Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ekim '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Ege Bölgesi Antik Kentler Gezi Notları ( 1 )

Ege Bölgesi Antik Kentler Gezi Notları ( 1 )
 

efes, kuretler caddesi


EGE BÖLGESİ ANTİK KENTLER GEZİ NOTLARI ( 1 )


Son otuz yıl içerisinde, belki yüze yakın sayıda Ege ve Akdeniz gezilerim oldu. Çoğunu, ailece yaptığımız bu gezilerde, bir an önce, günü bitirmeden Fethiye veya Kaş’ta olma telaşı ile pek çok antik kente uğrayıp, hep daha sonraya erteledik. Gerçi, geçen yıl, tam da bugünlerde, eşimle, Ege Denizinden içeride kaldığı için gözlerden de ırak olan Uşak ve köylerinde ( Sebasto, Blaundos, Cilandros), İzmir, Manisa ve çevresinde Kula, Birgi ve Tire müze kentlerini, doyamadığım Sardes, Claros antik yerleşimini, popüler Bergama, Efes ören yerlerini ve müzelerini gezmiş, yağmur ve soğuk havaya rağmen büyük keyif almış, sonunda, Kırklareli Kapaklı köyüne gelmiş, neolitik çağdan günümüze kalan megalit dolmen ve menhirleri ( kısaca mezar taşları ) fotoğrafladıktan sonra İstanbul’a evimize dönmüştük.
Ancak, hemen ardından başlayan telaşlı günlerden dolayı, gezi esnasında almış olduğum kısa notları, detaylandırarak yazıya dökememiştim. Bu yıl yaptığımız ve bir anlamda geçen yılki gezimizin devamı sayılabilecek son gezimizden önce, kısa da olsa, bu notları aktarmak istedim. Ardından gelecek gezi notlarında ise, bu yıl yaptığım geziyi ve izlenimlerimi yazacağım.

30.10.2009 ( İSTANBUL - UŞAK )

Sabah İstanbul’dan erken saatlerde çıkıyor, Afyon’da, buluşmam gereken bir arkadaşla, kentin hareketli, eski merkezinden Otpazarı Camii’nin önünde buluşuyorum. Meydana dizilmiş, kaymak satıcıları aklımızı çeliyor ve aldığımız bir kutu taze kaymağı, hemen yandaki fırından aldığım ekmek ve bir kutu bal ile dayanılmaz bir lezzete dönüştürerek, aracımızın içinde yedikten sonra, Uşak’a doğru yola çıkıyoruz. Gece karanlığında, artık kocaman bir kent olmuş Uşak’ta, yoğun trafik içinde öğretmen evi’ni bulup yerleşiyoruz.

31.10.2009 ( UŞAK sebasto, blaundos, clandros, kula evleri - SALİHLİ )

Sabah, Kurtuluş Savaşı tasvirlerini içeren heykellerin bulunduğu meydanda dolaşarak, asıl hedefimiz olan Uşak Müzesinin açılışını bekliyoruz. Dün, kasvetli ve yağmurlu hava, bugün de ensemizde. Uşak Müzesi önemli, zira, yakın tarihte, başta müze müdürü ve görevliler, Lidya Karun Hazinelerinin en nadide parçasını, Kanatlı Denizatı adlı broşu, teşhir standından alarak, yerine sahtesini koymuşlardı. Orijinali, İstanbul’da el değiştirirken gaspa uğramış, sonunda da sırra kadem basmıştı. Bir yıl içerisinde müzede bulunan, yine, eşsiz değere sahip 38 parça yüzük, kolye, bilezik ve küpe çalınmış ve ne hikmetse, bu hırsızlıkların yapıldığı anlarda, müze kameralarının bozuk olduğu anlaşılmıştı. Müze müdürüne 500000 TL zimmet çıkarılmış, maaşından 262 TL kesilerek, 160 yılda ödemesi kararlaştırılmıştı. 4 yıl hapis cezasından sonra, tutuksuz yargılanmış, neticede, 12 yıl 11 ay hapse mahkum olmuştu. Karar neticesi yaptığı açıklama, hırsızlık kadar ürkütücü idi bence; “ bugün ülke müzelerinde sergilenen 1000’den fazla eser sahte, 1000’den fazla eser kayıp ve 20000 civarında eserin tarihi değeri yok “ diyordu. Neticede, Kanatlı Denizatı, uçtu gitti ve bir daha ele geçemeyecek bir yerlere kondu anlaşılan. Uşak Arkeoloji Müzesine, bu düşüncelerle girdim. Artık, görevliler KGB ajanı gibi izliyorlardı ziyaretçileri ve her köşede monte edilen kameraların, led ışıklarından faal oldukları görülebiliyordu. Baş köşede bulunan sahte Kanatlı Denizatı broşu, yine de, İran’da üzerinde epey uğraşıldığından olsa gerek, teşhir standının ardında pırıl pırıl parlıyordu. İnşallah, daha önce Newyork Metropolitan Müzesinin depolarından, büyük mücadelelerle, ana yurtlarına getirilen diğer antik eserler gibi, aslına da sahip olmak kısmet olur da; kaybolan itibarımız da yerine gelir. İtibarımızı on paralık eden soygunlar sonrası, müzede kuş uçurtulmadığı gibi, fotoğraf çekimi de yasak.
Sivaslı kazasına 2 km. mesafedeki, Sebaste antik yerleşimine gitmek üzere yola çıkıyoruz. Etrafımızda, sarı ve yeşilin her tonuna bürünmüş kavak ağaçları, sık sık durarak seyretmemize ve fotoğraf çekmemize neden oluyorlar. Yollar boş, görünürde kimseler yok, tarlalar ilgisiz, ekim zamanına dek. Anlaşılan kadınlar evlerinde eksik tamamlıyor, erkekler kahvehaneleri doldurmuş. Selçikler Köyüne giriyor ve gördüğüm tek insana, bir kadına Sebaste ören yerini soruyorum. Kadın şaşkın; “ o da ne demek ?” deyince, çaresiz, meydandaki bakkalın önünde iniyor, içeri girip tekrar soruyorum, genç çocuk, “ abi, sen gavur yerini arıyorsun galiba, ama, orada taştan başka bir şey yok “ deyince, hedefe yaklaştığımı anlıyorum. Genişçe bir alana yayılmış, yerlerde, toprağa karışmış, pek çok mermer rölyef görüyorum. Hiçbir koruma önlemi alınmamış, köylülerin insafına bırakılmış bir halde, garip, savunmasız dağılmış, motif işlenmiş mermerler, Korint tipi sütun başlıkları, kaderlerine terk edilmiş. Oysa, 1964 yıllarından beri, ilgi gösterilmiş, kazılar yapılmış, yakınlardaki tümülüslerde, M.Ö 5000 yıllarının izlerine rastlanmıştı. Ben de; köye girişte, meydandaki yıkılmak üzere olan kerpiç bir evin, harika işlemelere sahip, oda kapısını fotoğraflarken, etraftaki evlerin, bahçelerin duvarlarında, şimdi, önümde uzanıp giden bu antik mermerlerin kardeşlerini görmüştüm. Romalılar tarafından M.Ö 20 yılında kent olarak kurulmuş, görkemli günlerini M.S 6 y.y ile M.S 10 y.y arasında, Bizans İmparatorluğunun dini merkezlerinden biri olarak, saygı görerek yaşamış, pek çok arkeolog ve din adamı da, o şaşaalı günlerin izlerini yakalayabilmek için, ellerinde dedektörler yıllarca araştırma yapmışlardı. Şimdi, ilgisizliğin nedeni, kayda değer objelerin aşırılmış olması mı, yoksa, araştırmacıları hüsrana uğratması mıdır? Yanıma gelen bir köylü, doğrudan, antika merakım olup olmadığını soruyor. Biliyorum, ardından, emitasyon objeleri çakmaya, satmaya kalkışacak, tüm dünyada olduğu gibi. Yüz bulamayınca, “ burada görülecek, alınacak bir şeyler bırakmadılar, her gelen bir şeyler alıp, götürdü “ diyerek uzaklaşıyor.
Yaklaşık, 30 km. güneyde Karahallı’ya gidebiliriz artık. Buradan da 14 km. ilerideki Clandros Köprüsünü görmek istiyoruz. Korkunç bir yağmur bastırıyor, ortalıkta soracak bir Allahın kulu yok. Pek çok kez, yanlış yollara girip çıktıktan sonra, bulabiliyoruz Clandros’u. Banaz Çayının yağmur nedeni ile çamur gibi sarı sularının üzerinde hala, heybet ve sempati ile yükseliyor. Lidyalı’lar tarafından M.Ö 6. y.y ‘da yapıldığı sanılan köprü, vadinin iki yakasını birbirine bağlayarak, Denizli ve Uşak arasında seyreden ticaret kervanları için büyük önem arzediyormuş. 24 m. uzunluğundaki tek gözlü kemeri oluşturan taşların, elle ve kalem ile işlenmiş olması, köprüye ayrı bir anlam katıyor. Köprünün demir korkuluklarına yaslanıp, aşağıda akıp giden Banaz Çayını seyrederken, tekrar bastıran yağmura inat, köprünün yaşadığı, gördüğü debdebeli günleri hayal etmeye çalışıyorum. Köprünün hemen arkasında, 1959 yılında hizmete girmiş, Karahallı elektrik santralı var. Türbünleri döndüren su, köprünün hemen arkasından, köprünün sükünet ve güzelliğine yakışmayacak bir uğultu ile dökülüyor Banaz Çayına. Etrafındaki geniş alan, civardaki halk için önemli mesire yerlerinden. Yağmur ve soğuktan masaları, sandalyeleri toplanmış bir restorana sığınıyoruz, gittikçe şiddetlenen yağmurdan. Epey laflıyorum adamla, yağmur diniyor ve 33 km. ileride Ulubey ilçesinden 10 km. uzakta bulunan Blaundos antik kenti bekliyor bizi.
Makedonların Anadolu’yu hakimiyetine alışlarından, Büyük İskender’in ölümüne, sonrasında, birbirine düşen generallerinin pazarlıkları sonrası Antigonos’a verilir. M.S 189 yılında Roma İmparatorluğuna dahil olur. Bizans İmparatorluğunun, M.S 5 y.y’da önemli bir piskoposluk merkezi olan Sebasto’ya bağlanır. Üç tarafı derin ve dik vadi ile çevrili burun şeklindeki kente girişi sağlayan devasa kapının önündeyiz. Sahipli bir araziye girer gibi geçiyoruz, blok taşlarla örülmüş duvarların arasındaki kapıdan. Sararmış otlar, yağmurda arınmış tertemiz hava, bizi hala ayakları üzerinde duran, üzerlerindeki kirişleri ile canlı bir kent izlenimi veren sütunlar, kemerler karşılıyor. Gerçi; yerlere yayılmış, sütun ve motifli kirişler, ayakta kalmayı başarabilenlerden çok daha fazla. En çok da, hoyrat müdahalelerden kurtulmayı başarabilmiş, geniş bir kemerin hala dimdik ayakta durabilmesine şaşıyorum. Aslında, Blaundos’un çok geniş bir alana yayıldığını, tapınaklar, stadyum ve tiyatroya sahip olduğunu hatırlıyorum, ancak, günlerdir yağan yağmur, toprağı yürüyemeyecek kadar yumuşatmış. Becerebildiğimiz kadar yürüyor, dolaşıp, fotoğraf çektikten sonra, başka bir hedefe gitmek üzere aracımıza biniyoruz.
Eşme, belki de tarihi boyunca, Yörük aşiretlerin mekanı olarak yaşadı. Ancak, geçim sıkıntısı, Yörük olan halkı, yabancı ülkelere çalışmaya itti. Kent ekonomisin de, dışarıdan gelen paralar ayakta tuttu. Eşme’den Alaşehir’e uzanan yollarda, yine, güz mevsiminin eseri, sararmış yaprakları ile bir renk cümbüşü halinde kavak ağaçlarını seyre dalıyoruz sık sık. Bağlıca’dan geçerken, üzüm memleketinde olduğumuzu anlıyoruz, göz alabildiğince uzanan bağlardan. Ege’nin bereketli, kadim toprakları buralar, güzün verdiği sükunet ve bomboş yollar bambaşka alemlere sürüklüyor insanı. Ulubey-Manisa Alaşehir yolu yaklaşık 90 km. yol bitmesin istiyorum bir yandan, yine de, 90 dakika sonra Alaşehir girişinde buluyoruz kendimizi.
Sakin bir kent olan Alaşehir’in eski adı, Philadelphia. Kent içinden Alaşehir Çayı geçiyor, ayrıca, bu çay ile Bozdağlar ve Kula Dağı arasına sıkışmış Alaşehir ovası, yörenin bereket kaynağı. Üzüm, en önemli ürün ve büyük ölçüde ihraç ediliyor. Ne var ki, tehlikeli depremler üreten bir havza burası. 1969 yılında, Gediz depremi, büyük hasar yaratmış ve 68 kişinin ölümüne neden olmuş. Amerika’daki Philadelphia kenti ile aynı adı taşıma nedeni, Bergama Kralı Attalos’un yüzünden. Philadelphia, “ kardeşini seven “ anlamına geliyormuş, zira, Attalos, abisi Eumenes’i çok sever ve birlikte görüldükleri paralar bile bastırırmış. Bu ünvanı nedeni ile, kurup, geliştirdiği kente Philadelphia ismi verilmiş, M.Ö 130 yıllarında. Helen kültürünün önemli bir kenti, zamanla Roma İmparatorluğuna ve kültürüne boyun eğmiş, ancak, antik isim yüzyıllarca anılmış, Anadolu’ya yerleşen Türk Beylikleri, Alaşehir adını verene kadar dek.
Bugün, Alaşehir’de, geçmişten kalan St. Jean Kilisesi, İsa’nın havarilerinden Pavlus’un, Hristiyanlığı yaymak için seçtiği ve kurduğu devasa bir kilise. Üstelik, İncil’de adı geçen yedi kiliseden birisi ve diğer yedisi gibi, o da Anadolu topraklarında. Ayakta kalabilmiş, üç kalın ayak, kilisenin ne denli büyük olduğunu anlatabiliyor.
Artık, Kula’ya gitmek azim niyeti ile tekrar yollara düşüyoruz. Kestirme yollardan gidelim derken, 1554 m. yüksekliğindeki Kula Dağları’nın eteklerine tırmanırken buluyoruz kendimizi. 28 km. yol, daha da yoruyor, ama, Kula’ya yağmurdan arınmış bir havada giriyoruz. Sorarak, eski Kula evlerinin yoğun olarak bulunduğu mahalleyi buluyoruz. Meşhur Kula evlerinin hemen hepsi perişan. Kültür Bakanlığı, bazı evleri restorasyona almış, ancak, ev sahipleri dertli. Ülkemizin en genç volkanlarının yanıbaşında yer alan Kula’da 1. derece sit tescilli 800 ev var. Kültür ve Turizm Bakanlığı, tescilli ev sahiplerine proje çizim aşamasında 50000TL, restorasyon aşamasında da, 200000 TL ödemeyi karşılıksız olarak yapıyor. Bu şekilde, restorasyon kapsamına alınmış bir evin avlusundan, kafamı uzatıp, görmeye çalışırken, ev sahibi içeri davet ediyor ve evi dolaşabileceğimi söylüyor. Çürüyüp dağılmak üzere olan merdivenlerden, ikinci kata, hayat’a çıkıyorum. Ortalığa hakim bir derbederlik ve boş vermişlik var. Ev sahibinin iddiaları yani Bakanlığın verdiği sözü tutmadığı yönündeki iddiaları ne denli doğru bilemem ama; gözlediğim kadarı ile para gerektirmeyen, ev sahiplerinin, insan duyarlılık ve koruma güdüsünden de yoksun bıraktığı, ayan beyan aşikar bu güzelim evi. Kolaycılık, hazır bekleme; son on yıllarda iyice yaşam tarzımız olmadı mı? Anlaşılan, karşılıklı suçlamalar ve kaytarmalar sonrası, iyice dökülecek olan Kula evleri, aslına sadık kalınmadan, kabzımallar tarafından restore edilecek. Üzülerek ayrılıyorum evden, kararmaya yüz tutan hava, genizleri yakan kömür kokusu ile dolu, daracık yolarda ve merkezde yoğunlaşmış araç trafiği, daha fazla dayanamayacağım hal alınca, Kula’da gecelemekten vazgeçerek, 45 km. yol gidip Salihli’de kalmaya karar veriyoruz. İlerleyen saatte, kent merkezine yakın bir otel bulabiliyoruz ( 50 TL ), öğretmen evinde konaklama imkanı ancak yatakhanelerde mümkün.

01.11.2009 ( SALİHLİ sardes – BİRGİ – ÖDEMİŞ )

Akşam, güz akşamı değil, bir karakış akşamı kadar soğuktu. Sabah, yağmur yağmaya devam ediyor. Niyetimiz 9 km. ilerideki Sardes’e gitmek. Hiç değilse, sırıl sıklam olmayacağımız kadar yağmur yağması temennileri ile yola çıkıyoruz.
Anlaşılan Helen, Pers dönemlerinden çok, Roma İmparatorluğunun metropol yapılanması ile karşılaşacağız. Nitekim, Cymnasium’a yürüdüğümüz dar patikanın kıyısında, pek çok ören yerinden aşina olduğumuz Roma hela taşları hoş geldin diyor öncelikle. Sonra karşımıza, Synagog çıkıyor, yerlerdeki mozaikler, Tevrat okunan, kartal rölyefli devasa mermer masa, nişler Yahudi cemaatinin dönemdeki gücünü sergiliyor. M.S 17 yılında, bir anlamda İsa’ya nispet yaparcasına inşa edilen Synagog, belli ki bilinçli bir restorasyondan geçmiş. Ne var ki, benim de ıslandığım yağmurda, kışın sert koşullarında, doğa şartlarına teslim edilmiş olması hoşuma gitmedi.
Sinagog’un arkasında yer alan Cymnasium Kompleksi, önündeki yeşil alanın ardında çok daha güzel görünüyor. Bilgi panosundaki yazılar, neden şaşırtıcı bilinçli bir restorasyonla karşılaştığımızın ip uçlarını veriyor, kısmen içerlesek de; 1910 yılından 1958’ e, sonrasında günümüze kadar Amerikan Sart Kazıları Cemiyeti, Princetown ve Harward Üniversiteleri tarafından kazı ve çalışmalar yapılmış, pek çok eser de koruma amacı ile gömülmüş tekrar ? Anadolu Kültür hazinelerinden ne kazanıp ne kaybettiğimi herhalde, uzun yıllar sonra anlayabileceğiz. Amerikan kazı ekiplerinin de artı ve eksileri, sponsor bulmadan, bilinçli kazı yapabildiğimizi umut ettiğimiz yıllarda ortaya çıkacak.
Devam ederek, Cymnasium Kompleksinin harika cephesinin önündeki, yeşil alana geliyoruz bu kez. Adına artık aşina olduğumuz Roma İmparatoru Septimus Severus’un, ailesi ve yakınları için yaptırdığı tesisten geriye sütunlar ardında yükselen bir fasad kalmış ise de; görülenler, dönemindeki işlevi ve heybeti hakkında ip uçları veriyor. On yıl süren kazı ve ayağa kaldırma çalışmaları neticesinde, karşımıza Lidya İmparatorluğu topraklarından uzanıp gelen göz kamaştırıcı bir eser çıkıveriyor.
Bu topraklar, “ parayla saadet olmaz “ deyimini doğrularcasına, bir efsaneye de kaynaklık yapıyor. Frigya Kralı Midas, bir lanetleme neticesi her tutuğu altın olan bir fani olur. Ama, bir süre sonra, bunun büyük yalnızlık ve mutsuzluk olduğunu anlar ve kent yakınlarındaki Paktolos ( şimdiki adıyla Sart ) Çayında yıkanarak, her tarafını saran altınlardan kurtulur. Lidya İmparatorluğunun başkenti olan Sardes, İ.Ö 6 ve 7. y.y’larda büyük bir ekonomik güce sahipmiş. Paktolos civarındaki altın ve diğer kıymetli madenler, Karun Hazinelerinin çıkış noktası. Helenistik, Pers, Roma Ve Bizans devirlerinde hep gözde yerleşim yeri olmuş. İncil’de anılan Anadolu’daki yedi önemli kiliseden birisidir, tabii; buradaki kilise kavramı, bina değil, Hristiyan cemaatinin yoğun olduğu yer anlamındadır.
Fazla uzak olmayan bir yürüyüşle, Artemis Tapınağı girişindeyiz. Bekçi kulübesinin yanındaki köpekler, çoktandır insan görmemiş olsalar gerek, bacaklarımızın dibinden ayrılmıyorlar. Geniş alanda yayılmış, Batı Anadolu İyonya bölgesine özgü İyon tipi sütun başlıkları, az ileride M.Ö 250’lerde yapılan genişlemeler sırasında dikilmiş, yine İyon tipi başlıkları ile göğe uzanan tapınak, havadaki pus ve sıkıntıya rağmen içimizi ferahlatıyor. Sütun başlıklarının yanına gelince, gövdemle mukayese yapıyor ve Artemis Tapınağının azametini daha iyi kavrıyorum. Bu arada; Artemisleri karıştırmamak gerekir. Antik Yunan Artemis’i av tanrıçası idi. Oysa, Batı Anadolu topraklarında, Efes Artemis’i olarak adlandırılan tanrıça, Zeus ile Leto’nun kaçak aşkından doğan iki kardeşten birisidir, diğer kardeşi de Apollon’dur. Kumluova yanındaki Letoon tapınağı, Leto ve çocukları Artemis ve Apollona adanmış, üç ayrı tapınağa ev sahipliği yapar. Kardeşi Apollon’un doğumuna yardım eden Artemis, annesi Leto’nun çektiği acıları görünce, ömrü boyunca bakireliğini koruma yemini eder. Bakireliğini erkeklere veren kadınları da acımasızca oku ile vurarak öldürür. Fakat; ne garip çelişkidir ki; bakire Artemis, doğurganlık ve bereketi temsil eden ve vücudunun her yerinden memeler sarkan bir tanrıçaya dönüşür, zamanla. M.Ö 300 yıllarında, ilk tapınağın inşa edildiği tahmin edilir, sonunda da, kilise olarak görev yapmıştır. Zaman zaman ıslatan yağmura inat, epey dolaşıyoruz tapınak civarında, turizm sezonu bitip, okullar da açıldığından, kimselere rastlamak mümkün değil artık ören yerlerinde.
Salihli’den, Bozdağ eteklerini izleyerek Ödemiş’e yola koyuluyor, Bozdağ’larda kar yağışına yakalanıyoruz, korkunç bir soğuk hakim. Yol üzerinden içerilere girip, İzmirlilerin çok rağbet ettiği, sayfiye yeri Gölcük’e giriyoruz, Bozdağ eteklerindeki yolları inip çıkarak. Ortalığa hakim olan ayaz, kimsenin bulunmadığı bir yöre ile daha da çekilmez oluyor, bahar aylarında bir cenneti andırdığına inandığım Gölcük’te fazla kalmadan yola devam ediyoruz.
Birgi, Ödemiş’in yanı başında, küçük bir belde. Arnavut kaldırımlı yoldan girerken, korunmuş bir yerleşimle karşılaşacağım umudu daha da pekişiyor. Medya ve diziler sayesinde hemen herkesin tanıdığı Çakırağa Konağı, ne hikmetse kapalı. Görevlinin izin verdiği ölçüde sokularak, inşaatta kullanılan ahşabın Venedik’ten getirildiği ve ahşap yapı doruklarından biri olduğu iddia edilen konağı gözlemlemeye çalışıyoruz. Çakırağa Konağını ünlü yapan başka bir özelliği de; odalardaki resimlerle ilgili olmalı. Biri İstanbul, diğeri İzmir’li iki karısı olan Çakıroğlu, karıları memleketlerinin hasretini çekmesinler diyerek, her birinin odasına, kentlerinin resimlerini yaptırmış. 1977 yılında Kültür Bakanlığının başlattığı restorasyon, uzun yıllar diğer ilgili kurumların katkıları ile devam etmiş ve bu güne getirilmiş. Uzaktan seyretmekle yetindiğimiz konağın bahçesini terk ederek, Aydınoğlu Mehmet Bey, diğer adıyla Ulu Camii olarak anılan caminin önüne geliyoruz.
Hiç bir camide karşılaşmadığımız bir espri caminin köşe duvarında gözümüze çarpıyor. İnşa esnasında, bir yerlerden sökülmüş aslan heykeli süslüyor caminin bir köşesini, çok da hoş olmuş. Bölgede egemen olan Aydınoğulları Beyliği, Anadolu Selçuklu Devletinin dağılması sonrası, 1308 yılında Güney Batı Anadolu’da Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından kurulmuş.
Kısa zamanda güçlenip, Bizans İmparatorluğundan Birgi’yi alarak başkent yapmış ve kurduğu güçlü donanma ile Ege ve Akdeniz’deki Hristiyan devletlerinin uykularını kaçırmış, sonunda Birleşik Haçlı donanması İzmir’e saldırıp, Aydınoğulları’nın donanmasını yok etmiş. Osmanlıların baskısı sonunda, dönemin Aydınlı Beyi İsa Bey, 1390 yılında topraklarını Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezit’e vererek Tire’de sade hayatına başlamış. 1402 Ankara Savaşında Yıldırım’ı yenen Timur, bu toprakları tekrar İsa Bey’e verdiyse de, Fetret Devrinde, Şehzadeler arasında taraf olduğu isyanlara katıldığı gerekçesi ile, Osmanlılar İzmir’de bir kalede sıkıştırdıkları zamanın beyi Cüneyd’i ve ailesini yok etmişler, 1426 yılında da Aydınoğulları’nın topraklarının tamamı Osmanlı İmparatorluğuna katılmış.
Caminin dışında minareyi süsleyen firuze renkli sırlı tuğlaların örgülü ve baklava desenli işlemesinden çok, içerideki, akıllara zarar ahşap işçiliği ünlü. Minber ve pencere kanatlarındaki ahşap işçilikleri 14. y.y işçiliğinin şaşırtıcı hayranlık uyandırıcı örneklerindendir. Minber üzerine, 1322 yılında, ceviz ağacından kündekari olarak işlenmiş 3, 5, 8 ve 10 kollu yıldızlar ile, dörtgen, altıgen ve sekizgenlerden oluşan geometrik kompozisyonların seyrine doyum olmaz ve hayranlık uyandırır seyredende. Kündekari tekniği; geometrik bezemeler meydana getirecek şekilde kesilmiş, küçük tahta parçalarının, geçmeli olarak birleştirilmesidir. Ağaç lifleri birbirlerine ters yönde birleştirildiğinden, biri diğerinin nem su ve sıcaktan çalışarak, çarpılmasına mani olur.
Minberin kapı kanatları, Batılılarda da hayranlık uyandırmış olmalı, 1995 yılında camiden sökülerek çalınmış, Londra’da açık artırma ile satılırken yakalanmıştı. Camii ziyaret eden İngiliz sanatsever kadın, minber kapılarının aynısını bir müzede teşhir edilirken gördüğünü söyleyince, uyanan yetkililer, girişimleri sonucu, el değiştirirken, el koyup ülkemize iadesini sağlamışlar. Yani, bir yabancının dikkati sayesinde, işçilik doruklarındaki bir şaheser geri alınabilmiş. Ya , diğerleri.
Caminin pencere kanatları da, ceviz ağacından yapılmış ve bitkisel ve geometrik formlarla kaplanmış, yine, övgüye değer işçiliğe sahiptir.
Kültür Bakanlığı sitesinde yayınlanan, kaçırıldıktan sonra iadesi sağlanmış eserler listesini eklemeden yapamadım.


ÜLKEMİZE İADESİ SAĞLANAN ESERLER
1 Aphrodisias Eserleri (ABD) (1980)
2 Tunç Vazo (ABD) (1982)
3 Herakles Lahdine Ait Parça (ABD) (1980)
4 Boğazköy Tabletleri Ve Sfenks (Almanya) (1924-1942, 1980, 1987)
5 Roma ve Bizans Sikkesi (31 adet) 25.7.1991 / Frank T. SZEDLAK Jr.
6 Antiochos I Baş Fragmenti, 26.12.1991 / Prof.Dr. Sencer ŞAHİN (Almanya)
7 Osmanlı Tombak (Londra) (1991)
8 93 Parçadan Oluşan Osmanlı Giysi Koleksiyonu (ABD) (1991)
9 Bronz Vazo (İtalya) (1991)
10 Elmalı Sikkeleri (İsviçre, ABD) (1988, 1991, 1992, 1999)
11 Lidya Eserleri (ABD) (1993)
12 Girlandlı Lahit (ABD) (1994)
13 Marsyas Heykeli (ABD) (1994)
14 Aphrodisias Friz Bloğu (ABD) (1994)
15 Gemici Feneri, 29.9.1994 / Rachel A.CECKA (ABD)
16 Aphrodisias Örenyeri’nden Çalınan Meleager Başı (ABD) (1994)
17 İzmir Birgi Aydınoğlu Mehmet Bey Camii’nden Çalınan Minber Kapısı (İngiltere) (1995)
18 Erdek Açıkhava Müzesi’nden Çalınan Torso (ABD) (1995)
19 İzmir Müze Müdürlüğü Bahçesi’nden Çalınan Kadın Heykeli (İsviçre) (1995)
20 Efes Örenyerinden Çalınan Kadın Başı (Avusturya) (1997)
21 Kurşun Mühür (ABD) (1998)
22 Atatürk’ün Gümüş Sigara Tabakası (ABD) (1998)
23 Herakles Lahdine ait Henkel Koleksiyonunda Bulunan Eserler (Almanya) (1998)
24 Divriği Ulu Camii’ne Ait Ahşap Pano (ABD) (İngiltere)(1999)
25 Manş Denizi Batığı’ndaki Eserler (İngiltere) (1999)
26 Konya Beyşehir Eşrefoğlu Camii Giriş Kapısı Panoları (Danimarka) (1999)
27 Heathrow Havaalanı’nda Ele Geçirilen Eserler (İngiltere) (2000)
28 Menil Koleksiyonundaki Zeugma Mozaiğine Ait Parçalar (ABD) (2000)
29 Nuruosmaniye Kütüphanesi’nden Çalınan Kur’an-I Kerim (ABD) (2000)
30 Oklahoma Eserleri I (ABD) (2000)
31 Oklahoma Eserleri II (ABD) (2001)
32 Kalsruhe’den İade Edilen Pişmiş Toprak Heykelcik (Almanya) (2001)
33 Topkapı Sarayı Müzesi’nden Çalınan Kur’an-I Kerim (Kıbrıs) (2000)
34 Tutlingen’de Ele Geçirilen Eserler (Almanya) (2001)
35 Bremen’de Ele Geçirilen Eserler (Almanya) (2001)
36 Mermer Kabartma Levha (Almanya) (2001)
37 Bronz Dionysos Heykeli (İngiltere) (2002)
38 Zürih’de ele geçirilen eserler (İsviçre) 2004
39 Sultan II.Adbülhamit ve kızı Ayşe Osmanoğlu’na ait eşyalar (Paris) (2005)
40 Afrodisias Friz Bloğu (İngiltere) (2006)
41 Avusturya’da ele geçirilen eserler (Innsbruck) (2007)

42 Birleşik Arap Emirliğinden Ele Geçirilen Tarihi Eserler (B.Arap Emirliği) (2007)

43 Roma Dönemine Ait Yüzük (İngiltere) (2007)

44 Münih Başkonsolosluğumuza teslim edilen 4 Adet Sikke (Almanya) (2007)

45 İki Adet Mermer Stel Parçası (Almanya) (2007)

46 Laodikya Antik Kentinden Çalınan Bronz El (İsviçre) (2007)

47 Agora Örenyerinden Çalınan Heykel Başı (Almanya) (2007)

48 Balıkesir İli, Saraylar Açık Hava Müzesinden Çalınan Zırhlı İmparator Heykeli Başı (Almanya) (2007)

49 Kocaeli Fuar Alanından Çalınan Heykel Başı (Almanya) (2008)

50 Bremen Bitpazarında Ele Geçirilen 1182 Adet Eser (Almanya) (2008)

51 Hırvatistan Macelj Karayolu'nda Ele Geçirilen Eserler (Hırvatistan) (2009)

52 Sardis Kökenli Tıp Aletleri (ABD) (2009)

53 Efes Kökenli Stel (Almanya) (2009)

54 Avusturya Tarafından İade Edilen 4 Adet Eser (Avusturya) (2009)

55 Tatarlı Tümülüsü’ne Ait Ahşaplar (2010 Almanya)


Camii imamı, zeki ve sempatik. Üşenmeden, herkese, kündekari işçiliği, pencere kanatlarını, geometrik bezemelerde kosmos tahayyüllerini anlatıyor ve çatı altını göstererek, buna benzeyen bir cami daha var İslam dünyasında, kimse bilmez diyor. 2008 yılında ziyaret ettiğim, Şam’daki Emevi Camii’nin çatısını hatırlıyorum. İmam şaşırıyor, sonra da, mihraptaki patlıcan moru çinilerin restorasyonunda konan parçaların ne denli farklı tonda olduğunu gösteriyor. Gerçekten de, bu çirkinliği anlamamak için renk körü olmak lazım.
Ana yol, Aydınoğlu Mehmet Bey’in kızkardeşi Ümmü Sultan Türbesi önünde bitiyor. Türbenin kenarına konan kağıt mendil paketleri dikkatimi çekiyor. Çaput bağlama geleneği, Şamanizm’den günümüze kadar uzanır. Giderek, kağıt mendil bağlanıyordu. Bu kez, isteği olanlar, ısrarlarını paket mendiller koyarak iletiyorlar anlaşılan. Birgi’nin huzur dolu, sakin sokaklarında dolaşıyor, 1663 yılına tarihlenen Derviş Ağa Camii ile Evliya Çelebi’ye göre 70 hücreli Derviş Ağa Medresesi, 200 dükkan, iki han ve bir hamamdan oluşan külliye harabelerinin arasında dolaşıyoruz. Camii, yenilenmiş olmalı, pırıl pırıl, fakat, medrese ve hamam yıkıldı yıkılacak. Abartılı denecek kadar renkli bezenmiş Derviş Ağa Camiinin önünde neredeyse, göze çarpmayacak kadar, iddiasız beyaz mermerden bir anıt var. Aydınoğulları döneminde, devrin önemli tıp otoritesi kabul edilen ve Kitab’ül Talim, Kitab’ül Feride, Şifa’ül Eskam ve Deva’ül Alam isimli kitapların yazarı, Hızır Ali Beyin hatırasına, Cumhuriyet’in ilk yıllarında dikilmiş. Yazılışındaki özensiz ve imla bozukluğu dolu uslüp, bu taşın aynen muhafaza edildiğini, orijinal olduğunu belgeliyor.
Az sonra önünde durduğumuz Karaoğlu camii 1762 yılında kesme taşlardan yapılmış, Korint tarzı sütun başları, Anadolu Medeniyetlerinin bir sentezini yansıtıyor yüzyılların ötesinden.
Geniş avluya açılan bir kapının önünden geçerken, kaldırıma oturmuş, aralarında sohbet eden kadınlardan, izin isteyip avluya giriyoruz. Avlu kapısı, sokağı ayırmakla kalmıyor, sanki daha da geniş, ferah bir dünyaya açılıyor. Avlu çevresinde, aile büyüdükçe, sonradan yapılmış odacıklar dizilmiş. Kadıncağız dert yanmaya başlıyor. “ artık devir değişti, oğlum, geline uyarak Ödemiş’e taşındı, artık kimse bizimle beraber oturmak istemiyor. “ Geniş aileler dağıldı, çekirdek aile yaşamı, saygı, sevgi ve paylaşma değerlerini törpüledi. Artık, yaşlılar, bayram sabahları, çocuklarını beyhude bekliyorlar çoğu kez. Birgi’nin hoşuma gitmeyen tek yanı, her tarafta bol miktarda kahvehane bulunması oldu. Pek çok Birgi evini, “ eli böğründe “ tabir edilen çıkmalarını, aşı boyalı kapı ve yüklüklerini fotoğrafladım. Bozdağlar’ın karla kaplı zirvelerini seyrettik, sonunda da 7 km. ilerideki Ödemiş’e hareket ettik, gecelemek için. Ödemiş Öğretmenevi, 1919 yılında neoklasik mimari ile yapılmış, yeni bakımdan çıkmış güzel bir bina. Akşam saatleri caddeler kıpır kıpır. Ödemiş Kebabı tadıyoruz bir restoranda. Kebaptan ziyade köfte demek daha doğru sanırım. Köfteden çok da, köftelerin üzerine dizilmiş ekmek dilimleri daha lezzetli geldi bana, bir de koyun yoğurdu, kebabın yağını bertaraf etmek için servis ediliyor olmalı. Caddelere taşan vitrin ışıklarında, bir Anadolu kentinin nasıl, tek boyutlu hale düştüğünü, geleneksel değerlerin hızlı erozyonunu seyredip, omuzlarımızda günün yorgunluğu, odamıza döndük.


02.11.2009 (ÖDEMİŞ – TİRE )

Deliksiz bir uyku, sabahın köründe çalan telefonla bozuldu. Resepsiyondaki öğrenci kız, arkadaki okulun bahçesine park ettiğimiz aracın çekilmesini istiyor. “ kızım rüyanda mı gördün, bu saatte “ diyorum. Çaresiz, “ müdür beyin emri “ diyor, yılgın bir sesle. Oysa, akşam, resepsiyondan, oraya park edebileceğimizi öğrenmiş, hatta, kulübede oturan görevlinin istediği parayı da ödemiştim. Öğrencilere davranış biçimlerini , konaklayanlara da uygulamak gibi alışkanlıkları oluyor bazen, öğretmen evi yöneticilerinin. Çoğu kez de, sert ikazlarda bulunuyorum. Toplanıp, odadan çıkarken karşılaştığım müdür, herhalde, bakışlarımla kendisine ne denli saygı duyduğumu anlamıştır!
Büyük kentlerde, isteğe göre otel bulmak kolay, ancak, özellikle, Anadolu’nun küçük yerleşimlerinde, çok sorun yaşadığım için, daha huzurlu ve disiplinli olması nedeniyle öğretmen evlerini tercih ediyoruz. Pavyon çıkışlarında, otel odalarında yankılanan şuh kadın seslerini, sarhoş naralarını çok dinlediğimden, her şeye rağmen öğretmen evleri Anadolu gezilerimizde tercihimiz oluyor.
Gerçekten de aracımız cıvıl cıvıl öğrenci kaynayan okul bahçesinin ortasında kalmış. Bugün Ödemiş’in pazarı var, araçla kent içinde gezmek imkansız. Notumda bulunan Mehmet Ağa ( Derviş Ağa ) Camiini arıyorum, defalarca sormama rağmen, bir bilene rastlayamayınca, İlk Kurşun Köyü’nden geçen yol kenarındaki, 300 yıllık, 32 m. boy, 2 m. çapındaki anıt çınarı görüyor, kısa bir tur attıktan sonra, Kafkas halklarından Adigeler’in oluşturduğu köyden, güney yönünde, Tire’ye hareket ediyoruz. Yol boyunca, insanın hevesini kabartacak kadar çok sayıda fidan satıcılarının arasından geçiyoruz. 32 km. lik yol hemen bitiveriyor, Tire’deyiz. Yine öğretmen evi, iri, soğuk, sevimsiz bir bina, katlanacağız.
Tire’ye geliş nedenimiz, daha doğrusu planımız, yarın kurulacak olan meşhur Tire pazarını dolaşabilmek için. Tire çarşısında biraz dolaşıyor, sonra Derekahve’ye çıkıyoruz. Tire Belediyesinin işlettiği, yeşil tonların hakim olduğu, altımızdan şırıltılarla suların aktığı, tam da kafa dinlenecek, veya kafa bulunacak bir yer. Kafa bulma imkanı var mı bilmem, biz birer kahve söyleyerek kafa dinlemeyi tercih ediyoruz eşimle. Özellikle yürüyerek çıkıyoruz, yollar boyunca Tire evlerini, sokaklarını gözleme imkanı buluyor, hatta, altından sular akmayan, yol üzerinde kalmış köprüler görüyoruz.
Tire Camilerini dolaşmak, daracık sokaklarda bulabilmek için, sık sık esnafa sormadan mümkün olmuyor. Kaziroğlu camii’nin ahşap yeşil minaresi ne kadar ilginç ise, Yalınayak Camii ve hamamı da o derece hoş. Çoğu 14. ve 15. y.y’da yapılmış ve çarşının hengamesi içerisinde kalmışlar. Geleneksel çarşı, özelliğini kaybetmiş, sermayenin pompaladığı, ambalajlı ürünlere teslim olmuş.
Tire’nin arkasında Aydın Dağları eteklerindeki Kaplan Köyü Tire’ye 5 km. mesafede. Burada, yöresel ürünler ve bitkilerle yemek yapılıyor, okuduğum kadarıyla. Aracımızı alarak, sürekli tırmandıktan sonra, ağaçlar arasında bulunan restoranların önüne vardığımızda, aşağılarda uzanan Tire, kentlerimizin ne kadar genişlediğini bariz şekilde gösteriyor. Eski Tire’den uzaklaştıkça, katlı binalar ve siteler başlıyor. Kaplan Köyündeki iki restoran, nöbetleşe çalışıyor. Kaplan Dağ Restoran pazartesi, Kaplan Çam Restoran Perşembe günleri kapalı. İlginç bir çalışma tarzı. Çam restorana giriyoruz biz de, garsona bırakıyoruz seçim işini. Az sonra, haşlanmış turp otu salatası, çintar ( soğanla kızartılmış yabani mantar ), böbrek yağı ile yoğrulmuş kıymadan yapılmış Tire köftesi, kızarmış ekmek, az ileride gürül gürül yanan soba, keyfimiz yerine geliyor.
Tire’ye iniyor, Tire Müzesine giriyoruz. Arkeoloji Salonunda M.Ö 3500 ile M.S 1100 yıllarına tarihlenen heykel, stel, lahitler, etnografya salonunda ise, el yazması Kuranlar, geleneksel giysiler, ev eşyaları, halı ve kilimler sergileniyor. Müzenin karşısına İbn-i Melek Türbesi ve hemen yanında Aydınoğlu Süleyman Şah Türbeleri var. İbn-i Melek, fıkıh ve kelam konularında uzman bir bilim adamı, Süleyman Şah Türbesinde de, Aydınoğulları’nın kurucusu Mehmet Bey’in dördüncü oğludur. Bu kez, çarşının daha derinlerine semerciler, keçecilerin bulunduğu sokaklara giriyoruz. Pek çok yayında fotoğrafını gördüğümk semerci karşıma çıkıveriyor. Yine, elinde çuvaldızı, rengarenk semerler hazırlıyor. Soruyorum, “ hala semer alacak kadar, at, eşek var mı ? diye, köylerden çok müşteri geliyor, yetiştiremiyorum cevabını veriyor.
Hava kararıyor, birer çay içerek, odamıza çekiliyoruz. Biraz sonra, yandaki odadan, fütursuz konuşma ve kahkaha sesleri gelmeye başlıyor ve bitmiyor. Hışımla çıkıyor, kapılarını vuruyor ve saatin kaç olduğunu soruyorum. Utanıyorlar, sesleri kesiliyor, biz de yorgunluğa teslim olarak uyuyoruz.

03.10.2010 ( TİRE - SELÇUK efes, claros – SEFERİHİSAR teos )

Tire, civar köy ve yerleşimlerden gelen satıcı ve müşterilerle güne başlamış bile. Kahvaltı yapmadan pazarın kurulduğu cadde ve ara sokaklara ilerliyoruz.
Belediye hopörlerinden Pazar duası başlıyor, esnaf işini bırakıyor, halk durduğu yerde ellerini açarak, sessizce, “ bizlere alışverişlerimizde dürüst olmayı, aza kanaat etmeyi, helalinden kazanmayı nasib eyle “ diyerek biten duayı dinliyor ve sonunda okunan fatiha ile işlerinin başına dönüyorlar. Anadolu’da pek çok yerleşimde rastladığım bu seremoni, sanırım, Anadolu Türkmenleri’nin esnaf örgütünü de içeren Ahilik dayanışmasının devamı.
Ne güzel; alışverişte dürüst olmayı, aza kanaat etmeyi ve helal kazancı hatırlatan bir tören ile hayata ve ticarete başlamak. Köyden gelenler, önlerinde zeytinyağı, peynir, bulgur, türlü sebze meyve, kendi ördükleri yün çorap kazak v.s gibi ürünlerle müşteri beklemeye başlamışlar bile. İri ve ballı kuru incirlere dayanamayıp, epey alıyorum, kestaneden de öyle.
Bir keçeci dükkanının önüne geliyoruz. Dün görmemişiz, atadan gelen mesleği, özendirici ve renkli ürünlerle Tire dışına taşıma gayesi ile dolu Arif Cön ile ayaküstü sohbet ediyoruz. Yurt dışına birkaç parti mal göndermiş bile. Keçeden bot, çanta, yelek, dekoratif ürünler yapıyor, rengarenk ve çekici renklerde. Dayanamayıp, soğuk kış günleri, ayakları sıcak tutacağı belli olan botlardan birer adet alıyoruz.
Bu arada, Arif’e “ tak tak “ kebabı da denen kuyu kebabının, gerçekten sabah ezanından itibaren mi yenmeye başladığını soruyorum. Yüzyıllardır, Tire pazarına ürün satmak için akşamdan gelen köylüler, erkenden karınlarını doyurmak için kebap dükkanlarını doldururlarmış. Bize, halkın en rağbet ettiği dükkanı tarif ediyor. Dün ziyaret ettiğimiz caminin yanındaki küçük dükkanın giriş katı dolu. Çoğu başlarında poşuları ile köylüler masaları doldurmuş. Sanki, sabahın körü değil de, öğle saatlerinde bir lokantadayız. Üst kata çıkıyoruz, aileye ayrılmış salonda eşim ve benden başka kimse yok. Yağlı çorba ve üzerine pideler döşenmiş tak tak kebabını, büyük bir keyifle yiyor ve hiçbir rahatsızlık duymuyoruz.
Yöresel adıyla tak tak kebabı ( sanırım, pişen etlerin tahta yatak üzerinde satırla doğranırken çıkardığı tak tak sesinden kaynaklanıyor. ) akşamdan, pişmiş topraktan bir kuyunun içine konuluyor ve ağır ateşte sabaha kadar pişiriliyor Bu arada, alta konan geniş kaba dökülen yağlar, kırık pirinçlerle bir araya getirilerek tandır çorbası yapılıyor. Sabah 04.00’de açılan Tire Kebap salonlarına 10.00’dan sonra giderseniz, ne çorba, ne de kebap bulabilirsiniz. Önceleri, ihtiyatla yaklaştığımız tak tak kebabı, neredeyse bir tiryakilik oldu bizim için. Bu nedenle de, bu seneki Ege gezi programına da Tire’yi ilave ettik.
Tire’yi terk etme zamanı geldi, Selçuk’a yola çıkıyoruz. Antik çağlardan beri önemli bir yerleşim yeri olan Selçuk, aynı zamanda dünyanın en büyük açık hava müzelerinden birisi. Tarihi M.Ö 6000 yıllarına kadar uzanır ki; Ayasuluk kazıları, Erken Tunç Çağından Helenistik Döneme kadar, bu coğrafyada kesintisiz yerleşim olduğunu kanıtlamıştır. M.Ö 1050’de Helenler, M.Ö 700’ lerde Kimmer’ler, M.Ö 560 yılında Lidya’lılar, Büyük İskender ile Pers’lerin büyük mücadelesine kadar da Perslerin mekanı olmuştur. Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos tarafından M.Ö 300’ lerde, bugün ören yeri olarak bilinen Efes kenti kurulmuş, Bizans Çağında Hristiyanlığın, kutsal yerlere yakın olma arzusu kenti tekrar Ayasuluk tepesine taşımıştır. 1304’de Güneybatı Anadolu’da genişleyen Aydınoğulları Beyliğinin eline geçmiş, ancak, yine bir Türk Beyliği olan Osmanlılar tarafından, son Aydınlı Beyi Cüneyd ve ailesi katledilerek tüm Aydınoğulları toprakları ile birlikte bu bölge de Osmanlı hakimiyetine girmiştir.
Selçuk, ayrıca popüler bir üne sahiptir ki; ilk çöp şiş, bu bölgede çalışan kara trenlerde, ucuz bir yiyecek alternatifi olarak başlamış ve hızla tüm yurda yayılmıştır.
İki saat sonra Selçuk Saint John veya Saint Jean ( Yahya ) Bazilikası girişindeyiz. Bu arada, ikimizin de sahip olduğu Müze Kart’ın avantajlarından yararlanıyoruz. 20 TL’ye aldığımız Müze Kart, gezdiğimiz müze ve ören yerleri ile bedeli kat kat çıkarttı. Saint Jean veya John Kilisesi, Meryem’in yanında kalarak, İsa’nın doğumunun bir ahırda gerçekleşmesine nezaret eden ve İsa’yı Şeria ırmağına daldırarak, vaftiz eden Yahya’dan başkası değildir. Saint Paul ise, Güney Anadolu’da misyonerlik faaliyetlerine başlarken, bu topraklara da gelmiş, daha sonra Pagan inanca sahip Romalı’larca tutuklanmış, Petrus ile birlikte, hala netlik kazanmayan bir şekilde öldürülmüştür. St. Paul’ün ölümünden sonra, Saint John daha ünlenir.
Saint Jean İsa'nın yakın dostu ve havarisidir, İsa'nın yakalanıp çarmıha gerilişinden kısa bir süre önce annesini, arkadaşı ve havarisi olan St. Jean'a teslim etmiştir. St. Jean, İsa'nın çarmıha gerilişinden sonra Meryem Ana'nın Kudüs'te kalmasını sakıncalı bulduğundan onu yanına alarak Kudüs'ten kaçırmış ve buraya getirmiştir. Bu söylentiler efsanelerle karışsa da yine de gerçeklik taşıdığını kanıtlayacak göstergelerde bulunmaktadır. St. Jean, çağın en büyük kenti durumundaki Efes'i kendine hedef seçmiş, Meryem Ana'yı putperestlerin diyarına sokmak istemediğinden dolayı O'nu Bülbül Dağı eteklerinde sık ağaçlarla kaplı bir köşede yaptığı kulübede gizlemiştir. St. Jean'ın her gün gizli gizli onu ziyarete gittiği ve yiyecek içecek götürerek yokladığı bilinmektedir. Kutsal bakirenin tam 101 yaşına kadar Bülbül Dağındaki bu yerde yaşadığı ve burada öldüğü bilinir. St. Jean Meryem Ana'yı yine bu dağda kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği bir yere gömmüştür. Hristiyanlığın yayılmasından sonra kutsal bakirenin bulunduğu yere Hristiyanlarca "Haç" şeklinde bir kilise inşa edilmiştir. Bu ev papalık tarafından 1967 yılında Hristiyanlığın kutsal bir yeri olarak ilan edilmiştir. Burada 15 Ağustos'u izleyen ilk pazar günü ayin yapılır.
Selçuk Kalesinin altında yer alan Hristiyanların hac yeri olan bu bölgenin, hemen altında Aydınoğulları Beylerinden İsa Bey adına yapılan camii ve kırık minaresi gözüme çarpıyor, üzülüyorum. Bir de şunu düşünmeden yapamıyorum. Acaba, Aydınoğulları Hristiyan mabedi St. Jean Kilisesi ile Pagan Roma mabedi Artemis Tapınağının arasına inşa ettikleri güzel İsa Bey camii ile bir mesaj vermek istemiş olabilirler mi ?
Sırada, tüm yorgunluğumuza rağmen Efes Antik Kentini dolaşmak var. Burası, ayrı bir dünya. M.Ö 1050 yıllarında Yunanistan'dan gelen göçmenlerin de yaşamaya başladığı liman kenti Efes, M.Ö 560 yılında Artemis Tapınağı çevresine taşınmıştır. Bugün gezilen Efes ise Büyük İskender'in generallerinden Lysimakhos tarafından M.Ö. 300 yıllarında kurulmuştur. Şehir Romadan özerk bir şekilde Apameia Kibotos şehri ile ortak para bastırmıştır. Bu şehirler klasik dönemdeki Küçük Asya'da çok parlak yarı özerk davranmaya başlamışlardı. Lysimakhos, kenti Miletli Hippodamos'un bulduğu "Izgara Plan"a göre yeniden kurar. Bu plana göre, kentteki bütün cadde ve sokaklar birbirini dik olarak keser. Hellenistik ve Roma çağlarında en görkemli dönemlerini yaşayan Efes, Roma İmparatoru Augustus zamanında, Asya Eyaleti'nin başkenti olmuş ve nüfusu o dönem (M.Ö. 1.-2. yüzyıl) 200.000 kişiyi aşmıştır. Bu dönemde her yer mermerden yapılmış anıtsal yapılarla donatılır. M.S. 4. yüzyılda limanın dolmasıyla Efes'te ticaret geriler. İmparator Hadrian limanı birkaç kez temizletir. Liman kuzeyden gelen Marnas Çayı ve Küçük Menderes nehrinin getirdiği alüvyonlarla dolar. Efes denizden uzaklaşır. 7. yüzyılda Araplar bu kıyılara saldırır. Bizans döneminde tekrar yer değiştiren ve ilk kez kurulduğu Selçuk'taki Ayasuluk Tepesi'ne gelen Efes, 1330 yılında Türkler tarafından alınır. Aydınoğulları'nın merkezi olan Ayasuluk, 16. yüzyıldan itibaren giderek küçülmeye başlamıştır. Günümüzde bölgede, 30.000 nüfuslu turistik Selçuk ilçesi bulunmaktadır. Efes ören yerinde, Hadrianus Tapınağı girişindeki frizde Efes'in 3 bin yıllık kuruluş efsanesi şu cümlelerle yer alır: Atina kralı Kodros'un cesur oğlu Androklos, Ege'nin karşı yakasını keşfetmek ister. Önce, Delfi kentindeki Apollon Tapınağı'nın kahinlerine danışır. Kahinler ona, balık ve domuzun işaret ettiği yerde bir kent kuracağını söyler. Androklos bu sözlerin anlamını düşünürken Ege'nin lacivert sularına yelken açar... Kaystros (Küçük Menderes) Nehri'nin ağzındaki körfeze geldiklerinde karaya çıkmaya karar verirler. Ateş yakarak tuttukları balıkları pişirirlerken çalıların arasından çıkan bir yabandomuzu, balığı kaparak kaçar. İşte kehanet gerçekleşmiştir. Burada bir kent kurmaya karar verirler.
Doğu ile Batı arasında başlıca kapı durumunda olan Efes önemli bir liman kenti idi. Bu konumu Efes'in çağının en önemli politik ve ticaret merkezi olarak gelişmesini ve Roma Devrinde Asia eyaletinin başkenti olmasını sağlamıştır. Efes, antik çağdaki önemini yalnızca buna borçlu değildir. Anadolu'nun eski anatanrıça (Kybele) geleneğine dayalı Artemis kültünün en büyük tapınağı da Efes'te yer alır.
M.Ö. 6. yüzyılda bilim, sanat ve kültürde Milet ile birlikte en ön sırada yer alan Efes, bilge Herakleitos, rüya tabircisi Artemidoros, şair Callinos ve Hipponaks, gramer bilgini Zenodotos, hekim Soranos ve Rufus gibi ünlü kişileri yetiştirmiştir.
Efes, tarihi boyunca birçok kez yer değiştirdiğinden kalıntıları yaklaşık 8 kilometrelik geniş bir alana yayılır. Ayasuluk Tepesi, Artemision, Efes ve Selçuk olarak dört ana bölgedeki harabeler yılda ortalama 1, 5 milyon turist tarafından ziyaret edilmektedir. Tümüyle mermerden yapılmış ilk kent olan Efes'teki başlıca yapılar ve eserler aşağıda açıklanmıştır:
Dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı, antik dünyanın mermerden inşa edilmiş ilk tapınağı olup temelleri milattan önce 7. yüzyıla kadar gitmektedir. Tanrıça Artemis'e ithafen Lidya kralı Croesus tarafından yaptırılan yapı, Yunan mimar Chersiphron tarafından tasarlanmış ve dönemin en büyük heykeltıraşları Pheidias, Polycleitus, Kresilas ve Phradmon tarafından yapılmış olan bronz heykellerle süslenmişti. Büyüklüğü 130 x 68 metre ve ön cephesi diğer Artemis (Ana Tanrıça) tapınakları gibi batıya dönüktü. Tapınak hem bir pazaryeri, hem de bir dini müessese olarak kullanılıyordu. Artemis Tapınağı M.Ö. 21 Temmuz 356'da adını ölümsüzleştirmek isteyen Herostratus adlı bir Yunanlı tarafından yakıldı. Aynı gece Büyük İskender doğmuştur. Büyük İskender Anadolu’yu fethettiğinde Artemis Tapınağı’nın yeniden yapılması için yardım teklif etmiş fakat reddedilmiştir. Tapınaktan günümüze sadece birkaç mermer blok kalmıştır.
Celcus Kütüphanesi; Roma dönemi yapılarının en güzellerinden birisi olan yapı hem kütüphane, hem de mezar anıtı görevini üstlenmiştir. M.S.106 yılında Efes valisi olan Celsus ölünce, oğlu kütüphaneyi babasının adına mezar anıtı olarak yaptırmıştır. Celsus'un lahdi kütüphanenin batı duvarı altındadır. Cephesi 1970-1980 yılları arasında restore edilmiştir. Kütüphanede kitap ruloları, duvarlardaki nişlerde saklanıyordu.
Meryem Ana Evi; Bülbüldağı'nda İsa'nın annesi Meryem'in son yıllarını St. John ile birlikte geçirdiğine inanılan kilisedir. Hıristiyanlar için hac yeridir ve bazı papalar tarafından da ziyaret edilmiştir. Meryem'in burada öldüğü, mezarının da Bülbüldağı'nda olduğu düşünülmesine karşın Kitab-ı Mukaddes'de anlatıldığı gibi Meryem'in mezarı dönemin Selefkos’unda bugünün Silifke'sinde olduğu inanılmaktadır.
Yedi Uyurlar ( Eshab-ı Kehf ); Bizans döneminde mezar kilisesi haline getirilmiş olan bu yer, Geç Roma imparatorlarından Decius zamanında putperestlerin zulmünden kaçan yedi Hristiyan gencin Panayır Dağı eteklerinde sığındıkları rivayet edilen mağara olduğuna inanılır. Dünya üzerinde ilgili mağaranın kendi sınırları içinde olduğunu iddia eden 33 kent olmasına karşın Hristiyan kaynaklarının çoğuna göre kent Hristiyanlarca kutsal sayılan Efes'tir. Türkiye'de Yedi Uyurlar mağarası olarak en çok bilinen ve ziyaret edilen mağara ise dönemin önemli bir merkezi ve St. Paul'ün doğum yeri olan Tarsus'takidir. Eski ismi Arap kaynaklarında Efsus şeklinde geçen Afşin de bilim adamlarından oluşan bir heyete hazırlattığı rapor ve yerel mahkemede açtıkları keşif davası ile iddiasını arttırmıştır. Türkiye'deki diğer Eshab-ı Kehf ise Lice'dedir. Efes'teki bu mağaranın üstüne bir kilise yapılmış hali 1927-1928 yılları arasındaki bir kazıda ortaya çıkarılmış, kazı sonucunda 5 ve 6. yüzyıla ait olan mezarlar da bulunmuştur. Yedi Uyurlar'a ithaf edilmiş yazıtlar hem mezarlarda hem de kilise duvarlarında bulunmaktadır.
İsa Bey Camii; 1374-75 yılında Aydınoğulları'ndan İsa Bey tarafından Ayasuluk Tepesi'ne Mimar Şamlı Dımışklıoğlu Ali'ye inşa ettirilmiştir. Artemis Tapınağı ile Saint Jean Kilisesi arasında yer almaktadır. Anadolu cami mimarisinin ilk örneklerini sergileyen camide zengin süslemeler ve çiniler vardır. 19. yüzyılda kervansaray olarak da kullanılmıştır.
Hadrian Tapınağı: İmparator Hadrianus adına, anıt tapınak olarak inşa ettirilmiştir. Korinth düzenlidir ve frizlerinde Efes'in kuruluş efsanesi işlenmiştir.
Domitian Tapınağı: Şehirdeki en büyük yapılardan biri olduğu düşünülen İmparator Domitianus adına yapılmış olan tapınak Traianus Çeşmesi'nin karşısında yer almaktadır. Günümüze yalnızca temelleri ulaşmış olan tapınağın yanlarında sütunların bulundu¬ğu belirlenmiştir. Domitianus'un heykelinden kalanlar ise baş ve bir kol kısımlarıdır.
Serapis Tapınağı:: Efes'in en ilginç yapılarından biri olan Serapis Tapınağı, Celsus Kütüphanesi'nin hemen arkasındadır. Hıristiyanlık döneminde kiliseye dönüştürülen tapınağın Mısırlılarca yapıldı¬ğı düşünülmektedir. Türkiye'deki Serapis Tapınağı olarak Hrsitiyanlık'taki Yedi Kilise arasında olması sebebi ile Bergama'daki diğer tapınak daha çok tanınmakadır.
Meryem Kilisesi: 431 Konsül Toplantısı'nın yapıldığı yer olan Meryem Kilisesi (Konsül Kilisesi), Meryem adına inşa edilmiş ilk kilisedir. Liman Hamamı'nın kuzeyinde yer almaktadır. Hristiyanlık dinindeki ilk Yedi Kilise arasındadır.
Yukarı Agora ve Bazilika: İmparator Augustus tarafından inşa ettirilmiş, resmi toplantıların ve borsa işlemlerinin yapıldığı yerdir. Odeion'un önündedir.
Oktagon: Kleopatra'nın kız kardeşine ait anıtsal bir mezardır.
Odeon: Efes'in iki meclisli bir yönetimi vardı. Bunlardan biri olan Danışma Meclisi toplantıları zamanında üzeri kapalı olan bu yapıda yapılmış ve konserler verilmiştir. 1.400 kişilik kapasiteye sahiptir. Bu nedenle yapı "Bouleterion" olarak da adlandırılır.
Prytaneion (Belediye Sarayı): Prytan kentin belediye başkanı gibi görev yapardı. En büyük görevi kalın sütunları bulunan bu yapının içindeki kentin ölümsüzlüğünü simgeleyen kent ateşinin sönmemesini sağlamaktı. Prytan, Kent Tanrıçası Hestia adına bu görevi üstlenmişti. Salonun çevresinde tanrı ve imparator heykelleri sıralanmıştı. Efes müzesindeki Artemis heykelleri burada bulunmuş ve daha sonra müzeye getirilmiştir. Yanındaki yapılar kentin resmi misafirlerine ayrılmıştı.
Mermer Cadde: Kütüphane meydanından tiyatroya kadar uzanan caddedir.
Domitianus Meydanı:Domitianus Tapığınağı'nın kuzeyindeyer alan meydanın doğusunda Pollio Çeşmesi ve hastane oldupu düşünülen bir yapı, kuzeyinde cadde üzerinde de Memnius Anıtı yer alır.
Magnesia Kapısı (Üst Kapı) ve Doğu Gymnasiumu: Efes'in iki girişi vardır. Bunlardan biri kentin çevresindeki sur duvarlarının doğu kapısı olan, Meryemana Evi Yolu üzerindeki Magnesia Kapısı'dır. Doğu Gymnasiumu, Panayır Dağı eteğindeki Magnesia Kapısı'nın hemen yanındadır. Gymnasion, Roma Çağı'nın okuludur.
Herakles Kapısı: Roma Çağı sonlarında yaptırılmış olan bu kapı Kuretler Caddesi'ni yaya yolu haline getirmiştir. Ön cephesindeki Kuvvet Tanrısı Herakles kabartmaları dolayısıyla bu ismi almıştır.
Mazeus Mithridates (Agora Güney) Kapısı: Kütüphaneden önce, İmparator Augustus zamanında inşa edilmiştir. Kapıdan Ticaret Agorası'na (Aşağı Agora) geçilir.
Anıtsal Çeşme: Odeion'un önündeki meydan kentin "Devlet Agorası" (Yukarı Agora)'dır. Tam ortasında Mısır tanrıları tapınağı (İsis) bulunuyordu. M.Ö. 80 yıllarında Laecanus Bassus tarafından yaptırılan Anıtsal Çeşme, Devlet Agorası'nın güneybatı köşesinde yer alır. Buradan Domitian Meydanı'na ve bu meydan etrafında kümelenmiş bulunan Pollio Çeşmesi, Domitian Tapınağı, Memmius Anıtı ve Herakles Kapısı gibi yapılara ulaşılır.
Traianus Çeşmesi: Cadde üzerindeki iki katlı anıtlardan biridir. Ortada duran İmparator Trainus'un heykelinin ayağı altında görülen küre dünyayı simgeler.
Heroon: Efes'in efsanevi kurucusu Androklos adına yaptırılmış bir çeşme yapısıdır. Ön kısmı Bizans döneminde değiştirilmiştir.
Yamaç Evler: Teraslar üzerine inşa edilmiş olan çok katlı evlerde kentin zenginleri oturuyordu. Peristilli ev tipinin en güzelleri olan bu evler modern evlerin konforunda idi. Duvarlar mermer kaplama ve fresklerle, taban ise mozaiklerle kaplıdır. Evlerin hepsinde kalorifer sistemi ve hamam bulunmaktadır.
Büyük Tiyatro: Mermer Cadde'nin sonunda bulunan yapı, 24.000 kişilik kapasiteyle antik dünyanın en büyük açık hava tiyatrosudur. Çok süslü ve üç katlı sahne binası tamamen yıkılmıştır. Oturma basamakları üç bölümlüdür. Tiyatro, St. Paul'ün vaazlarına mekan olmuştur.
Saray Yapısı, Stadyum Caddesi, Stadyum ve Gymnasium: Bizans sarayı ve caddenin bir bölümü restore edilmiştir. At nalı biçimindeki Stadyum, antik devirde sportif oyunların ve yarışmaların yapıldığı yerdir. Geç Roma döneminde gladyatör oyunları da yapılmıştır. Stadyumun yanındaki Vedius Gymnasiumu ise hamam-okul kompleksidir. Vedius Gymnasiumu kentin kuzey ucunda, Bizans dönemi surlarının hemen yanında yer almaktadır.
Tiyatro Gymnasiumu: Hem okul, hem de hamam işlevine sahip büyük yapının avlu kısmı açıktadır. Burada tiyatroya ait mermer parçalar restorasyon amacıyla sıralanmıştır. Agora: 110 x 110 metre boyutlarında ortası açık, çevresi portikler ve dükkânlarla çevrili bir alandır. Agora, kentin ticari ve kültürel merkeziydi. Agora Mermer Cadde'nin başlangıç noktasıdır.
Hamam ve Umumi Tuvalet: Romalıların en önemli sosyal yapılarındandır. Soğuk, ılık ve sıcak kısımlar vardır. Bizans döneminde tamir görmüştür. Ortasında havuz olan umumi tuvalet yapısı, aynı zamanda toplanma yeri olarak da kullanılmıştır.
Liman Caddesi: Büyük Tiyatro'dan, bugün tamamen dolmuş olan Antik Liman'a uzanan, iki yanı sütunlu ve mermer döşeli Liman Caddesi (Arcadiane Caddesi), Efes'in en uzun caddesidir. 600 metre uzunluktaki cadde üzerine kentin Hıristiyanlık döneminde anıtlar yapılmıştır. Her birinde havarilerden birinin heykeli olan dört sütunlu Dört Havari Anıtı, caddenin hemen hemen ortasındadır.
Liman Gymnasiumu ve Liman Hamamı: Liman Caddesi'nin sonundaki büyük yapılar grubudur. Bir bölümü kazılmıştır. St. John Kalesi: Kale içinde cam ve su sarnıçları vardır. Efes civarındaki en yüksek noktadır.
Dedik ya; ayrı bir alemdir, Antik Efes Kenti, Anadolu’lu olmayı, Anadolu halklarının çocukları olarak yaşamayı, gurur kaynağı haline getiren, sayısız hazinelerimizden birisidir.
Efes Müzesindeyiz şimdi, bilmiyorum, kaç kez ziyaret ettik daha önce, ama, büyük bir keyif alarak dolaşıyor ve fotoğraf çekiyoruz.
Efes Müzesi, Efes ve çevresindeki Prehistorik, Miken, Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait eserleri bir araya getirmiştir. Müzedeki belli başlı eserler arasında Efes Artemis heykeli, yunuslu Eros, tavşanlı Eros, Eros başı, Priapos heykeli, mermer Artemis heykeli, Mısırlı rahip heykeli, İsia heykeli, çeşitli mitolojik tanrı heykelleri ve Sokrates başı bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Efes Müzesi’nde sergilenen eserler kentin buluntu yerlerine göre gruplandırılmıştır. Örneğin, peristilli ev tipinin en gelişmiş örneği olan Yamaç Evler ve ev buluntuları salonunda tıp ve kozmetik aletler, takılar, ağırlıklar, aydınlanma araçları, müzik ve dokuma araçları, ev kültü ve çeşitli yapılarda dekoratif olarak kullanılan heykelcikler, imparator ve tanrı heykelleri, büstler, mobilyalar bulunmaktadır. Salonun bir bölümünde Efes Yamaç Evler'den Sokrates Odası olarak bilinen bir oda fresk, mozaik ve çeşitli mobilyalardan oluşan dekoru içinde foto-mankenler ile düzenlenmiştir.
Müzenin Artemis salonunda, Artemis heykelleri ile Artemis mabedi ve sunağında bulunan eserler sergilenmiştir. Aynı zamanda burada arslan başı, Artemis tapınağının başrahibinin heykelleri ile altın, gümüş ve fildişi buluntular, torsolar sergilenmiştir.
Müzenin Çeşme buluntuları salonunda Roma döneminde yapılmış olan Zeus başı, Aphrodite heykeli, dinlenen savaşçı heykeli, Polyphemos heykel grubu, Augustus Mabedinin alınlığındaki heykel grubu, Pollio çeşmesinin havuz kenarı bulunmaktadır.
Müzenin İmparator Kültleri salonunda Efes’in en önemli anıtlarından biri olan Parth Anıtı yakın tarihlerde ortaya çıkarılan kabartmalar ve Viyana’dan getirilen bu anıtlara ait kabartma mulâjları sergilenmektedir. Roma İmparatorluk Döneminde altın çağını yaşayan Efes’teki kazılarda ortaya çıkarılan heykeller, portreler, Hadrianus Mabedine ait frizler de sergilenmektedir. Yeni buluntu salonunda ise Efes’e 15 km. uzaklıktaki Claros Apollon Kutsal Alanı’nda 1902–1997 yıllarında yapılan kazılarda ortaya çıkarılan buluntular sergilenmektedir.
Müzenin orta bahçesinde müze ile bütünlük oluşturan arasta bölümünde ise eski Türk kasabalarındaki ticaret yaşamı ve kaybolmaya yüz tutan çeşitli el sanatları da sergilenmiştir. Bunların arasında yaşamda önemli yer tutan tahıl öğütme sistemi ve gelişimi ile çeşitli tiplerde urganlar, tartı aletleri, kasaba berberi, gülyağı üretimi, bakırcılık ve gözboncuğu yapımını içeren arastanın tematik bölümleri de dikkati çekmektedir. Avludaki güney duvarı üzerinde bulunan alınlıkta Efes Augustus veya İsis tapınağı alınlıklarının benzerleri, Belevi Mezar Anıtı’ndan getirilen büyük bir lahit bulunmaktadır.
Efes Müzesinin hayran olduğum Efes Artemisi heykellerinin önünde kilitleniyorum adeta. Olypos Tanrılarının çılgınlıklarından uzak kalmış, öz be öz Anadolu’ya ait bir Tanrıçadır. Efes'te kazılarda ortaya çıkartılan 3 Artemis heykeli, çok memeli Artemis motifinin kaynağının Efes olduğunu gösterir. Efes'in çok memeli Artemis heykelleri tanrıçanın doğaya hakimiyetini ve her türlü uygarlığın koruyucusu olduğunu simgeler. Heykellerden birinin başında 3 katlı kule biçimli tapınak vardır. Bu, şehirlerin koruyucusu olduğunun sembolüdür. Ensesi, dolunay biçiminde bir diskle çevrilidir. Bu, onun bakireliğinin işaretidir (bozulmamış ay). Alnındaki hilal ise Ay tanrıçası olduğunun işaretidir. Diskin iki yanında beşer grifon, yani kartal başlı aslan vardır. Boynuna burç işaretlerinin yer aldığı kalın bir gerdanlık takmıştır. Gerdanlığın altında 4 sıra halinde, sayısı 17 ile 40 arasında değişen memeleri vardır (Polymastos yani çok memeli). Bunlar, tanrıçanın bolluk ve bereket simgeleridir. 6 kat halindeki eteği, dörtgen biçimli plakalara bölünmüştür. Her dörtgenin içinde aslanlar, boğalar, keçiler, grifonlar, sfenksler ve arılar kabartma olarak gösterilmiştir. Bunlar, Artemis'in doğa üstündeki egemenliğinin simgeleri olmalıdır. Efes Artemis heykelinin değişmez kutsal simgelerinden biri de 3 sayısıdır. Bu sayı ile Artemis'in üçlü karakteri dile gelmektedir; bakire, kadın ve anne.
Yine Müzede, tarih bilinci yoksunluğundan, yağmalanmasına seyirci kaldığımız Artemis Tapınağı maketlerini izlemekle yetiniyorum. Milattan önce 5. yüzyılda yapılmış olan Efes Artemis Tapınağı, dünyanın yedi harikasından biriydi. İlkçağ'da, Efes'te Artemis kültü son derece güçlüydü. Bu sebeple Efes, Anadolu'da Hıristiyanlığa karşı en büyük direnci gösteren kent olmuştur. Ancak Hıristiyanlık çok köklü bir şekilde yerleşmiştir. Efesliler, Hıristiyanlığı Meryem sayesinde benimsemişlerdi. Tanrıça Artemis'in pek çok özelliği, Meryem'e aktarılmıştır. Bu açıdan bakılınca Efes'te, Kybele, Artemis ve Meryem Ana kültleri, hiçbir kesintiye uğramamıştır.
Efes’ten 45 km. uzaktaki su kaynaklarından, kentin su ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılan su kemerleri, Bizans mirası olarak günümüze ulaşmış. Ayasuluk tepesindekiler yıpranmışlar, ancak, ısrarla arayıp bulduğum, Aydın yolu üzerinde, çukurda kaldığı için dikkatle bakmadan görünmeyen su kemerleri dimdik ayakta. İnat ederek, çok yoğun ve hızlı trafiğe rağmen aracı yol kenarına park edip, bin bir cambazlıkla karşıya geçip, refüjleri aşıyor ve inebildiğim kadar otların içinde ilerleyip, kısmen de olsa fotoğraflamayı başarıyorum.
Gerçekten yorulduk, başımız döndü. Amacımız, İzmir’in güneş ve deniz beldesi Ahmetbeyli’ye gitmek. Amacımız, böylesi soğukta plaj keyfi yapmak değil. Antik dünyanın üç kehanet merkezinden biri olan Claros’un sessiz ve sükunet dolu ortamında, biraz kafa dinleyerek, güzelim mermer sütunlar ve heykelleri arasında kaybolmak.
Claros’un ( Ahmetbeyli ) kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, MÖ.7 ve 6 yy. başında Kolophon’un baş tanrısı Apollo adına inşa ettiği sanılmaktadır. Dor uslübu ile yapılmış olan Apollo Tapınağı gizli güçlere sahip kahinleri ile dünyaca ünlüydü. Claros bağımsız bir kent olmamış, sürekli olarak Kolophon’a bağlı olarak gelişmiştir. MÖ.2 yy.’da yapıldığı sanılan Propylea’dan Apollo Tapınağı’na giden iki taraflı sütunlar ve heykellerle dolu bir kutsal yol bulunur. Propylea’da kâhine danışmaya gidenlerin yazdıkları kitabeler bulunmuştur. Cella’nın üstündeki Apollo Heykeli 7.5 metre yüksekliğindedir. Tapınağın önünde 2.5 metre uzakta anıtsal bir altar bulunmaktadır. Antik çağın ünlü kehanet merkezi olarak nitelenen Claros, XX.yy.ın başından başlayıp günümüze kadar gelen kazılarla tamamen ortaya çıkarılmıştır.
Tanrı Apollon’un Delphi’den sonra en önemli bilicilik merkezlerinin Anadolu’da olması nedeniyle Hellenistik dönemde (M.Ö.300-M.S.20) de büyük ün yapmış ve bu özelliğini Roma çağında da sürdürmüştür. Claros, Tanrı Apollon’a adanmış Anadolu’daki kutsal bilicilik merkezlerinin en önemlilerinden biridir. Buranın düzlükte kurulmasının nedeni vadideki kutsal su kaynağı ile onun hemen yakınında dişbudak ve defnelerden meydana gelen ormandır. Homeros başta olmak üzere Hellenistik ve Roma Çağı tarihçilerinden öğrenildiğine göre Apollon’un bilicileri mabedin altında bir mağaraya veya yer altı odasına girerek oradaki kutsal suyu içerler ve sonra bu rahipler sorulan soruları Apollon’un cevapladığını söyleyerek soruyu sorana, çoğu kez yoruma çok açık, biraz da anlaşılmaz bir dil ve şiirsel bir ifade ile cevap verirlerdi. Anadolu da Didyma Apollon mabedinden sonra en önemli bilicilik merkezi olan Claros’daki mabedin duvarlarında, sütunlarında uzak kentlerden ve ülkelerden Tanrının tavsiyelerini almaya gelen delegelerin isimleri, onlar için söylenen kehanetler yazılıdır. Ancak buradaki bilicilik Delphi ve Pythia’dan farklı olarak rahibe değil rahip tarafından yapılıyordu. Gelenlerin dileklerini rahibe ileten yazmanların yanı sıra biliciliği yapanlar da her yıl değişiyorlardı.

Claros Kolophon’a bağlı bir kehanet merkezidir. Bu yüzden 12 İon şehri arasında kabul edilmez. Özel bir statüye sahiptir. Antik Çağ ozanları Apollon’un kutsal alanı olarak bilinen bu yeri “Işıklı Claros” diye tanımlayarak övgü üzerine övgü yazmışlardır. XIX.yy.a kadar Claros’daki Apollon mabedi yalnızca antik çağ ozanlarının şiir dizelerinde yaşamış, nerede olduğunu ise hiç kimse öğrenememişti. Homeros’un anlattıklarından esinlenen K.Schuchhardt ve P.Wolter isimli iki araştırmacı bin bir güçlükle, at sırtında sıcağın kavurduğu İzmir’in güneyindeki Ales (Avcı Çayı) vadisini 1886’da araştırmışlardı. Sık çalılar arasında dolaşırken bir taraftan sürüngenler diğer taraftan böceklerle uğraşmışlar, bu arada Kolophon ve Notion antik kentlerinin duvarlarını, kulelerini içeren haritalar çıkarmışlardır. Ne var ki, bu iki antik kent arasından akan nehir (Avcı Çayı) alüvyonlarıyla Claros’u gizlemiş ve onun bulunmasını güçleştirmiştir.

Türk Müzeciliğini kurma çabaları içerisinde İstanbul Arkeoloji Müzelerinde görev yapan Th.Macridy ile Charles Pıcard, Claros’un Notion’un yakınında olabileceğini düşünmüş ve Ales vadisini araştırmaya karar vermişlerdi. Bu iki araştırmacı 1905’de çalışmalarını sürdürürken bir yandan da köylülerle konuşuyor, onlardan bilgi topluyorlardı. Nihayet bir köylü saban demirinin sürekli bir taşa takıldığını, tarlasını sürerken kendine engel olan bu taşı bir türlü kaldıramadığını onlara söyler. Bu ilginç haberden yararlanan Th.Macridy köylünün söylediği yerde hemen bir sondaj yapmış ve yivli bir sütunun üst kısmı ortaya çıkmıştır. Bu yivli sütunun olduğu yerde kazı alanını daha da genişlettiler. Bulunan bu sütunun Apollon Mabedinin anıtsal girişine (Propylon) ait olduğunu anlamakta gecikmediler. Denizden gelenlerin kutsal alana girişini sağlayan Propylon yaklaşık kare plânlı, dor üslûbunda, üç basamaklı kaidesi olan bir yapı olduğu da böylece ortaya çıktı. Bu sütunların, duvarların iç yüzlerinde M.S.II.yy.da yazılmış kitabeler çalışmalar ilerledikçe çıkmaya başladı, bu arada bir de yalnızca ticari işlevi olan bir girişin kolonları da bulunmuştur.

I.inci Dünya Savaşının başlaması, Claros çalışmalarını engelledi. Aradan uzun bir süre geçtikten sonra 1950 de Claros yeniden araştırılmaya başlandı. Bu kez kazılara, eski kitabeler uzmanı Louis Robert, Jean Robert, Roland Martin ve Mimar P.Bonnart’dan meydana gelen bir ekip yürüttü. Bu kez kazı çalışmaları propylon’un kuzeyine kaydırıldı ve kutsal yol boyunca sıralanmış bir dizi anıt ortaya çıktı. Roma çağında burada yaşamış valilerle önde gelen yöneticilerin, varlıklı kişilerin heykellerinin kaideleri ile onlardan söz eden kitabeler bu çalışmalarda bulundu. Kutsal yol boyunca kazılar yürütüldü ve Apollon Mabedinin doğu cephesi ortaya çıktı.
Claros kazılarını 1988’de Prof. Dr. Juliette de la Geniere başkanlığındaki Fransız ekibi tamamladı.

Çok eski tarihlerden itibaren Claros’da İonyalıların yaşadığını o zamanlarda burasının kutsal olarak nitelendiği, adaklar yapıldığı biliniyordu. Apollon kültü oldukça hoş gönüllüydü; eğer bir kişi boğa kurban edecek kadar varlıklı değilse pişmiş topraktan bir boğa sembolünü sunduğu da oluyordu. Bu arada Mısır inancının timsah tanrısı Bobek’i simgeleyen altın telkârili mısır pandantifleri, Apollon’un heykelcikleri de kült mahalline bırakılıyordu. Adakların Tanrı Apollon’a layık olabilmesi için M.Ö. VI.yy.ın ortalarında Kral Cresus 12 x 6 m. boyutlarında anıtsal bir sunak yaptırmıştı. M.Ö. III.yy.a kadar Apollon’a yapılan adaklar hep bu arkaik sunak üzerinde yapılmıştır. Sunağın çevresinde biriken adak eşyaları İonyalıların bolluk ve rahat ortamda yaşadıklarını göstermiştir.

M.Ö. III.yy.ın başlarında Kolophon’un yıkılması , burada yaşayan insanların göç etmelerinin yanı sıra büyük bir olasılıkla Apollon Mabedi de yağmalanmıştır. Bundan sonra Ales vadisinde koşullar değişmiş, bir yanda Kolophon önemini yitirirken büyük İskender de
rüyasında, Pagos dağında uyurken bu çevrenin yakınında Smyrna (İzmir) kentinin kurulmasını başta Apollon olmak üzere Olympos tanrılarının istediğini görmüştür.

Claros’daki Apollon Mabedi uzun kenarında on bir, kısa kenarında altı sütunun bulunduğu beş basamaklı (krepis) bir kaide üzerinde yükselen peripteros tipinde bir yapı idi. Şiddetli depremlerle yıkılan mabedin sütunları, sütun başlıkları çevreye dağılmıştı. Mimari elemanlar mabedin M.Ö.IV.yy. sonunda veya Hellenistik dönemin başında yapıldığını göstermektedir. Arşitrav üzerinde bulunan bir kitabe ise mabedin İmparator Hadrianus (M.S.76-138) tamamlandığına işaret etmektedir. Ancak Cella’daki kalıntılar, aynı yerde daha önceki tarihlerde yapılmış bir başka Apollon mabedinin var olduğunu kanıtlamaktadır. Dor üslûbundaki bu mabet İonia’da Hellenistik dönemde yapılmış tek mabet oluşuyla da ayrı bir önem taşımaktadır. Apollon mabedinin girişinde (pronaos) biri kuzeye diğeri de güneye giden birbirine paralel iki geçit ortaya çıkarılmıştır. Bunlar bir süre sonra dik bir kıvrım yaparak tek bir geçide dönüşür ve sonra yeniden ikiye ayrılarak mabedin kutsal odası (adyton)’na ulaşırlar. Naos’daki Apollon heykelinin altına rastlayan adyton kemerli iki ayrı salondan oluşur ve ilk bakışta burasının özel bir konumu olduğu hemen anlaşılır. Apollon rahiplerinin bilicilik törenlerinde kullandıkları adytonun ilk salonu daha çok bekleme odası niteliğinde olup burada bilici ile yazmanlar oturuyorlardı. Taş oturma sıralarının yanı sıra Apollon’un kutsal taşı amphalus onun tanrısal gücünü yansıtıyordu. Zaman zaman törenlerin yapılıp duaların okunduğu bu yerde ilahiler de söylenirdi. Adytondaki ikinci kapıdan içeriye yalnızca bilicilerin girdiği ve başka bir çıkışı olmayan adytonun ikinci odasına geçiliyordu. Bilici buradaki dikdörtgen kuyudan kutsal kaynak suyunu içerek kendisini arındırır ve sonra sorulanları ezbere şiirsel bir dille yanıtlardı. Louis Robert 1950’li yıllarda mabedin 27 m. doğusunda, kolonilerden gönderilen adakların bulunduğu anıtsal bir başka sunağı ortaya çıkarmıştır. Bu sunakla mabet arasında büyük kurbanların, boğaların törenle kesilebilmesi için o güne kadar rastlanmayan ilginç bir tertibatla karşılaşılmıştır. Burada kurbanların öldürülmeden önce bağlandıkları demir halkalı dört sıra blokla karşılaşılmıştır. Kazılar kurban halkalarının yüzden fazla olduğunu göstermiştir. Araştırmalar daha da derinleştirilmiş ve kuzeye yöneltilmiştir. Bu kez de Artemis mabedi ile karşılaşılmıştır.

Gariptir, oldukça küçük olan Claros ören yerinin kapısı açık, bekçi kulübesi kapalı, hemen önümüzdeki toprak yoldan traktörüyle geçen köylüler, dönüp dönüp bakıyorlar bize, bu mevsimde burada ne işleri var diye. Sessiz ve kimsesizlik, melankolinin kucağına itiyor yavaş yavaş. Havayı dağıtmak için; “ dönülmez akşamın ufkundayız “’ a başlıyor, eşimin alkışları ile aracımıza binip Seferihisar’a gaza basıyoruz.
Her zaman dikkat etmişimdir, mevsiminde kalabalık ve şirin olan yerlerde, mevsim dönüp de herkes çekilince, ortalığa ne hikmet ise garip bir hüzün çöküyor. Ege sahillerinde bu ruh hali ile dolaşıyoruz. Umudumuz Seferihisar’da. 20000 nüfusu ile, yalnızlığın sıkıntısından kurtulacağız umuduyla giriyoruz. Bu kez de, yoğun, kaotik bir yerleşim merkezinde aracı park etmek sorun oluyor. Nereye park etsek, tam ayrılırken birisi gelip, “ kaldır aracı buradan “ diyor. Amacımız, dünyada yeni bir trend olan Cittaslow hareketine Türkiye’den ilk müracaat eden Seferihisar’ın, diğer yerleşimlerden ne denli farklı olduğunu gözlemlemek. Cittaslow hareketi, 1999 Ekiminde Toskana bölgesinde başlayıp, hayat kalitesini, geleneksel yaşam normları ile yavaşlatmak yani bir anlamda tansiyonu düşürerek, yaşanabilir, ekolojik değerlere saygı duyan yaşam yerleri oluşturmak. 50000 nüfusun altında olup, Cittaslow organizasyonun değerlendirme kriterlerinin yarısını çözebilmiş müracaatlar, Cittaslow ağına katılabiliyor. Bu arada; aklıma, Büyükçekmece ve Şarköy sahillerinin Mavibayrak alırken, ilk kriter olan “ numune alma yöntemlerine ve numune alma takvimine uyulmalıdır. “ şartının ne denli yerine getirildiğini düşünmeden yapamıyorum. Böylesine kaotik ve düzensiz bir kentin, Cittaslow kriterlerini karşılayıp ağa katılmasının mucize olacağını düşünüyorum açıkçası. Sonunda park yeri bulamayınca, araçla merkez ve kenarında bir tur atıp, puslu bir havada, güneşin şenlendiremediği Sığacık’a gidiyor, kale içinde daracık sokakları dolaşıp, kedileri seviyoruz. Tabii, 5 km. ilerideki, antik Teos kentinde, yine başlayan yağmur altında, ayağa kalkmış iki yivli sütun ve yerlerdeki sütun parçaları ve mermerlerden oluşan Dionysos tapınağını, ilerideki Tiyatroyu dolaşıyoruz, buraya gelmişken. Hava kararırken, Seferihisar kaotik merkezinden kaostan hayli uzakta, yeni tesis edilmiş, pırıl pırıl öğretmen evine kapağı atıyoruz. Yemek sonrası, günün değerlendirmeleri, yarın ki planlar derken, yorgunluğun verdiği rehavet esir alıyor bizi.

04.10.2009 ( SEFERİHİSAR - BERGAMA )

Bugün kuzeye çıkacak ve Şarköy’e gideceğiz. Manisa’dan geçerken Akhisar’da Köfteci Ramiz’e uğramak alışkanlığımız olmuştu. Ancak, çağa uyup, isim hakkı vererek, her mahallede Köfteci Ramiz açılınca, bırakın Akhisar’a uğramayı, Bakırköy’de evimizin 300 m. yanındaki salona gitmek dahi gelmiyor aklımıza. Anlaşılan, her şey zor ulaşıldığında keyif veriyor. Artık, sezon bittiği için yollar boş, ama, en önemlisi, beğensek de beğenmesek de, tüm yolların duble yol olması, sürüş gerginliği, en önemlisi sollamalardan meydana gelen kazaları bitirdi.
Bergama’ya uğramadan olmaz. Bergama Akropolisi ve dünyanın en dik antik tiyatrolarından Bergama Tiyatrosunu, uzun yıllardır ziyaret etmemiştik. Hasret gidermemiz gerek.
Antik adıyla Pergamon şehrinin ilk yerleşim alanı Akropol. Akropol Yukarı Kent anlamına gelen Akropol ören yerinde 1874 yılında başlayan kazılarda görkemli şehir ile birlikte bir çok eser ortaya çıkarılmış.
Şehrin en yüksek yerinde kral ailesinin ve ileri gelenlerinin yaşadığı saraylar ve tapınaklar bulunurken, halkın ise aşağı şehirde yaşadığı anlaşılmaktadır.
Akropolün en görkemli eseri, Pergamon Kralı II. Eumenes tarafından Galatlara karşı yapılan savaşın kazanılmasının anısına inşa edilen Zeus Sunağıdır. Ancak Zeus Sunağı, bundan yaklaşık 130 yıl önce, Alman kazı ekibi tarafından Berlin’e götürülmüş olup, Akropolde sadece kaideleri bulunmaktadır.
Akropolde ayrıca, bu gün de dünyanın en dik tiyatrosu özelliğindeki 15 bin kişilik bir tiyatro, antik çağın ünlü 200 bin ciltlik Bergama Kütüphanesi’nin kalıntılarıyla birlikte, saraylar ve tapınaklar bulunmaktadır.
Kalenin doğu duvarı boyunca kralların oturdukları saraylar ve bağlı yapılar yer almaktadır. Bunlar Akropolün en yüksek kesimini kaplar ve bugün yalnız temelleri kalmıştır. Sarayların üst yapıları oldukça sade ve planları prestijli ev tipindedir. Odalar sütun bir avlu çevresinde toplanmıştır. Sarayların Bergama krallarının adlarıyla anılması genel kazı buluntularına dayanmaktadır. Çünkü yazıtlarda bir belge ele geçmemiştir. En kuzeydeki yapı grupları kuzeyden güneye doğru I. Attalos, I. Eumenes, II. Attalosun sarayları olarak anılır. En güneydeki büyük sarayda yapı taşı olarak kullanılan Bergama sunağının taşları tarihler için ipucu olmaktadır. Bu sarayın kuzeydoğu köşesinde mozaik döşemeli bir sunak bölümü yer alır. Kuzeybatı odasında da mozaik süslere rastlanmış ve sanatçı Hephaistion imzasını taşımaktadır. Sarayların kendi gereksinmeleri için iki sarnıcı bulunmaktadır.
Bergama her aklıma gelişte, içimde fırtınalar kopar. Zira, Carl Humann aklıma gelir. 1865 yılında, İzmir- Dikili yol inşaatı, Almanlar’a verilir. Bu işte görevlendirilen mühendis Carl Humann, çalışmaya başlar, ancak, dolgu için çok taşa ihtiyaç vardır. İşçiler, Bergama Akropolü ve civarını gösterirler, Humann, Zeus Sunağı, Artemis ve Troyan Mabetlerinin harap olmuş sütun, kiriş ve diğer parçalarını görünce, yol çalışmalarını bırakır, Alman Müzeri Müdürünün desteğiyle, sahile Dikili ve Çandarlı’ya, buradan da Almanya’ya gönderiyorlar. Hatta, zamanın Osmanlı Yönetiminden kazı izni alır ve “ çıkan taşlar sizin, altınlar bizim olsun “ şeklinde bir de anlaşma yaparlar. Sunak, 1930 yılında, Berlin’de Müze Adası’da Bergama Müzesi adı ile teşhire açılır. Bir de vasiyeti vardır, Carl Humann’ın, öldüğü zaman, Bergama’da Zeus Sunağı’nın yanına gömülmek ister. Bu da yerine getirilir. Hasret çektiği ülkesine dönemeyen Nazım Hikmet’in;
“ Ölürsem, Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni “ şiirine inat, Bergama’da istediği yere gömülür.
Bereketli Bergama ovasını seyrederken Antik Tiyatro’dan bunları, düşünüyorum. Ardından Bergama Müzesini ziyaret edip, buranın simgesi Aizonai Afroditi’ni bir kez daha seyrediyoruz. Sonra, Ayvalık yönüne devam ediyoruz. Hava kararırken Şarköy’deyiz. Buraya gelmemizin amacı, Kırklareli’nde askerlik görevi yapan oğlumuzu ziyaret etmek, İstanbul dönüşünde de, Kırklareli Kapaklı köyümdeki dolmenleri görmek.
Programımızı harfiyen uyguluyor, hasret giderme sonrası, Kırklareli’ne bağlı Kapaklı köyüne geliyoruz. Trakya’nın pek çok yerinde rastlanıyor menhir ve dolmenlere. Menhirler, toprağa dikine saplanmış, bazı bilim adamlarına göre fallik anlamlar da yüklenen, Fransa’daki örneklerinde olduğu gibi, boyları 20 m. yi bulabilen uzun kayalardır. Dolmenler ise, yan yana aralıklı olarak dizilmiş birkaç büyük yassı taş ile, bunların üzerine yatay olarak yerleştirilmiş yine yassı taşlardan oluşmuş odacıklardır. Dünyanın pek çok yerinde rastlanan dolmen ve menhirler, Erken Demir Çağının kapsadığı M.Ö 1800-800 yıllarına tarihlenir.
Kime sorsak, dolmenleri anlatamıyoruz. Bir kahve önünde iniyor ve köylülere aradığımız şeyleri anlatmaya başlıyoruz. Meğer onlar türbe gibi kullanıyorlarmış dolmenleri. İçlerinden birisi, “ zor bulursunuz, ben gelip göstereyim “ diyor, gerçekten de tarif üzerine bulamayacağımız bir tarlanın kenarında rastlıyoruz. 1.5 m. civarında üç yassı taşla çevrilmiş alanın üzeri, daha büyükçe bir yası taşla kapatılmış. Köylülerin dediği gibi, içinde, bir taşın üzerine dizilmiş mumları görüyorum. Dilek yeri olarak kullanılıyor anlaşılan, 3000-4000 yıllık mezar olduğu sanılan bu mekanlar.

Sonunda, İstanbul’a, kaos’a, torunuma ve evimize kavuşuyoruz.


Bu yazıda söz konusu olan yerlerin fotoğraflarını www.picasaweb.google.com/metindenizmen adresinde görebilirsiniz.

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..