da insanın doğasındandır. Yani idrak gücünü aşacağını kabul ettiği ‘bir üst düzey’in gerçeklerine kafa yormak. Olabildiğince her şey üzerine kafa yormanın sonunda hep ‘meta’ kelimesi vardır. Ama ben bu en uzun konuyu en kısa şekliyle anlatmak istiyorum. Değişikliklerimin en önemli sponsoruna ‘meta’ diyorum, çünkü en büyük gerçek ‘doğa’nın da bir üst düzeydeki ‘bir şey’in ‘gerçeğinin’ bir parça gerçeği olabileceği ihtimalidir. Yani ‘meta’ kelimesi bana göre ele aldığınız fenomenlerin tersi kanıtlanamaz ‘sonsuzluk’ özelliklerinin telif hakkının bizim aklımızı şu an aşan bir başka aklın elinde bulunduğunun ilmî kanıtıdır.

Şimdi, son olarak okuduklarınıza neden ‘ezoterik’ diyemiyeceğinizi göstereyim: bunun kanıtının dile geldiği kelime ‚kompleksite’dir. Kompleks olan şeylere olduk olası ‘ezoterik’ demişizdir. Örneğin Einstein’ın fizikî formüllerinin ne denli ‘tevratötesi’, hatta ‘ezoterik’ fikirler olduğu suçlaması, onun nobel komitesince yayınlanmış biyografisini okumuş olanlar bilir. Benim dile getirdiklerimin bu durumla ilişkisi de şudur: biz doğanın varlığının bünyesindeki parça varlıklara kendi ürünümüz olan ‘varlık’ tanımına ne kadar uyup uymadığına dayanarak canlı ya da cansız diyoruz. Yani kendimizi canlı varlığın tanımını yapabilmiş olarak görüyoruz. Yani bir şeyin canlı olabilmesi için neleri yerine getirmesi gerektiğini bildiğimizi iddia edebiliyoruz. Oysa bunu iddia edebilmek için doğanın varlığının bünyesindeki canlılığın boyutlarının tamamını bildiğimizi iddia edebilmeliyiz. Yani doğayı tanıdığımızı iddia edebilmeliyiz. Bunun böyle olmadığını biliyorsak, doğanın varlığının bünyesindeki parça varlıklardan hangisinin nasıl ‘canlı’ olduğu sorusuna da mutlak bir cevap veremeyeceğimizi bilmemiz gerekir. Bizim ‘canlı varlık’ tanımımız iletişim imkânlarımızla doğrudan ilişkilidir. Bu ne demek? Bu şu demek: bizim herhangi bir varlığa, yani doğada bir yeri olduğunu bildiğimiz herhangi bir gerçeğe, ‘canlı’ dememiz, bu gerçeği görüşümüzle, duyuşumuzla, bu gerçeğe dokunabilişimizle, bu gerçeği düşünebilişimizle, vesayire vesayire, ilgilidir. Yani yetilerimizi aşan iletişim yoluyla varlığının ‘canlılığını’ dile getirenlerle, şekli nasıl olursa olsun, dillerini öğrenene kadar konuşamayız. Yani canlılıklarına inanabileceğimiz bir ortak iletişim hattımız olmadığı için bildik birçok, bilmedik kimbilir ne kadar çok şeyi cansız olarak kabul ediyoruz. Demek ki bizim ‘canlılığımızın’ tanımı bizim iletişim aracımız dilimizi aşamıyor. Unutulmasın, sadece alfabeden ibaret dilden bahsetmiyorum. Ama dilinizin mutlaklık derecesini sorguladığınızda, doğa size, ‘cansız’ dediğiniz birçok varlığın nasıl canlı olabileceğini sırrını aralıyor.

Son olarak şunu da ifade etmek isterim: benim işim de tutkum da bilimdir. Araştırmalarımın hiçbir noktasında peşine düştüğüm gerçeği objektif ve subjektif kategorisinden başka bir kategoriye tabiymiş gibi görmedim. Bu yüzden böyle bir sorunun olası cevabını bile vermek istemiyorum. Ben ilim adamı olabilme arzumu tatmin edebilmek için böyle bir işe kalkıştım, başka bir şeyin adamı olabilmek için değil. O konu o işin uzmanlarının işi. Ama tabiî konun doğa olunca vardığın sonuç da birçok alanı kapsayacaktır. Önemli olan da vardığın sonucun yalnızca şu ya da bu dalı değil, konunun doğası gereği hemen hemen her şeyi kapsamasıdır; bu durumda dinîymiş gibi görünen, ya da olan konuları da.

Yine de ille de bir savunma gerekecekse, yazayım: Bana göre ışık da kelimenin metafizikî anlamıyla bizim gibi ‘canlıdır’. Biz de ‘ışık’ gibi canlıyızdır. Renkler varlığımızın gözle görülür evreleridir. Ama varlığımızın, aynı ışıkta da olduğu gibi, gözle görülür renkleri aşan boyutu ya da boyutları vardır. Bu boyutlardadır bir gün doğa olarak doğacağımız gerçeğini bize anlatacak dilin memleketi. Önemli olan ‘varlık’ ile ‘canlılık’ terimlerini birbiriyle karıştırmamaktır.

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..