Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ağustos '09

 
Kategori
Türkiye Ekonomisi
 

Emeği sömürmek Türkiye'nin sonunu getiriyor

Emeği sömürmek Türkiye'nin sonunu getiriyor
 

Bu milleti zenginleştirin artık


İki dost bir araya gelse öncelikli konu "Ne olacak bu Türkiye'nin durumu" olur. İkinci konu ise büyük olasılıkla "Havalar da çok soğudu" ya da mevsime göre "Bu yıl sıcaklar da çok kötü bastırdı" olur. Tabi sonra sıra geçim sıkıntısına gelir ve hemen herkes aldığı ücretten şikayet eder. Emekli de, çalışan da, çalışmayan da eline geçen gelir ile geçinemediğini vurgular, hükümete de söylenir, çalıştığı işyeri sahibine de söylenir. Bu düzen de yıllardır böyle sürer gider. Fakat, hiç bir şey düzelmez. Çünkü, hepimiz anlık düşünüp, anlık yaşıyoruz. Bataklığı değil de, bataklığın ürettiği sivrisineklerle savaşıyoruz. Sivrisinekleri öldürdüğümüzü sanıyor, fakat bakıyoruz ki aynı bataklıkta aynı sivrisinekler yine türüyor.

Bu örneğimdeki bataklık Türkiye'dir. Türkiye ekonomisinin yapısır. Sivrisinekler ise bu ekonominin ortaya çıkardığı siyasal partilerdir. Bu bataklıktan ve bu bataklığın ürettiği sivrisineklerden ortalığa saçılan hastalıklar ise, bir türlü düzelemeyen ekonomik hastalılardır. Hattâ, bırakın düzelmeyi, belirli sürelerde krize bile giren ekonomik hastalıklardır.

Anadolu toprakları her bakımdan çok önemlidir. Bu önemin en başında Anadolu'nun bir yarımada olması yatar. Fakat, dünya üzerinde yarımadada bulunan birçok ülkenin toprağı da vardır. O halde Türkiye'nin Anadolu'sunu bir yarımada olarak kıymetli kılan nedir? Elbette, doğudan batıya doğru uzanmış olmasıdır. Eğer zamanınız varsa ve kütüphanenizde de bir atlas varsa, bakın bakalım Türkiye gibi kaç ülke enlemesine uzanan bir yarımadada bulunuyor?

Bu neden önemlidir? Böyle bir yarımadada bulunmamızın en büyük yararı bol su kenarında topraklarımızın var olduğunu sağlar. Denizlerden ve iç denizlerden başka bol miktarda göle sahip olmamızı da sağlar. Bütün bunların yanında bir de bol miktarda ırmaklara sahip olmamızı sağlar. Bütün bu değerlerin yanında ekvator kuşağına paralel uzanan böyle bir yarımadada dört iklimin de aynı mevsim döneminde, ülkenin değişik coğrafyasında yaşanması görülür. Kuzeyde kar, iç kesimlerde karasal iklim yaşanırken, güneyde insanlar denize girer. Ülkenin bir ucunda insanlar kış sporları yaparken, güneyinde yaz sporlarını rahatlıkla yapar.

İşte, Anadolu topraklarının bereketi bu ekvatora paralel uzanmasından kaynaklanmaktadır. Bütün iklimlerde yetişen tarım ürünlerine yakın zamana kadar sahiptik. Dünyada kendi kendisini doyurabilen dört-beş ülke içindeydik yakın zamana kadar. Bu durum geçmişte de aynen böyleydi. O nedenle de bütün uygarlıkların beşiği Anadolu toprakları olmuştur. Çünkü, insanlığın bütün zamanında en büyük gereksinimi olan su ve tarıma uygun iklim koşulları bu topraklarda oluşmuştur.

Mezopotamya'da ortaya çıkmış olan büyük Sümer uygarlığı ve bu uygarlığın sonrasındaki Babil uygarlığı Anadolu topraklarının da her alanda gelişmesini sağlamıştır. Nitekim Mezopotamya'da M.Ö. 3500 ilâ 2000 yılları arasında yaşamış olan Sümer uygarlığı, site diye adlandırdığımız kent devletlerini kurmakla kalmamışlar, astronomide de çok ileri düzeylere gitmişlerdir. Bütün bunların yanında, yani Sümerler'in bugünün uygarlığına kattığı büyük değerlerin yanında tarımda da ileri gittikleri ve değişik tarım ürünleri yetiştirdikleri bilinmektedir. Ve işin en güzel yanı da yetiştirmiş oldukları bu tarım ürünleri ile çevre uygarlıklarla da ticarete başlamalarıdır. Böyle bir ticaretin güzel yanı elbette yeni gereksinimlerin karşılanması sırasında bulunan yeni uygarlık araçlarıdır. Örneğin, Sümerler tarla sürerken, bu sürme işinin daha kolay yapılabilmesi için tekerliği bulmuşlardır. Böylece uygarlık yaşantımıza tekerlek girmiştir. Sonra, ticaret yayıldıkça alış veriş artmıştır. Takas usulü ile yapılan ticaretin kayıt altına alınması için yine Sümerler rakam denen işaretleri bulmuşlardır. Yani, Sümerler, yazıyı falan ilk aşamada bulmamışlardır. Ancak, yazının gelişmesini sağlayan rakamları ortaya çıkarmışlardır. Sümerlerin o andaki derdi, yapmış oldukları ticareti kayıt altına almak için birşeyler bulmaktı. Yazı bulmak gibi bir dertleri yoktu. Yani, tekerlğin de, rakamın da ortaya çıkması Sümerler'in ticari hırsları nedeniyledir.

Yine bir Anadolu parçası olan Ege kıyılarında bu kez Lidyalılar parayı kullanıma sundular ve ticarette takas usulünün yerini para almaya başladı.

Böylece, her hangi bir mal, değeri kadar bir başka malla takas edilmek yerine, değeri kadar madeni içeren parayla alınıp satılmaya başlandı. Elbette bütün bu oluşumlar çok çok prototip buluşlardır. Aradan geçen zaman içinde Sümerler rakamdan yazıya da geçtiler. Çivi yazısı değişimler geçirerek değişik uygarlıklarda değişik sembollerle kullanılır oldu. Para ise kullanımı çok değişik kurallara bağlanarak günümüze kadar değişik birimler adı altında değişik ülkelerce kullanıla geldi. Parite adı altında dünyada kullanılan paralar bir değer altında dengelenmeye çalışıldı.

Bütün bunların nedeni tedavül araçlarının eşit bir biçimde kullanılabilmesi ve yapılan ticaretin bütün taraflara adilce kazanç sağlamasıydı.

İnsanlığın evrimi de elbette dünyanın geliştirmekte olduğu evrime ayak uyduruyordu. Kölelik ortadan kaldırılıyordu. İşçilerin satacak oldukları tek şeyleri ortaya çıkıyordu: Emekleri. Sanayici ürettiği sanayi ürününü, çiftçi ürettiği tarım ürününü, sanatçı yarattığı sanat ürününü, zenaat ustası ürettiği küçük el işlerini satıp paraya çeviriyor ve para kazanıyordu. Sonuçta, hepsi satmış olduğu ve belli bir maliyeti çıkarılan ürün satıyorlardı. İşçi emeğini nasıl satacaktı? Ortada somut bir şey yoktu ki! Ona da karar verenler ya ülkeyi yönetenler oldu ya da işçinin emeğini satın alan işadamları oldu. İşçinin bir günde yiyebileceği gıdayı hesapladılar. Temel masraflarını hesapladılar. Elbette bunlar hesaplanırken emeğini satan bir insanın köleden farksız yaşam koşulunu dikkate aldılar. Yani, en kötü beslenme, barınma koşulları altında hesap yapıldı ve emeğini satan insana bir gün yetecek para "en az" yani "asgari" ücret olarak hesaplandı.

Bize göre batıda kalan ülkeler, Avrupa devletleri, ABD; bize göre doğuda kalan Japonya gibi ülkelerde ve güneyimizde bulunan Kuveyt gibi birkaç Arap ülkesinde ekonominin değişik unsurları sayesinde büyük kârlar elde edildi. Bu kârlar ülkeleri zengin etti ve emeğini satan işçilerin yaşam standartları arttı. Böylece asgari ücret denen hesaplamalar da yükseldi. Çünkü, bu gibi zengin olmuş ülkelerde sanayici ürettiği malı yine işçilere satmak zorundaydı. Geliri az olan işçiye hangi malını satacaktı sanayici? Bu nedenle işçisinin ücreti artmalıydı ki, sanayici ürettiği malları işçisine satıp, işçisine verdiği parayı geriye almalıydı. Nitekim böyle oldu. Gelişmiş ülkelerde işçi de zenginleşti. İşçi zenginleşince ülke ekonomisi de zenginleşti.

Şimdi tüm bunlardan sonra gelelim iki dostun "Ne olacak bu Türkiye'nin durumu?" tartışmasına.

Türkiye hâlâ geri kalmış ülkeler düzeyinde emeğini satan işçilere asgari ücret verme cingözlüğü içinde. Bütün ekonomik dolaşım elemanlarının değeri günün ekonomik koşullarına göre ayarlanır ve hattâ petrol fiyatları borsa gibi ekonominin anlık durumuna göre düzenlenirken, emeğini satan işçiye bir yıllık ya da altışar aylık ücret artışları yapılıyor. Bu artışlar da komik ötesi ve insaf sınırlarının çok çok altında olduğundan, bir tek emek denen ekonominin tedavül aracı gerçek değerine yükselemiyor. Böylece de emeğini satan insanlar, sattıkları emeklerinin karşılığında anca karınlarını doyurabiliyorlar. Fakat, bunun sonucu elbette emeği asgari ücretle sömürme cingözlüğünde bulunan politikacıları da ve sanayicileri de vuruyor. Hemen hemen her beş yılda bir büyük ekonomik kriz gelip Türkiye ekonomisini sıfırlıyor. Çünkü, ülke içinde ekonomik çarkları döndürecek olan işçi sınıfının alış veriş yapma gibi bir durumu kalmıyor. Böylece ülke içi üretilen mallar üretildiği gibi kalıyor ve alıcı bulamıyor. Sanayici satamıyor, satamayınca üretemiyor, üretemeyince işçi çıkarıyor, satamayınca kazanamıyor, kazanamayınca vergi veremiyor, vergi veremeyince devletin bütçesi açık veriyor, devletin bütçesi açık verince kamunun elinde olan üretimlere zam yapılıyor, vergiler arttırılıyor... Bu kısır döngü her beş yılda bir ortaya çıkıyor. Fakat, ne hükümetlerin ne de sanayicilerin aklına işçi ücretlerine büyük zamlar yapmak geliyor. İşte son dünya ekonomik krizinde bütün dünya gibi bizim sloganımız da aynı olmadı mı? Neydi o slogan:

"Herkes dışarıya çıksın ve alış veriş yapsın"

Hadi gelişmiş ülkeleri anlarım da, Türkiye gibi bir ülkenin hükümetinin ve sanayicilerinin bu sloganı dillendirmelerini yüzsüzlük olarak görürüm. Siz, emeğini satan insanlara, emeklerinin karşılığını hesaplarken, günde bir simit, bir çay hesabı yaparken ve bu şekilde de asgari ücret verirken, şimdi nasıl olur da "Dışarıya çıkın para harcayın, harcayın ki yıllardır emeğinizi sömürdüğümüz insanlar bize para kazandırın" diyebilirsiniz?

Evet, bataklık Türkiye ekonomisidir. Bu bataklığı kurutup, yerine zaten varolan bütün güzel koşullar altında, ama, refahın adilce dağıtıldığı bir Türkiye'yi kurmak gerekiyor. Emeğini satan insanlara, insan gibi yaşayacak geliri verelim ki, Türkiye ekonomisi canlansın. Aksi durumda Türkiye'de kişi başına düşen gelir 100 000 Dolar da olsa, Türk işçisi süründüğü sürece, Türkiye de sürünmeye mahkûmdur. Her beş yılda bir de krize girmek zorundadır.

Gelir adil dağıtılacak. Kurtuluşun başka çaresi yoktur. Göreceksiniz, elli tane daha "Kürt açılımı" ya da "Demokratik açılım" süreci ortaya koyun, ne terör duracaktır, ne de Türkiye ekonomisi kalkınacaktır.

Geliri adil dağıtın yeter. Türkiye düze çıkacaktır. Emeği hâlâ en ucuza kapatmanın cingözlüğü de, açıkgözlülüğü de çok gerilerde kaldı çok.

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..