Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Şubat '08

 
Kategori
Deneme
 

Duvarlar, sınırlar ve sualler

Duvarlar, sınırlar ve sualler
 

Pek farkına varmasak da; ömrümüzün büyük bir kısmı, resim ve fotoğraflarla süslü badanalı duvarlar arkasında tükenip gidiyor. Bu etrafı çevrili mekanlar, ister beton, taş, tuğla isterse ahşap veya kerpiç olsun; bizleri, yalnızca tabiatın soğuk ve sıcağından korumakla kalmaz kendimizi güvende hissetmemizi de sağlar.

Duvarların dışına çıktığımız zamanlarda ise; sınırları biraz belirsiz, dar bir yaşam alanımız vardır. Ev, iş, okul, sinema, tiyatro, eş, dost ve akrabaların bulunduğu ve çapı 5, 10 bilemediniz 50, 100 kilometrekarelik sanal bir dairedir bu. Ara sıra, iş ya da tatil için bu alanın dışına çıkmak icap etse de; bu durum, ömrümüzü dar bir alanda tükettiğimiz gerçeğini değiştirmez. Dönüp dolaşıp yine kendi küçük üçgenlerimizin içine tıkılarak yaşamaya mecburuzdur çünkü.

İşte bu yüzden; ülke sınırlarının çok geniş ya da dar olması sıradan insanların gündelik yaşamlarını pek fazla etkilemez. Belki de, duvarların arasına sıkışıp yaşamak zorunda kalmamızın bir nedeni; otuz bin yıl öncesindeki atalarımızın özgür göçebelikten vazgeçmelerinin bedelidir.

İnsan aklı, Evren’in içindeki her şeyi tarihlendirmeye ve belli sınırlar içine hapsetmeye meyillidir. Günümüz bilimine göre; Evren on beş milyar, dünyamız da beş milyar yaşındadır. İnsanımsılar üç milyon yıl önce, bize benzeyen insanlar ise, topu topu yüz bin yıl önce ortaya çıkmışlardır. Bugün, pek üstünde durulmayan bir başka temel çelişki de; mevcut monoteist dinlerle modern bilim arasında, hayatın ve Evren’in varoluşu hakkında ciddi görüş ayrılıklarının bulunmasıdır. Evren’de yalnız mıyız sorusu ise; bugün için asla cevap verilemeyecek ayrı bir muammadır.

Zaman kavramı, kuantum fiziği, antimadde, karadelik, beyaz cüceler, ruhun varlığı-yokluğu ve metafizik; yani, henüz tarif edemediğimiz ve anlayamadığımız fizik ötesi boyutlar, olgular ve olaylar karşısındaki şaşkınlığımız. Altıncı his, gizemli rüyalarla önemli olayları önceden görmek. Bir kelebeğin olağanüstü mükemmellikteki tasarımı ve en nihayetinde modern bilimin, var oluşu basit bir evrim teorisiyle açıklama çabası. Aynı zamanda da; Tevrat'ta yer alan Adem, Havva, Lilith ve Şeytan ilişkisinin kendi içindeki tutarsızlığı ve bünyesinde pek çok çelişki barındırması. Bu hikayeye, - haklı olarak- modern aklın şüpheyle yaklaşması. Hatta hiç inanmamak.

Henüz çözemediğimiz bir başka uygarlık çelişkisi de; üreme eyleminin dayanılmaz cazibesi karşımızda dururken; bütün bunlarla hiç bir alakası bulunmayan vatan ve bayrak uğruna ölmenin ve öldürmenin kutsal sayılması. Peki neden ?

Yeryüzünde, bizim bilmediğimiz ve bir iki milyar yıl önce yok olmuş başka uygarlıklar mevcut değilse eğer; bizim uygarlığımızın temeli, yani insanların kendilerini duvarların arasında yaşamaya mahkum etme hadisesi, yaklaşık on bin yıl ortaya çıkmış olan tarım devrimine kadar dayanır. Önce Sus, Ur ve Uruk gibi etrafı duvarlarla çevrili şehirler sonra da krallar, köleler, Tanrılar, dinler ve tabii ki ülke sınırları ortaya çıkıyor.

Uygarlık tarihinin hiç bir döneminde; Ay ve Güneş, hava, su ve rüzgar özel mülkiyete konu olmamıştır. Pek , milyonlarca dönüm ekilebilir tarım arazisinin özel mülkiyete konu olmasının nedeni; toprak, ele geçirilebilir, sahip olunabilir bir zenginlik ve üretim kaynağı olduğu için midir?

Toprağın uğruna kan dökülmesi gerektiği ana okulundan itibaren beyinlerimize kazınmıştır. Peki, yeryüzü toprağı ne zamandan beri “vatan” diye anılır olmuştur? Biraz garip gelecek ama; bunun tarihi çok yenidir; sadece bir kaç yüzyıllıktır.

Bizim edebiyatımızda; Namık Kemal'den, Arif Nihat Asya'ya kadar pek çok şair "Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır / Toprak, uğrunda ölen var vatandır" gibi kahramanlık ve hamaset üstüne şiirler yazmıştır.

Vatan'ın toprakla olan ilişkisinden yola çıkarak; Peki, 21. asırda vatan kavramı tam olarak neyi ifade ediyor ? Ya da daha abes bir soruyla; mülkiyeti veya tasarrufu başkalarına ait olan topraklar uğruna ille de can vermemiz gerekir mi? Eğer, mutlaka ölünmesi gerekiyorsa kimlerin ölmesi gerekir? On bin yıllık uygarlık tarihinin bir başka yaman çelişkisi de; zenginlerin mallarını ve topraklarını korumak uğruna topraksız fakirlerin canlarını vermiş olmasıdır. Peki, bugün değişen nedir?

Ülkeyi yönetenler, Türkiye halkı adına, son otuz yılda Kıbrıs , GAP ve hain PKK terörüyle mücadele etmek için yüz milyarlarca dolar para harcamış ve on binlerce genç insanımızın hayatlarını kaybetmesine neden olmuşlardır. Elbette, genel kabul görmüş inanca göre ölenler şehit olmuştur. Yüz milyarlarca dolar ise yurt savunmasına ve kalkınmasına harcanmıştır. Bunda tartışılacak ne var ?

Peki, içinizde hiç merak edenler yok mu? Hem Kıbrıs'ta hem de Güneydoğu'da, Türkiye'nin ultra zenginlerinin ve büyük toprak sahiplerinin kaç tanesinin çocuğu şehit olmuştur? Hemen cevap vereyim. Hiç birinin. Son yirmi yılda fasılalarla uygulanan “bedelli askerlik”şarlatanlığı sayesinde; parası olanlar, zavallı çocuklarını (!)şehitlik mertebesine nail olmaktan mahrum bırakmışlardır.

Eğer vatan gerçekten kutsalsa; neden, Kıbrıs'ta da Güneydoğu'da da hep fakir fukara ve topraksız insanlarımızın çocukları ölmüştür. ( Buna şehit veya gazi olan üstsubay, subay ve astsubaylarımız da dahildir)

Şimdilerde sorulması gereken bir başka soru da şudur: GAP bölgesinde ve Harran ovasında gerçekten İsrailliler, Suriyeliler, yerli ve yabancı büyük sermaye şirketleri yüz binlerce dönüm toprak satın almışlar mıdır?

Bu fakir halkın nafakasından kesilerek GAP için harcanmış milyarca doların semeresini; kuşaklar boyu o toprakların cefasını çekmiş , İstiklal Harbinde, Urfa'da, Maraş'ta , Antep'te “ateşi , ihaneti görmüş” canlarını vermiş insanların çocukları yani fakir fukara Anadolu insanı yerine, dışarıdan gelmiş , fırsatçı büyük sermaye sahipleri mi toplayacaktır?

Türkiye'nin bankaları, barajları, enerji ve haberleşme santralleri, verimli tarım arazileri, madenleri, fabrikaları, ormanları, limanları, demiryolları, havaalanları ve en değerli mülkleri “parayı bastıran” yabancılar tarafından satın alınabiliyorsa; bundan sonra TÜRK ORDUSU kimin malını kime karşı koruyacaktır? İşi, gücü, parası ve tek bir karış toprağı olmayan MEHMET neyi ve kimi korumak için hudut boylarında canını verecektir?

Peki ya; ortalama yüz metrekare evlerde yaşayıp topu topu yüz kilometre çaplı bir alanda mutlu olmaya çalışan biz sıradan insanlar; top ve tüfek yerine doları ve borsayı silah olarak kullanan bugünün küresel yağmacılarına karşı kendimizi nasıl savunacağız?

Bu sorulara cevap ararken; hiç bir siyasi amacımın olmadığını açıkça ifade etmek isterim. Kıbrıs'ta barışa hayır diyen Milliyetçi-Ulusalcı cenahtan olmadığım gibi klişeleşmiş anlamda Atatürkçü, Laikçi, İslamcı, Bölücü de değilim. Hatta, AB düşmanı ve küreselleşme karşıtı falan da değilim. Sadece cevap arıyorum. 21. Asırda 'Vatan' ve 'Vatan uğruna ölmek' sorularına cevap bulmak istiyorum.

Hayatlarımız, etrafı kalın duvarlarla çevrili mekanlarda akıp gitse de; hayal dünyamızı ve düşüncelerimizi hiç bir sınır koymadan dilediğimiz kadar geniş tutma şansımız var elbette. İtiraf etmeliyim ki; hayal kurarken mutlu, düşündüğüm zamanlarda ise mutsuz olmak beni üzüyor..

Keşke bunun tersi olabilseydi.


A. Mesut Tatlıpınar

 
Toplam blog
: 47
: 3759
Kayıt tarihi
: 17.02.08
 
 

İstanbul'da doğdum. Şişli Lisesi'ni ve MÜ Siyasal Bilimler Fakültesi'ni bitirdim. Daha sonra, İ.Ü..