Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mayıs '13

 
Kategori
Öykü
 

Engelli yolu

Engelli yolu
 

Yarım ekmek döner yeter mi acaba Ahmet’e? Yeter yaa... Doymazsa yarın tam ekmek alırım... Birde kaliteli bir şarap almalıyım... Hatta iki olsun... Belki birazda ben içerim... Kendi başıma alabilir miyim acaba? Şarap kolay... Büyük AVM ler tam benlik... Ancak şu döner işi biraz zor olacak... Herkesçe malum; kaldırımdan iş yerlerine, tekerlekli sandalye ile çıkmak her zaman mümkün olmuyor... Antalya'da bazı işyerlerinde engelli rampası var gerçi, ancak çoğu standartlara uygun değil... Yapan, yaptıran ve onay verenin niyetine bağlı hepsi... Neyse benimde döner ekmek canım çekti... İki yarım alayım, birlikte yeriz... Son anda aklıma geldi, bir pakette ''Maltepe'' almam lazım...

**********
 
Yahu bunları aldık ama bakalım bulabilecek miyim ''Ahmet'i''? Gerçi her gün görürüm onu... Uzaktan bile olsa O'nun yaşamını aşağı yukarı biliyorum... Konyaaltı sahilinde epey bir bölümün çöplerini günde üç kez karıştırır, işine yarayacak olanları bir çuvala doldurur... Depozitolu bira şişeleri, teneke kutular, demir, mukavva vb şeyler işte... 
 
Sonra onları sahilde birkaç deniz bisikleti olan ''yuvasında'' yere boşaltır, ayrıştırır ve ayrı ayrı çuvallara koyar... Akşama doğru kötü bir kamyonet gelir… Göbekli biri ''Ahmet!'' diye bağırır, O’da çuvalları sırtlanır, kamyonete götürür... Göbekli adam ona bir poşet içinde ucuz bir şarap, bir paket ‘’Maltepe’’ ile ekmek ve ufak tefek yiyecek şeyler getirir... Yiyecek şeyler kısmı benim tahminim... Görmedim hiç ne olduklarını...
 
Aslında görmemek için elimden geleni yaparım... Yanımdan geçerken burnumu tıkarım… Gözlerimi kaçırırım ondan... Pis kokuları yanımdan geçerken bile beni rahatsız eder... Ahmet'te pek hevesli değildir zaten benimle bakışmaya, konuşmaya... Zaten zorunlu olarak yanımdan geçer: 
 
Konyaaltı sahilinde denize kadar uzanan bir ''engelli yolu'' var... Betondan... İkimizde işte bu yola mahkumuz... O yüklü çuvalları kumda taşıyamıyor... Ayakları onca yükün altında kuma batıyor… Sırtında çuval yokken asla yanımdan geçmez... Haaa birde yuvasında birlikte yaşadığı yaşlı bir köpeği var... Adını bilmiyorum... Köpeğine seslendiğini hiç duymadım... Bildiğim günlük gelen ekmeğin çoğunluğu bu köpeğe aittir...
 
Akülü tekerlekli sandalyemle hemen hemen her gün bu yola gelir, güya hava alırım... Aslında insanların gözlerinden kaçarım... Arkamı dönerim insanlara... Çünkü insanların yürüyüş yolu epey arkamda kalır… Bazen okur, bazen iki bira içer, ''iyi zaman geçirmiş'' olurum...
İşin aslı, annemi mutlu etmek için yapıyorum bunu... Ben dışarı çıkmadığım zaman o adeta yıkılıyor... Hasta olduğumu sanıyor... Beni iyileştirmek için yapmadığı ''işkence'' kalmıyor... Saplantı haline geldi bu annemde... Karşı çıksam ağlıyor... Dışarı çıkarsam mutlu oluyor...
 
Zaten ben galiba annem için yaşıyorum artık... Ben vazgeçsem yaşamaktan, O’nu da götüreceğim galiba öte tarafa... Bazen kadın nerdeyse benim sakat kalmamdan mutlu diyeceğim geliyor... Babam rahmetli yaşarken hiç takmazdı onu, hatta epey ezerdi... Eee bende farklı değildim sağlamken... Önce babam kazada gitti… Ben ise tam anlamıyla bağımlıyım ona şu an... Omurlarım kırık... Göğsümden alt tarafım felç... Kollarımda eski gücünde değil... 
 
Sakatlandıktan sonra önceleri kahroluyordu... Çok değil üç ay sonra duruma ''alıştı''... Ve inanıyorum ki kendisine güç geldi, güven geldi... Yatağa geçerken, banyo ve tuvalette önceleri ikimizde zorlanıyorduk... Şaka değil otuz iki yaşında bir ''erkeğim'' ben... O lanet günün üzerinden dört yıl geçti… Yani yirmi sekiz yaşında bir erkeğin mahremiyeti annesine karşı bile zorluyor insanı… Sonra O tüm bunlar ‘’normalmiş’’ gibi davranmaya başladı... Ve başardıkça mutlu oldu… Şu an hiç olmadığı kadar memnun yaşamından... İçi kan ağlıyor mu diye çok düşündüm… Elbet acıda çekiyordur… Ancak genelde memnun hayatından…
 
Tek bir saplantısı var; ben güzel havalarda dışarı çıkmalıyım... Kendiside o sırada misafir ağırlamalı, komşuya gitmeli... Hatta çarşı pazar gezmeli...
İşte o gün, yani sekiz gün önce Pazartesi günüydü... Aralık’ta lodos güçlü olur bu sahilde... Denizin dibine değil, yolun yarısına kadar gitmiştim... Lodosun coşturduğu dalgalar epey yakınıma kadar geliyordu ama bana ulaşmıyordu... Beyaz köpüklere dalmış gittim sanırım, dalgaların büyüdüğünü görmemişim... Sonra bir anda epey bir su geldi üstüme... İşte ne olduysa ondan sonra oldu:
 
Akülü sandalyemin kumanda kolunun ıslanacağı ve harekete geçince kafasına göre gideceği aklımın ucundan bile geçmedi... Geri geri gitmek yerine, hızla önce öne, sonra sağa doğru gitti... Ve ön tekerler beton yoldan çıkınca, bende yüz üstü kumlara kapaklandım... İşin kötü tarafı kuma sürekli deniz suyu gelip gidiyordu... Anlayacağınız kollarım beni taşımadığı için bir kaşık suda boğulacaktım...
 
Annemden başka hiç bir şey gelmedi aklıma... Dedim ki; ''Kadıncağız artık mutlaka gelir arkamdan... ''
Benim için çok önemli değildi sonumun böyle olması... Hatta hem anneme verdiğim ''yaşayacağım'' sözümü tutmuş, hem de istediğim sonuca doğru hızla yol alıyordum... Birde gülme krizi tuttu beni... ''Ulan deniz'' diyordum, ''yarım bıraktığın işi bitiriyorsun... Delikanlıymışsın!'' 
Son hatırladığım şey Ahmet'in ‘’nefesiydi...’’ Ahmet'in ‘’dudaklarıydı...’’ 
 
Beni sırtına almış... Kıyıya taşımış... Suni teneffüs yaptırmış, kusturmuş... Yoldan geçenlerde ambulans çağırmışlar... Ben hastanede yattım üç gün... Ahmet ''patronuyla'' akülüyü eve götürüp bırakmış... Adresi nerden buldu acaba? Akülünün arkasında bir şeylerden sanırım…
 
Ama nasıl düşünürsem düşüneyim, bir terslik vardı bu işte... Ahmet'in dudakları temizdi... Ve o dudaklar sanki bir kadın dudağıydı... Bu düşünceyi kafamdan silemiyorum dokuz gündür... Dalga geçiyorum kendimle: ''Azdın!'' diyorum... ''Ahmet'in pis dudaklarını bile kadın dudağı sandığına göre, cinsel açlık tavan yapmış sende...'' Yinede kurtulamıyorum bu düşünceden...
 
İşte bu düşünceler içinde indim engelli yoluna… İşte oradaydı, yani ''yuvasında''; üst üste üç ceket giymiş... Renklerinden anlıyorum üç ceket olduğunu... Üstüne birde balıkçı yağmurluğu çekmiş... Ayağındaki botlar acınası... Sicimle bağlamış ayaklarına... Saçları kir topaklarıyla dolu... Yüzünü denize vermiş, sırtını insanlara dönmüş, güneşleniyor... Köpeği de yüzünü ona dönmüş… Göz gözeler, sevgililer sanki... Köpek gördü beni ama umurunda değilim... 
 
''Ahmet'' dedim önce duymadı... Aramızda otuz kırk metre var... Sesimi az yükselttim yine duymadı... ''Ahmet!'' diye bağırınca döndü baktı bana... Gülümsedi gibi geldi bana önce, sonra ''ne istiyorsun?'' der gibi baktı yüzüme anlamsızca... Artık yapacak başka şey kalmadı, yüksek sesle bağırdım bende; ''sana gelmek istiyorum ama araba kuma saplanınca sen zararlı çıkarsın yine...'' Bu sefer güldü gerçekten ve yavaş yavaş geldi... Tabi köpeği de...
 
Yüzü yine eski haline gelmişti yanıma gelene kadar; duyarsız demek lazım bu yüz şekline… ‘’Eyvallahım yok kimseye, beni niye rahatsız ediyorsun?’’ diyor bu bakışlarıyla… Çarem yok, alttan alacağım… ‘’Teşekkür etmek istedim sana’’ diyorum… Elimdeki poşete bakıyor… ‘’Haaa onlar mı? Acıkmıştım… Beraber yeriz diye düşündüm…’’ 
 
Bu arada elimdeki poşetten döner ekmekleri çıkarmaya çalışıyordum... Biraz uğraştan sonra çıkardım ve ona uzattım… Hiç istifini bozmadan aldı, üzerindeki peçeteyi kuma serdi ve döner ekmeği köpeğine verdi… ‘’En çok hak etti, seni ilk gören O’ydu’’ dedi… Kendime ait döner ekmeği çıkarmaya çalışırken ‘’benimkini beraber yeriz’’ dedim… O sırada şarap şişesinin birisi ve sigara kumlara düştü… Bakıştık… ‘’Karnım tok… Şarap benim içtiğimden değil, sigaram yoktu, sağ ol…’’ dedi…
 
Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü… Çuvallamıştım… Yapılan bir iyiliğin karşılığı olarak saçma sapan şeyler sunmuştum Ona… Amacım olmasa da küçümsemiştim O’nu… Şimdi ise haklı olarak, O beni kırıyordu… Duvara çarpmıştım… Fakat artık olan olmuştu, arsızca devam ettim:
‘’Bu şarabı ben açamam, sen açar mısın?’’ dedim… Hiç cevap vermeden arkasını döndü, yürüdü ve gitti… ‘’Yuvasına’’ sırtına dayadı ve oturdu… Aradan bir dakika geçmedi, kalktı… Çuvalını karıştırdı, bir şeyler koydu yağmurluğun cebine ve hayret… Bana doğru gelmeye başladı… Geldi de… Kumlara oturdu ve arkasını bana döndü… Şişeyi kumlardan aldı ve cebinden çıkardığı açacak ile kolayca açtı… Şarabın yarısını elindeki pet şişeye doldurdu, kalanını bana verdi… 
 
Ne kadar oturduk, ne kadar içtik, ne kadar zaman geçti bilmiyorum… Tek kelime konuşmamıştık… Rahatlamış, kendime gelmiştim… Pat diye söyleyiverdim hakkındaki düşüncelerimi: ‘’Yaşamak adına, yaşam için insan kendini bu kadar aşağılar mı? Bir ekmek, bir şişe şarap, bir paket sigara alt tarafı… Gerisi sefillik, pislik, soğuk, sıcak ve kirlilik… Yaşamak için insan nasıl bu kadar onur kırıcı duruma razı olabilir?’’
 
Umulmadık bir sakinlikle: ‘’Bende senin için bunları düşünmüştüm’’ dedi… Garip olan bu sözleri intikam almak için, beni acıtmak için söylememişti… Ses tonunda yoktu bu duygular… O an anladım ki, karşımdaki öyle düşmüş, meczup değil… Aksine derinliği olan biri… Tek kelime karşılık vermek gelmedi içimden… Haklıydı, aynayı koyuvermişti karşıma işte… Ben bir müebbettim… Tek kişilik hücrede yaşamak zorunda kalan bir müebbet…
 
Dahası var… Tek kişilik hücrede kalan bir müebbet bile, benden daha memnun olabilir yaşamından üstelik… O kendini o hücre duvarlarının arkasına gizleyip, kendisi olabilir… Kendisi kalabilir… Kendisini yaşayabilir… Benim hücre duvarlarım ise şeffaf ve her tarafı elek gibi… İsteyen seyrediyor… İsteyen hücreye girip çıkabiliyor… İsteyen hayatıma müdahale edebiliyor… Ve ben bunu yaşam sayıyorum… Bu yaşamı devam ettirmek içinde her tür aşağılanmayı kabul ediyorum… Ahhhhh Anne ahhhh!
Şaraplarımız bitince suskunluğumuzda bitti… ‘’Öteki şişeyi de açalım mı?’’ diye sordum… Hiç itiraz etmedi bu sefer… Yine aynı şekilde mantarı kolaylıkla çıkardı ve yine aynı şekilde paylaştırdı… Yine kendimize döndük… Fakat o merak içimde büyümeye başladı… Ahmet’in ‘’dudakları…’’ Aslında sesi kalındı, yani erkeğimsi… Yüzü ise kirden gözükmüyordu… Saçları ise kirden keçeleşmişti… Dayanamadım artık:
 
‘’Sen kadın mısın?’’ diye soruverdim… Hani durgun bir havada, kısa bir an için bir rüzgar çıkarda titretir ya ağaç yapraklarını, tüm bedeninin işte öyle titrediğini gördüm… Yüzünü bana dönmedi… Ne kadar zaman geçti bilmiyorum… Sonra konuşmaya başladı:
 
‘’Yıllar sonra konuştuğum ilk insan sensin… İlkinde hemen deşifre oldum… Hemen gidip toplanmalıyım… Benim kadın olduğum doğru… Bu açığa çıkarsa, beni rahat bırakmazlar burada… Bu pislik, kokular benim kalkanımdı… Ancak kadın olduğum anlaşılırsa bunlarda korumaz beni… Rahat bırakmazlar…
Merak etme, iyiliğimin karşılığında nankörlük bu yaptığın filan demiyorum… Sen o an, o durumda gülüyordun, ölüme gönderemezdim seni… Bu benim kendimle ilgili bir şeydi… Seninle ilgisi yoktu… ‘’
 
Şimdi titreme sırası bana gelmişti… ‘’Bana güven… Tek kişi bilmeyecek bu durumu… Hiçbir şey değişmeyecek… Hatta ben gelmem bu sahile…’’ Cevap vermedi… Yüzünü görmedim… O an ne düşündüğünü bilemedim… Kalktı gitti…
Üç gün sonra gittim elbet sahile… Akülümün arka cebine ikide şişe attım… Yoktu… İçim acıdı… Fakat yuvası aynı duruyordu… Bu azda olsa umudumu artırdı… Akşama kadar bekledim… Gelmedi…
 
Ertesi gün yine gittim… Yine yoktu… Ertesi günler beş gün sürdü… En sonunda gördüm O’nu… Bu sefer beni görünce gülümsedi galiba… Nazlanmadan da geldi yanıma… ‘’Şişe yok mu?’’ diye kendisi sordu… ‘’Gitmiştim ama senin için döndüm’’ dedi… ‘’Vicdan azabından kurtarmak istedim seni… Yuvasını yıktım yükünü, omuzlarına bırakmak olacak bu dedim kendi kendime’’…
 
Sevinmiştim… Hatta bana, rahatlamadan daha fazla gelmişti bu sevinç…
İşte böyle başladı bizim arkadaşlığımız ‘’Ahmet’le’’… Sadece engelli yolunda insanlara sırtımı dönmek için gittiğim sahile, isteyerek gitmeye başladım… Ve Ahmet’te beni bekliyordu artık… Hatta geç kaldığım yağmurlu bir gün ‘’geciktin’’ bile dedi… Pek konuşmuyorduk… Şarap ve çay içiyorduk birlikte… Haaa söylemeyi unuttum; küçük bir termos ile iki kupa aldım… Evde anneme doldurtuyorum termosu… Şekersiz seviyoruz çayı zaten… Ahmet’in varlığı bana huzur veriyor… Bunu biliyorum artık… Bir gün durup dururken başladı anlatmaya:
 
‘’Adım Zeliha… İstanbul’dan geldim… Hikayemi merak ediyorsun değil mi? Çok basit, o kadar basit ki bu kadar etkisi olması saçmalık aslında… İki yıl önce bir çocuk sevdim… Zeki adı… Zeki de beni çok sevdi… Kısa sürede sevgili olduk… Hatta sık sık beraber kalmaya başladık… Çok mutluyduk… 
 
Bir gün, yani o lanet akşam… Seviştik… Tek damla alkol kullanmazdı Zeki… Çaylarımızı alıp balkona çıktık… Zeki ‘’seni ölesiye seviyorum’’ dedi… ‘’Kimse başkası için, sevgisi için ölmez’’ dedim Zeki’ye… ‘’Ben ölürüm’’ dedi… ‘’Göster o zaman’’ dedim… Zeki ‘’seni seviyorum’’ dedi ve balkondan atladı… Hem de balıklama… Atlarken mutluydu, gülüyordu… 
 
Dördüncü kattan aşağıya vardığımda çoktan ölmüştü… Ben delirmiş gibiydim… Komşular tutmuş beni… Sonrası altı ay kadar Bakırköy’de kalış… Anneme intihar etmeyeceğime dair söz veriş, ve bu sayede Bakırköy’den çıkış… Sonra evden kaçış… İntihar etmedim bu güne kadar, sözümü tuttum… Ancak hayattan vazgeçtim… Aslında bu yaşam şekli de bir çeşit intihar… İşte benim hikayem bu… 
 
Seni niye kurtardığımı anladın mı? Gülerek ölüme gidenlerden nefret ediyorum… Kendilerini öldürseler içim yanmayacak… Asıl arkasında kalanları öldürüyorlar… Oysa intihar etmek için ölmek gerekmez… Yaşamdan vazgeçersin olur biter… Kimseyi de yaşamından etmezsin… Anneme iki ayda bir telefon ediyorum, iyiyim diyorum… O kendi yaşamına döndü bile… Özlüyor sadece… Benimle birlikte ölmesinden iyidir…’’
Bu konuşmadan sonra üç beş gün bu hikayenin etkisinde kaldım… Öyle böyle değil ama; yaşadıklarını kafamda canlandırdım… Gece gündüz Zeliha’yı düşündüm… Bir günde ben kendimi anlattım Zeliha’ya: 
 
‘’Adım Kamil… Deli fişek Kamil derdi arkadaşlarım bana… Bir gurup arkadaşla Kemer tarafında bir koya balık tutmaya gittik… Kıyıdan atacağız oltaları… Birde bir güzel kız var içimizde… Ona hava atmam lazım değil mi? Kıyıya vardık, büyük bir kayanın üstüne çıktım ve elbiselerimle atladım denize… Küüüüt etti sırtım… Denizin orasında bir kaya varmış… Ben işte o kayaya çarpmışım… Göğüs hizamdan omurlarım kırılmış… Bir seneye yakın hastane, fizik tedavi ve cart curt… Umutlar yeşeriyor bazen sonra daha büyük çöküşler…
 
Deli Fişekliğin kuralları ve yaşam biçimi vardı… Hepsi yok oldu bir sene sonra… Yaşamanın kendi kafanda anlamı yoksa, yaşam bir yük oluyor insana… Kaç kez kıyısına geldim… Ama Annem hep hissetti ve her defasında engelledi beni… Ve benden söz aldı: İntihar etmeyecektim…
Çevremdeki herkesi kovaladım… Kimsenin hakkını yemeyeyim, onları iten benim… İşte buda benim hikayem…’’
 
Böyle böyle uzun zaman her gün konuşur olduk Zeliha ile… Mesnevi’de bir öykü vardır hani; ‘’topal kuşlar birbirini daha iyi anladığı için, kendi türleri ile değil, kendinden olanlarla değil, kendi gibi eksikliği olan ayrı türlerle uçarlar’’ diye… Tam bu değil bizim yaşadığımız… Zeliha beden olarak eksik değil… Mesnevi’deki öykü doğru ancak eksik bence… Dibe vuranların, karşılıklı çıplaklıklarını paylaşanların, kabul etmişlerin arasında kopmaz bağlar oluşuyor… Benzer yaşanmışlık yada travmaların, aynı çıkmazları olanların, yol yoldaşlarının arasında bir nevi aşk oluşuyor… Bu gerçek bir aşktır…
 
Toplumdaki insanların neredeyse yarısındaki engellilik (aslında ötekilik=eşcinsellik, etnik, inanç, yaşam biçimi vb) fobisi, hatta tiksintisi, çoğu zaman o engeli (ötekiliği) yaşayan insanlar için yaşama bağlılık açısından bir avantaj haline gelebiliyor… Gelebilir, gelmeli… Toplumsal fobi ile savaşmak yerine, bu fobiyi yok saymak ötekiliğin bayrağı olmalı… 
İşte böyle duygular içinde yaşıyordum Zeliha ile…
 
Nisan ayı filandı… Yine sahilde oturmuş, karşılıklı kendimizi dinlerken, ‘’Bizim eve gidelim’’ dedim… İtiraz etti ama gitme düşüncesine değil, pisliğine… Anladım… ‘’Sen topla buradaki her şeyini beni bekle’’ dedim… ‘’Denize sokacağım seni…’’
 
Karşı yoldaki deniz ürünleri de satan ‘’markete’’ gittim… Uzun bir elbise, terlik, bikini, havlu ve şampuan aldım… Geri geldiğimde O’nunda bir sürprizi vardı bana… Çuvaldaki çöplerden bir deniz yatağı bulmuş ve şişirmişti… Beni kucaklayıp aldı deniz yatağına… Kıyıya doğru çekti… Tam kıyıda önce kendi soyundu… Bikinilerini giydi… Sonra beni soydu ve denize çekti… Ben denize donla girmiş oldum anlayacağınız… Zaten bizden başkası da yoktu denizde… Saatlerce denizde kaldık Zeliha ile…
Annem çok kıskanıyor hala Zeliha’yı… Odamıza geçip saatlerce çıkmıyoruz haklı kadın… Sevişmediğimiz yılların acısını çıkarıyoruz…
 
Zeliha’nın annesi de geldi bize, bir hafta kaldı… Mutlu muyuz bilmiyorum? Düşünmüyorum da zaten böyle şeyleri… Memnunum ben hayatımdan… Zeliha’da memnun… Eski ile kıyaslanır mı? Bilmem belki kötü kazalar olmasa da eski yaşamlarımıza doyar durulurduk, böyle olurduk diyorum… 
 
Sık sık gidiyoruz ‘’engelli yoluna…’’ çay içmeye… Çünkü artık Zeliha hamile… İkizimiz olacak yakında… Kendi istedi anne olmayı… 
 
Toplam blog
: 615
: 948
Kayıt tarihi
: 25.06.10
 
 

1959 Denizli doğumluyum.. İ.Ü. İktisat Mezunuyum.. Emekliyim ve hala çalışıyorum.. Yaşam bizden önce..