Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Mart '15

 
Kategori
Tarih
 

Ermeni soykırım savının tarihsel kökeni

Ermeni soykırım savının tarihsel kökeni
 

Türkiye, Azerbaycan ve Türki Cumhuriyetlere göre Ermenistan'ın konumu


Öncelikle şunu belirteyim:  2000li yıllara kadar her sıradan yurttaş gibi ben de Ermenilerin soykırıma uğradığına inanıyordum! Çünkü ülkenin geçmiş sicili  6-7 Eylül ve benzeri olaylar yüzünden pek parlak değildi. İkincisi, soykırım yapıldığına dair yurtdışı ve yurtiçi yoğun bir propaganda yürütülmekteydi.

Ancak, 2001 yılından itibaren ne zaman ki Ermeni Soykırımının inkar edilmesini yasalarla engelleyip engellememek Avrupa'da tartışılmaya başlandı, işte o zaman  içimde yavaş yavaş bir kuşku oluşmaya başladı.

16 Aralık 2003 yılında,  İsviçre'nin Ermeni soykırımını kabul edip, arkasından  soykırımı inkar edenlere hapis ve para cezası getiren bir yasayı yürürlüğe koyması bu konudaki Kartezyen kuşkularımı gittikçe arttırdı:  İmdi, eğer gerçekten soykırım olduysa bunu inkar edenlere neden ceza verilmesi gerekiyordu ki? O zaman dünyanın yuvarlak olduğunu veya aya gidildiğini inkar eden insanlara da mı ceza verilmeliydi? Bu işte bir bit yeniği, bir tutarsızlık, mantıksızlık vardı.

İşte bu nedenle -tarih dersinden ikmale kalmış   ve o dersten nefret etmiş  biri olmama rağmen-  tüm bu olan biteni,  hiçbir dinsel veya siyasal önyargıya dayanmadan, özenle araştırmaya karar verdim.  Ulaştığım sonuçlar şaşırtıcıydı ve görünen sadece buzdağının su üstündeki kısmıydı.  Ve bu beni öfkelendirdi. Ermeniler, Türkler, Süryaniler, Kürtler karşılıklı kırım ve katliam hareketlerinde bulunmuştu. Ancak, “soykırım” bambaşka bir olgudur ve konu hukuk, etik ve tarih açısından irdelenmeyi gerektirir.

Bu araştırmam sorunsalın tarihsel gelişimi ve olguları üzerinde odaklanmaktadır. Bunu yaparken, aynı zamanda olayları çizgisel bir sıralama içinde  I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı görüngesinden vermeye çalıştım.

GİRİŞ

Her şeyden önce  Ermenilerin Doğu Anadolu'da  bağımsız bir devlet kurma girişimleri XIX. yüzyıla kadar uzanır. Bu olgu, 1870'lerden itibaren de facto bir  sorun haline gelmeye başlamış ve  Osmanlı devletinde çeşitli  yerlerde etnik isyanlar ve karışıklar çıkmıştır.

Osmanlı'daki Müslüman    halkta özellikle Alevi ve Hristiyanlara karşı bireysel ve toplumsal düzlemde gözlemlenen, hoşgörüsüzlük, önyargı, kıskançlık ve içsel nefretten kaynaklanan bastırılmış bir linç ve recm geleneğinin örtük varlığı ve bu bastırılmış içtepinin açığa çıkmasıyla düşman bellenen kişilerin ev, işyeri, mahalle ve köylerine yağma, yakma, katliam ve kırımlar düzenlendiği gizlenmesi mümkün olmayan tarihsel bir olgular dizgesi olarak karşımızda durmaktadır.

Oysa, Osmanlı devlet düzeni temelde ırkçılığı ve dinciliği baz alan bir yapıda değildi. Padişah analarının %99u Avrupa kökenliydi: Rum, Ermeni, Arnavut, Çerkez, Fransız, İtalyan, Sırp kökenli devlet adamları, sadrazamlar, paşalar olduğu gibi Yahudi milletvekilleri de vardı.

Ancak, Osmanlı yöneticileri halktaki bu dinsel kökenli taassup, hoşgörüsüzlük ve nefret algısını önlemeye çalışmaktansa, bunu, yeri geldiğinde, siyasal çıkarları için Müslümanlık çemberi dışında kalan Alevi, Hristiyan ve Yahudi dininden olan öbeklere karşı kullanmayı seçmişlerdir.  Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da pek değişen bir şey olmamış bu  algı ve anlayış özellikle son 10 yılda artarak devam etmiştir.

1876 Selanik olayı, 1914-18  Ermeni ve Süryanilere karşı düzenlenen saldırılar,  İzmir Yangını,  Trakya Pogromu, Varlık vergisi, 6-7 Eylül, Maraş, Sivas olayları ve diğer benzerleri ne yazık ki hep bu siyasal  ve toplumsal alışkanlığın devamıdır. AKP'nin iktidar olmasıyla toplumun en alt katmanlarında yaygınlaşan İslamlaşma  ile  hızla yükselişe geçen özellikle kadına yönelik şiddet, tecavüz ve cinayetler ile  sırf farklı ve çağcıl görünüşlü kişilere karşı yapılan saldırıları da bu kapsamda değerlendirmek gerekir.

BAŞLANGIÇ VE I. MEŞRUTİYET (PARLAMENTARİZM)

1870'lerde Osmanlı Devleti hem ekonomik hem de siyasal bunalımlar içinde yüzüyordu. Yönetimde reform yapılarak Meşrutiyet (Parlamentarizm, Parlamenter Krallık) yönetimine geçilmesini savunan ve ilk Anayasa taslağını hazırlayan Sadrazam Mithat Paşa  ve ekibi  sivil bir darbeyle 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz'i tahttan indirerek yerine, önce V. Murat'ı, ancak tozutma belirtileri göstermeye başlayınca da onun yerine  II. Abdülhamit’i tahta geçirirler.

O sırada Balkanlar’da ayaklanmalar başlamış, Çarlık Rusya'sı Osmanlı'ya  ültimatom vermiş,  Avrupa devletleri de İstanbul’da düzenledikleri  bir konferansta Sırbistan ve Karadağ’a bağımsızlık, Bulgaristan ve Bosna-Hersek’e özerklik verilip verilmemesini tartışıyorlardı!

Meşrutiyeti ilan ettiği takdirde Avrupa devletlerinin bu isteklerden vazgeçeceğini zanneden   Abdülhamit, konferansın toplandığı aynı gün, Kanuni Esasi’yi (Anayasa) ilan eder (23 Aralık 1876).  Seçimlerden sonra ilk Meclisi Mebusan faaliyete geçer ve böylece Osmanlı’da  meşrutiyet dönemi başlamış olur. Ancak, Avrupa devletleri kararlarından vazgeçmeyince Osmanlı ile Rusya arasında Balkan savaşı patlak verir (1877).

İki yıl sürecek bu savaşta Osmanlı orduları tüm cephelerde  bozguna uğrar. Rus orduları Yeşilköy'e (Ayastefanos) kadar gelir. Meclis bu ağır yenilgi karşısında Abdülhamit’i suçlar. Abdülhamit de 18 Şubat 1878’de meclisi tatil eder, Anayasayı askıya alır ve böylece I. Meşrutiyet devri sona ermiş olur! (II Meşrutiyet 30 yıl sonra 1908de başlayacaktır)

Ateşkesin ardından Ruslarla imzalanan Ayastefanos Antlaşması (3 Mart 1878) Balkan halklarını Osmanlı egemenliğinden kurtarırken, Doğu Anadolu'da Ermenilerin yaşadığı bölgelerde  reform yapılmasını şart koşan ek bir madde  içermekteydi. Aslında, reform yapılmasından amaç o bölgeye din adamı kisvesi altında bir takım ajanlar göndererek Ermeni halkını Osmanlı’ya karşı ayaklanmaya hazırlamaktı. Böylece Rusya hem Balkan halkları, hem de Ermeniler üzerinde  sempati kazanmayı ve siyasal güç elde etmeyi umuyordu.

Ancak, Rusya'nın Balkanlar ve Anadolu'da etkin olma girişimi Avrupa devletlerinin hoşuna gitmemiştir. 13 Temmuz 1878'de Osmanlı, Rusya, İngiltere, Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya ve Fransa’nın katılımıyla Berlin’de ikinci bir kongre toplanır.  Kongre sonuç bildirgesinde Balkanlar’daki Rus egemenliği yerine Osmanlı denetimi az çok sağlanıyor, Ermeniler ile ilgili reform koşulu aynen kabul ediliyor, böylelikle Ermeniler bir  “sorun” olarak ilk kez uluslararası gündeme taşınmış oluyordu.

ERMENİSTAN VE TÜRKİ CUMHURİYETLER

Bu konferanstan sonra Rusya Balkan halklarını kullanarak Çar Büyük Petro'nun "sıcak denizlere inme hayalini" ni sürdüremeyeceğini artık anlamıştı. Bu durumda tek seçenek Erzurum-Adana hattını kullanarak, dolayısıyla, o bölgede yaşayan Ermenileri kullanarak Akdeniz'e inmeyi denemekti.

İngiltere Rusya'nın bu emelini hemen fark etmiş ve  kendisine bağlı bir Ermenistan oluşturmak üzere çoktan kollarını sıvamıştı. Böylece hem Rusların Akdeniz'e inmesi engellenecek, hem de Osmanlıların  Pantürkizm hayalleri, Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk halklarıyla olan toprak bağlantısı "Ermenistan tıkacı" ile kesilmiş olacak, bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı. Yukarıdaki haritayı incelersek Türkiye ile doğudaki Türki cumhuriyetlerin toprak bağlantısının Ermenistan ile nasıl kesildiği açıkça görebiliriz.

Böylelikle, bir yandan Rus, öte yandan  İngilizlerin girişimleriyle Osmanlı'da faaliyet göstermekte olan Ermeni kültür ve dayanışma dernekleri yavaş yavaş siyasal partilere, daha sonra terör örgütlerine dönüşmeye başlayacaktır. Ortak amaç "Batı Ermenistan" (Adana'dan Kars'a kadar olan topraklar) dedikleri bölgede yaşayanlar ile Çarlık Rusya’sındakilerin birleştirilerek "Büyük Ermenistan" ın kurulmasıydı. Liberal görüşlü Armenikan (Van, 1885),  sosyal demokrat Hınçakyan (Cenevre 1887) ve sol Taşnaksutyun (Tiflis, 1890) bu misyon ve vizyon için kurulmuştur.

İLK ERMENİ İSYANLARI 1890-96

"Büyük Ermenistan" hedefi doğrultusunda bu partiler önce kitlesel protesto gösterileri düzenlediler, ardından ayaklanma ve terör eylemlerine yöneldiler. İlk olarak Hınçakların girişimiyle 20 Haziran 1890'da Erzurum'da ve İstanbul Kumkapı Ermeni Patrikhanesi   önünde gösteriler düzenlendi.

 II. Abdülhamit olaylara karışanlar için özel af çıkarttıysa da isyanların arkası kesilmez. 1892-93 yıllarında Kayseri, Yozgat, Çorum ve Merzifon'da  Hınçak ve Taşnaksutyun partileri terör eylemleri başlatır, halkı gizlice silahlandırırlar. PKK ve Kürtçülerin bugün uyguladıkları taktiklerin aynısını o zamanki Hınçak ve Taşnaksutyun çeteleri uygular, İngiliz ve Fransızlardan da destek alırlar.

1894'te Taşnak-Hınçak yandaşlarınca düzenlenen Babıali mitinginde Abdülhamit ve hükümet protesto edilir. Yine o yıl  Sason (Batman kuzeyinde ilçe) ve Zeytun (Maraş'ın batısında ilçe) isyanları gerçekleşir. Bunun üzerine 4. Ordu ve    Hamidiye Alayları ismiyle örgütlenen Kürt aşiretleri isyanı bastırmakla görevlendirilir. 1895 yazında isyanlara karşı başlatılan bu eylemler Batı kamuoyunda Hamidiye katliamları olarak adlandırılır ve Avrupa basınında “Kızıl Sultan” olarak suçlanan Abdülhamit’e karşı büyük bir kampanya başlar.

1896da Ermeniler Van’da ayaklanır. İstanbul'daki Osmanlı Bankası teröristlerce basılır. 26 teröristten 9u çatışma sırasında öldürülür. Daha sonra uzlaşma sağlanır ve teröristler banka müdürünün yatıyla Karaköy'den Marmara'ya açılırlar. Fransız bandıralı S/S "Messagerie Maritime" gemisine geçerek hiç bir ceza almadan Marsilya'ya giderler.

1896-1902 arası dönemde ise Osmanlı hükümeti Girit, Makedonya, Yemen gibi çeşitli  yerlerdeki ayaklanmalarla uğraşmak zorunda kalacaktır. Görüldüğü gibi Meşrutiyetin ilanı dağılmakta olan Osmanlı mozaiğini bir arada tutmaya yeterli gelmiyor, hatta tam tersi dağılmayı tetikliyordu. Bu arada  29 Ağustos 1897de İsviçre Basel'de gazeteci Theodor Herzl’in başkanlığında ilk Siyonist kongresi toplanıyor ve  "Dünya Siyonist Örgütü" kuruluyordu. Siyonistler Filistin’de bir Yahudi yurdu kurma düşüncesi ve isteğini Herzl aracılığıyla Abdülhamit’ e  iletseler de Abdülhamit görüşmeyi kabul etmemiştir.

I. JÖN TÜRK KONGRESİ - 2 ŞUBAT 1902

I9. Yüzyıl sonundan itibaren Abdülhamit’e muhalif gruplar ile milliyetçi aydınlardan oluşan Jön Türk hareketi siyaset sahnesinde çok etkin bir rol oynamaya başlar. Üyeleri arasında devrin etkin siyasetçi ve aydınlarından Namık Kemal, Şinasi, Ahmet Cevdet, Emanuel Karaso, Samuel Rafael Kohen, Mehmet Cavit, Ziya Gökalp gibi isimler de vardı.

Şubat 1902de Paris’te Fransız milletvekili Lefèvre Pontalis’in köşkünde ilk Jön Türk kongresi düzenlenir. Divan kuruluna, Damat Mahmut Paşa ile arkadaşları, Hoca Kadri ve şair Hüseyin Siret Seçilirler. Katılımcılar arasında Hınçak ve Taşnak temsilciler, Sultan Abdülmecit’in torunu Prens Sabahattin,  Ahmet Rıza,  Mozuros Efendi, Dr. Fradis Efendi, Şişliyan Efendi de bulunmaktadır. Kongrede, Abdülhamit'in devrilmesi için salt sözel propagandayla bir yere varılamayacağı, bunun yanı sıra dış ülkelerden yardım alınması, terör dahil her türlü girişimde bulunulması  kararlaştırılır

Ancak, dış ülkelerin işe karışması konusunda görüş ayrılığı belirir.  Ahmet Rıza grubu  karşı çıkarken, çoğunluk bu görüşü savunan Prens Sabahattin’e destek verir. Bu gruplardan ilki "İttihat ve Terakki" , ikincisi ise "Teşebbüsü Şahsi ve Ademimerkeziyet" (Kişisel Girişim ve Yerel Yönetim) cemiyetlerinin oluşumlarına öncülük edeceklerdir.  Bu bağlamda, Jön Türklerin hem Mason locaları, hem de teröristlerle dayanışması ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur.

ABDÜLHAMİT’E TAŞNAK-HINÇAK SUİKASTI

Paris kararları çerçevesinde eyleme geçen Taşnak-Hınçak çeteleri  Sason’da ikinci bir isyan başlatır (1903).  13 Nisan 1904'te çetelerin üzerine  asker sevk edilir, savaş Ağustos’a kadar sürer. Sonunda ayaklanmanın lideri Antranik Ozanyan Kafkasya'ya kaçmak zorunda kalır.

21 Temmuz 1905 te İstanbul'a gelen Taşnak teröristler  Abdülhamit'e bombalı suikast düzenler. Korkunç patlamada Abdülhamit'in saltanat arabası havaya uçar, atlar, seyisler, arabacılar, muhafızlar ve çevrede bulunan 26 yurttaş yaşamını yitirir, 58 kişi yaralanır. Abdülhamit arabanın yanına gelmekte geciktiğinden rastlantı eseri   suikasttan kurtulur. Bu olay çoğunluk Osmanlı aydınları ve Jön Türkler arasında büyük sevinç yaratır. Tevfik Fikret teröristleri “ey şanlı avcı” sözleriyle öven ünlü “Bir Lahzai Teahhür” (Bir Anlık Gecikme) şiirini kaleme alır. Olaya karışan 40 kişiden 15i yakalanarak tutuklanır, Taşnak lider Belçikalı Edward Joris 2 yıl hapis yattıktan sonra serbest kalacaktır!  

29 ARALIK 1907 II. JÖN TÜRK KONGRESİ

Taşnak partisi, 1907 yılında yeni bir örgütlenmeye gider: Batı şubesi Cenevre’de, Doğu şubesi Ermenistan Ortodoks Kilisesi bünyesinde kurulur. Doğu Anadolu’daki faaliyetler kilisenin eşgüdümüyle Van, Muş, Erzurum ve Trabzon'da kurulan komitelerce yönlendirilir. 

Jön Türklerin ikinci ve son kongresi Taşnakların çağrısı ile     yine Paris’te toplanır.   Divan başkanlığına Prens Sabahattin, üyeliklere    İttihat ve Terakki Cemiyetinden Ahmet Rıza ile Malumyan Efendi seçilir. Kongreye Siyonist temsilciler ile  İngilizlerin desteklediği Arap örgütlerinden temsilcilerin de katılır. 

Sonunda kısa dönemde gerçekleştirilecek bir eylem planı üzerinde taraflar anlaşıma varır. Bu eylem planına göre öncelikle Abdülhamit tahttan indirilecek, meşrutiyet kurulacak ve meclis yeniden açılacaktır. Bu amaçları gerçekleştirme doğrultusunda, Osmanlı topraklarında çeşitli terör eylemleri, grevler düzenlenmesi, ordu içinde propaganda yapılarak yüksek rütbeli subayların kazanılması, askeri darbe, genel ayaklanma gibi uygulamalara geçilmesi  bir paket halinde kabul edilir.

Kongre bu eylemleri dizemleyecek bir Edim (İcra) Kurulu  oluşturur. Kurul üyeleri arasında İttihat Terakki’nin en güçlü isimleri, o zamanlar albay rütbesinde olan Enver, Cemal  ve Talat  Beyler de vardır.

Durumdan az çok haberdar olan   Abdülhamit eylemlerin önüne geçmek amacıyla kapatmış olduğu Meclisi yeniden açıp Anayasayı yürürlüğe koyar.  Böylece II. Meşrutiyet (Parlamentarizm) dönemi başlamış olur (24 Temmuz 1908).  Seçimlerin ardından İttihat ve Terakki Cemiyetinin desteklediği adaylar da meclise girer ve Meclisi Mebusan 30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908'de çalışmalarına yeniden başlar.

31 MART OLAYI – ABDÜLHAMİT’İN TAHTTAN İNDİRİLMESİ

13 Nisan 1909da Hicri takvime göre 31 Mart vakası denilen gerici ayaklanma tezgahlanır. Şeriat isteyen gericiler ve bazı ordu birlikleri İstanbul’da ayaklanır. İttihat Terakki Cemiyetinin çağrısıyla Selanik'ten yola çıkan Hareket Ordusu isyanı bastırmak üzere trenle başkent İstanbul'a gelir.  Ertesi gün  14 Nisan’da Adana'da etnik çatışmalar başlar! Ermenilere ait ev ve işyerleri yağmalanır, 5.000 Ermeni ve Süryani ile 2.000 kadar Türk yaşamını yitirir.  Bazı kaynaklara göre 30.000 Ermeni yağma ve kargaşada öldürülür. (Rakamlar yaklaşıktır)

 Hareket Ordusu İstanbul'da denetimi sağladıktan sonra sıkıyönetim ilan edilir ve sonunda Abdülhamit tahttan indirilir! Abdülhamit’e tahttan indirildiğini kendisine bildirmeye gelen heyetin içinde Amiral Gürcü Arif Hikmet Paşa, Draç milletvekili ve Jandarma Generali Arnavut Esat Toptani Paşa, Ermeni Katolik cemaat temsilcisi Aram Efendi ve Musevi cemaatinden  Selanik milletvekili Emanuel Karaso’nun olması ilginç bir ayrıntıdır. Yerine Sultan Reşat geçer (24 Nisan 1909).  8 Ağustos 1909'da Anayasa üzerinde yapılan bir dizi radikal değişiklikle Sultanın yetkileri İngiltere kraliçesi gibi "simgesel"  düzeye indirilir. Böylece Başbakan ve Bakanlar Kurulu öncelikle Meclisi Mebusan'a  karşı sorumlu oluyordu.

8 Ekim 1912'de başlayan Balkan Savaşında siyaset ve mevki peşinde koşan, salt kendi çıkarlarını düşünen Paşalar yönetimindeki Osmanlı ordusu pek fazla çatışmaya girmeden, hatta Selanik gibi bazı kentlerde tek bir mermi bile atmadan düşmana teslim eder kendisi de düşman birliklerine teslim olur! Arnavutluk, Makedonya, Selanik ve Batı Trakya kaybedilir. 31 Mart olayı ile askeri darbe ve siyasete bulaşmış, inançsız, birbirini kırmış moralsiz Osmanlı ordusu, özgürlük heyecanıyla savaşan, Balkan halklarının önünde tutunamaz. Bulgar ordusu  Çatalca’ya kadar gelir! Batı ülkeleri Babıali'ye verdikleri nota ile Edirne’nin Bulgaristan’a verilmesini talep ederler (17 Ocak 1913). Bulgar ordusu Edirne’yi kuşatır.

Bu durumu fırsat bilen Enver Bey önderliğinde bir grup İttihatçı   23 Ocak 1913'te Bakanlar Kurulu toplantısını basar.  Savunma Bakanı  Nazım Paşa çatışmada öldürülür, Sadrazam (Başbakan) Kâmil Paşa silah zoruyla istifa ettirilerek hükümet devrilir. İttihatçılar  Genelkurmay Başkanı Mahmut Şevket Paşa’yı başbakan olarak görevlendirir.

11 Haziran 1913te   Mahmut Şevket Paşa da  makam arabasında bir suikast sonucunda öldürülünce İttihat ve Terakki Cemiyeti siyasal bir partiye dönüşür, ülke tam bir dikta yönetimine girer.  Suikastla ilgili görülen 24 kişi idam edilir, muhalif 250 yazar, gazeteci ve memur  Sinop Kalesine sürgün edilir.

İttihat ve Terakki (Birlik ve Gelişim) Parti Başkanı Sait Halim Paşa'nın başbakan olmasından sonra ülke Talat, Enver, Cemal’den oluşan İttihatçı bir üçlü tarafından yönetilecektir. Bu arada Enver Bey’in girişimleriyle Edirne’nin Bulgar işgalinden kurtarılması partiye büyük saygınlık sağlar. Enver Bey paşa rütbesi alarak Harbiye Nazırı (Savunma Bakanı) olur.

1913ten itibaren milli ve Batı yanlısı bir siyaset izleyen İttihat ve Terakki en sonunda kendi parti programını uygulamaya başlar. Yargı kısmen laikleşir, mahkemeler Adalet Bakanlığına bağlanır, Batı Takvimi kabul edilir, milli ekonomiye önem verilir. 1914 seçimlerini de İttihatçılar kazanınca Almanya ile askeri ve ekonomik işbirliği yapılır ve ülke Almanya ile birlikte savaşa girmenin hazırlıklarına başlar!

I. DÜNYA SAVAŞI – ERZURUM TAŞNAK KONGRESİ - VAN ERMENİ HÜKÜMETİ

28 Temmuz 1914'te Dünya Savaşı'nın başlamasıyla 2 - 14 Ağustos  tarihlerinde Erzurum'da 8. Taşnak Partisi kongresi düzenlenir. Kongre 2 hafta sürmüş, 28 toplantı yapılmış, yurt içi ve  dışından 30 temsilci katılmıştır. Kongrenin ardından Taşnaklar Ermenilerin Osmanlı'ya bağlı kalacağını  ilan ederler. Ancak, alınan gizi kararlar hiç de o yönde olmayıp özetle şöyledir:

1.        Savaş ilanına kadar eyleme geçilmeyecek, Rusya’dan gelecek silahlar milislere dağıtılacak

2.        Savaş ilanından sonra Osmanlı ordusundaki Ermeniler silahlarıyla birlikte Rus ordusuna katılacaklar .

3.        Osmanlı Ordusu ilerlerse eyleme geçilmeyecek

4.        Osmanlı ordusu geri çekilir veya ilerleyemeyecek hale gelirse Ermeni milisler Osmanlı ordusunu  cephe gerisinden kuşatacaktır.

Böylece görünürde devlet ile Ermeni ayrılıkçılar arasında sözde bir barış süreci  başlar! 2 Ağustos 1914te Osmanlı-Alman İttifak Antlaşması imzalanır. 2 Kasım 1914te Osmanlı Devleti savaşa girer.

Savaşın ilan edilmesiyle   önce 20-45 yaş grubu , ardından inşaat ve geri hizmette kullanılmak üzere 15-20 ve 45-60 yaş   Ermeniler de askere alınmaya başlanır. Taşnaklar ise, Erzurum kongresinde kararlaştırıldığı gibi, yurt dışında gönüllü milisler (gerilla) oluşturup bunları devlete karşı savaşmak üzere Fransız ve Rus  ordusuna gönderirler. Osmanlı ordusundaki Ermeniler de kaçarak çetelere ve Rus ordusuna katılır. Meclisi Mebusan'daki 3 milletvekili Karekin Pastırmacıyan, Hampartsum Boyacıyan, Vahan Papazyan İstanbul'dan ayrılarak milislerin başına geçerler. Böylece Osmanlı Ermenilerinin bir bölümü yüzyıllardır yaşadıkları ülkelerine karşı  –günümüzde ayrılıkçı Kürtlerin yaptığı gibi-  bir gerilla savaşının içine girerler!

  2 Kasım 1914 gecesi Karadeniz’e çıkan Osmanlı-Alman birleşik donanmasının    Rusya’nın Odessa ve Sivastopol  limanlarını topa tutmasıyla ülke fiilen dünya savaşına girmiş olur. Enver Paşa 100.000 kişilik büyük bir orduyla Rusya üzerine yürür. Amaç, Kafkaslar ve Orta Asya'daki Türki halklara ulaşıp onların da desteğini almak, Pantürkist hayallerle “Büyük Turan Devleti” ni kurmaktır. Ancak, kendisini acı bir sürpriz beklemektedir: 10 Ocak 1915'de    Sarıkamış'ta ağır kış şartları nedeniyle 60.000, kimi kaynaklara göre 90.000 asker donarak yok olur.

Kamuoyundan uzun bir süre gizlenen bu ağır yıkımdan sonra Rus ordusu, Doğu Anadolu'yu hızla işgale başlar. Ermeni milislerin de desteğiyle 18 Nisan 1915 Bitlis, 19 Nisan'da Van Rusların eline geçer. Van çevresinde 250.000 milis toplanır, ve burada ilk kez Ermeni geçici  hükümeti kurulur. Bu gelişmeler üzerine  hükümet ordudaki Ermeni askerleri silahsızlandırılmaya başlar.

İçişleri Bakanı Talat Paşa, ülkedeki Ermeni dernek ve komite merkezlerinin kapatılması, elebaşlarının tutuklanması ve her tür belgeye el konulmasıyla ilgili 24 Nisan 1915 kararlarını açıklar. Bu kararlara kimse aldırmaz: 21 Mayısta 1915te Rus General Yudeniç Van'a gelir, burada kurulan Ermeni hükümetini onaylar ve yönetime Aram Manukyan   atanır.

TEHCİR (YER DEĞİŞTİRME, TAŞINMA, GÖÇ)

İşte Tehcir Kanunu, ya da Yer Değiştirme Yasası böyle kritik bir ortam ve savaş koşullarında, Tebayı Sadıka’nın aldatısına bir tepki,  Osmanlı'nın bir ölüm kalım refleksi olarak ortaya çıktı; düşmanla veya teröristlerle isteyerek veya istemeyerek işbirliği yapan, özellikle savaş bölgesi haline gelen Doğu Anadolu'daki Ermenileri başka  yerlere taşımak, nakletmek amacıyla  yürürlüğe kondu.

Asıl adı "Vakti Seferde İcraatı Hükümete Karşı Gelenler İçin Ciheti Askeriyece İttihaz olunacak Tedabir Hakkında Kanunu Muvakkat" (Seferberlik Zamanında Hükümete Karşı Gelenler İçin Askeri Makamlarca Uygulanacak Tedbirler Hakkında Geçici Kanun) olan bu yasa 27 Mayıs 1915te Mecliste kabul edilmiş, 1 Haziran 1915te Takvimi Velayi (Resmi Gazete) de yayımlanarak yürürlüğe girmişti. Yasaya göre Erzurum, Van ve Bitlis'teki Ermenilerin, Musul, Deyrizor, Urfa; Adana, Halep, Maraş'takilerin  ise Suriye vilayetinin doğusu ile Halep'e taşınması planlanıyordu.

Yasanın yürürlüğe girmesiyle öncelikle savaş bölgesindeki Ermeniler trenle veya kafileler halinde, asker koruması altında, Diyarbakır ve Urfa yöresi ile Fırat vadisine nakledilmeye başlandı. 7 Aralık 1916 tarihli İçişleri Bakanlığı Raporunda 702.900 kişinin yer değiştirdiği kayıtlıdır. Yer değiştirme sırasında halkı korumak için gerekli önlemleri almayan veya ihmali görülen 1.379 görevli tutuklanarak mahkemeye sevk edilmiş, idam ve hapis olmak üzere çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.

Prof. Yusuf Halaçoğlu, göçe tabi tutulanların Halep'ten gelenlerle birlikte 438.758 kişi olduğunu, açlık, tifo ve dizanteri gibi hastalıklar, iklim koşulları, yerel aşiretler ve eşkiyaların saldırıları sonucu ancak 382.148 kişinin yerleşim alanına varabildiğini ileri sürer. Kuşkusuz bazı sivil ve askeri yöneticilerin kötü davranışları yüzünden ölümlerin oluştuğu bir gerçektir. Nakil sırasında ve nakilden sonra  kaçıp izini kaybettirenler olduğu gibi, din değiştiren,  çocuklarını köylülere emanet eden, Türk veya Kürt  kimliklerine bürünerek izlerini kaybettirenlerin olduğu bilinmektedir. Ermeni nüfusun bu şekilde ve çeşitli nedenlerle "buharlaşmış" olması "kırım" iddialarını tetikleyerek gündeme taşımıştır. (Daha sonra bu iddialar “soykırım” suçlamasına dönüşecektir. Zira o tarihlerde “soykırım” kavramı yoktu: 1944te ortaya çıkacaktır.) Bazı yörelerde yer değiştirmeye karşı direniş eylemleri de görülmüştür. 24 Haziran 1915te  Şebinkarahisar milislerce ele geçirilmiş,  29 Eylül 1915'de Ermeni ayrılıkçılar silahlanarak Urfa'da ayaklanmıştır. İsyanların bastırılmasından sonra 2.000 kişi Musul'a  gönderilir.  

1917 SOVYET DEVRİMİ VE RUSYANIN SAVAŞTAN ÇEKİLMESİ

Eylül 1915'ten itibaren Rus birlikleri destek gelmesini beklemeye başladığından Osmanlı-Rus çatışması 1916 yılı başına kadar hız keser. Sonunda Ruslar 13 Ocak 1916'da  yeniden büyük bir saldırı başlatır.  Ermeni ordusunun da desteğiyle 16 Şubat 1916'da Erzurum, 3 Mart Muş, 18 Nisan Trabzon, 24 Temmuz'da Erzincan Rusların eline geçer.

Fakat o sırada hiç umulmadık bir gelişme yaşanır: Rusya'nın Avrupa cephesinde aldığı yenilgiler, süreduran ekonomik kriz, Çarlık rejimine karşı başlayan halk hareketleri Lenin önderliğinde  1917 Sovyet Devrimine yol açmıştır. Rus ordusu Şubat 1917den itibaren işgal ettiği bölgelerden çekilirken silahlarını Ermeni ve Gürcülere devrederek Osmanlı ile savaşımı onlara bırakır. 15 Mart 1917de Rus Çarı II. Nikola tahtı terk etmek zorunda kalır. 17 Temmuz 1918'de ailesi ile birlikte yargılanmadan kurşuna dizilecektir.

Çarlık ordusunun dağılmasının ardından 25 Nisan 1918de Kars Ermenilerin eline geçer.  Rusların çekilmesiyle bölgeye ilerleyen İngiliz ordusu da Kars'ın Ermenistan'da kalması için destek verir.

30 EKİM 1918 MONDROS ATEŞKESİ  - ARAP İSYANLARI

Mondros Ateşkesinin ayrıntılarına girmeden önce kısaca Osmanlı'daki Arap aşiretlerinin isyanlarına değinmek gerekecektir. Arap ayaklanması, I. Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı devletindeki kardeş Müslüman (!) Arap aşiretlerinin başlattığı sözde bağımsızlık ve özgürlük mücadelesidir. İngiliz emperyalizminin projesiyle altın ve çıkar karşılığında meydana gelen bu ayaklanmalar Osmanlı ve Türk siyasetçilerince hep görmezden gelinmiş, deve kuşu gibi kafayı kuma gömme ve yalakalık politikası bugüne dek sürdürülmüştür.

Ayaklanmanın lideri İstanbul doğumlu Şeyh Şerif Hüseyin, Osmanlı hükümetince Mekke'ye vali olarak atanmasının ardından, 1865 yılından itibaren Arap aşiretlerini gizlice örgütlemeye başlar.  Osmanlı Halifesinin cihat çağrılarına da kulak asmayan  Şerif Hüseyin ve yardımcısı Emir Faysal İngilizler ile anlaşmayı tercih eder. 23 Ekim 1914'te   İngiliz subayı  Lawrence'ın destek ve danışmanlığında Arap aşiretleri  ayaklanır.

Sonuçta, Pantürkist ve Panislamist hayaller peşinden sürüklenen Osmanlı, Kafkaslar dahil, Arap yarımadasındaki tüm topraklarını ve petrol bölgelerini kaybedecek, petrol bölgeleri  İngilizler ile Fransızlar arasında bölüşülecektir. Baldırı çıplak aşiret liderleri, emirler ve sultanlar da İngilizler tarafından kral (!) ilan edilecek, bölgede irili ufaklı günümüze kadar gelen kukla krallıklar, devletçikler kurulacaktır! 

İşte günümüzde AKP hükümetiyle sıkı fıkı olan, gidip geldiklerinde Anıtkabir'i baypas eden, lüks arabalarda, saraylarda,  zevk ve sefahat içinde yüzen, kefiyeli, kanduralı çok eşli kral, prenses ve prensleri Osmanlı'nın cihat çağrılarına kulak asmayan  o eski Arap aşiret liderlerinin torunlarıdır. Böylece "ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü" söyleminin anlamını da herhalde daha iyi kavramış olduk sanırım!

Kuşkusuz, böyle muazzam bir kaos ve kargaşa ortamında Osmanlı'nın darmadağın oluşuna şaşırmamak gerekir. Nitekim, I. Dünya Savaşı sona yaklaşırken Ortadoğu’da  somut bir başarı gösteremeyen Osmanlı tüm cephelerde bozguna uğrar: Filistin bölgesi ve Kudüs İngilizlerin eline geçer. 1 Ekim 1918'de ise Şerif Hüseyin komutasındaki Arap ordusu Şam'ı alır.

Araplar zafer şenlikleri yaparken Talat Paşa hükümeti ateşkes istemek zorunda kalır.  İngilizler ateşkesi kabul etmez. Osmanlı bu kere ABD'den arabuluculuk dilenir! ABD de bu konuyla hiç ilgilenmeyince 8 Ekim'de hükümet istifa etmek zorunda kalır. Yeni kurulan hükümet İngilizler ile 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes antlaşmasını imzalar. Ateşkes ilanından sonra Musul’daki 70.000 kişilik ordu  Musul’u savunmadan, padişahın emriyle ve büyük bir başarıyla, belki de ilk Şah-Fıtrat (!) operasyonuyla  Nusaybin’e kadar geri çekilir! Bu fırsatı kaçırmayan İngilizler de tek bir kurşun harcamadan ellerini kollarını sallayarak 15 Kasım 1918de Musul’a girerler !

Herhangi  sudan bir gerekçeyle ülkenin baştan sona işgalini öngören Mondros ateşkesi tam bir yıkım  belgesiydi. Ateşkesin 4. maddesi " Tüm savaş tutsakları ile gözaltına alınmış, ya da, tutsak olan Ermenilerin İstanbul'a getirilerek koşulsuz Müttefiklere teslim edilmesini" öngörüyordu. En ilginci ise 24. maddeydi. Bu madde altı Ermeni ili (Vilâyeti Sitte)  olarak kabul gören Erzurum, Van, Elazığ, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis'te karışıklık çıkması durumunda,  Müttefiklere bu illeri işgal etme hakkı tanıyordu!

Nihayet tüm cephelerde 11 Kasım 1918de dünya savaşı sonra erer.  13 Kasım günü müttefik donanması Boğaziçi’ne demirler ve İstanbul işgal edilir. 17 Kasımda Bakü İngilizlerce işgal edilir.  Müttefikler Ege bölgesinin İtalya'ya verilmesi konusunda uzlaşmışlardı. Ancak, İngiltere daha sonra fikir değiştirir: bölgede çok daha kolay denetleyebileceği ve Osmanlı'ya karşı kullanabileceği Yunanistan'ı devreye sokar. 

19 Aralık 1918 Dörtyol bölgesinde Fransız ve Ermeni birlikleri ile Kuvayı Milliye güçleri arasında ilk çarpışmalar başlar. 24 Aralık 1918’de İngilizler Batum'u ardından  12 Ocak 1919da Kars’ı işgal eder ve 30 Nisan 1919 günü Kars'ın yönetimini Ermenilere devrederler. 

İngilizler  Doğu'da Ermenilere güvendiği gibi, Batı’da da  Rumlara güveniyordu. Böylece Müttefikler Ege bölgesinin Yunanistan'a, Doğu Anadolu'nun  Ermenistan'a, Güneydoğu'nun da özerklik verilecek Kürt aşiretlerine verilmesini kararlaştırmışlardı. Görüldüğü gibi İngilizler Osmanlı egemenliğinde yaşayan Arap, Kürt, Rum ve Ermenileri Osmanlı'ya karşı kullanarak, önce içten çökertme, yıpratma, ayaklanma,  ardından İngiliz birlikleriyle düzeni sağlama ve savaşmadan işgal etme projesini çok büyük bir başarıyla uygulamışlardır.

Bu plan ve proje doğrultusunda 15 Mayıs 1919 günü İzmir ve Ege Bölgesi Yunan ordusunca işgal edilmeye başlanır. Bu arada işgale karşı yer yer direnişler  de görülür. Kuvayı Milliye ve ulusal güçler Anadolu ve Trakya'da oluşmakta olan bu  direnişi örgütlemeye başlar.  İzmir'in işgal edildiği gün İstanbul'dan S/S Bandırma ile yola çıkan  Mustafa Kemal Paşa 18 arkadaşıyla 19 Mayıs'ta Samsuna ulaşır.

Bu arada18 Ocak 1919da Paris Barış Konferansı başlamıştır.  Bu konferansa 22 Nisan 1920'de Osmanlı Devleti de çağrılacak ve konferans 10 Ağustos 1920de Sèvres Antlaşmasının imzalanmasıyla sona erecektir.

ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİNİN ARKA PLANI

15 Haziran 1919dan itibaren Ege bölgesini ele geçirmeye çalışan Yunan ordusuyla Kuvayı Milliye arasında ilk çatışmalar başlar. Bir iki başarı kazansalar da Yunan ordusunun ilerleyişi karşısında Kuvvacılar geri çekilmek zorunda kalır. O sırada Doğudaki Osmanlı ordusu halen terhis edilmemiş ve Ermeni çeteleriyle yer yer karşılıklı çatışmalar sürmekteydi.

Ermeniler bu durumu İngilizlere şikayet etti. İngilizler de Vahdettin'den bu duruma acil çözüm bulmasını istediler. İşte Mustafa Kemal Samsun’a bu görevle gitti. Zira Anafartalar kahramanı olarak ünlenen Mustafa Kemal’in  varlığını İstanbul'da kendisi için bir tehdit olarak gören Vahdettin  onu Ordu Genel Müfettişi olarak Tümgeneral rütbesiyle Doğu Anadolu’ya göndermeyi uygun gördü. Böylece hem İngilizlerin isteğini yerine getirmiş, hem de Mustafa Kemal’den kurtulmuş olacaktı. Bir Osmanlı paşası olarak Mustafa Kemal’in resmi görevi: Ermeni-Türk çatışmalarını yatıştırmak, milliyetçi Türklerin  örgütlenmesini engellemek, Doğudaki orduyu terhis etmek ve silahsızlandırmaktı. Böylece Ermenistan Doğu Anadolu’yu kolayca işgal edebilecekti! Ama Mustafa Kemal bunun tam tersini yapacaktır.

21 Haziran  1919 günü Samsun'dan Amasya'ya geçen Mustafa Kemal terhis edilmeyi bekleyen askeri birliklerin komutanları Kâzım Karabekir, Refet ve Ali Fuat Paşalar ile Amasya'da buluşur. Ulusal birliğin sağlanarak direniş çağrısının yapıldığı ünlü Amasya Genelgesi yayımlanır. Birliklerin terhis edilmesi iptal edilir. Ertesi gün Mustafa Kemal İstanbul hükümetince görevden alınır!

23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 günlerinde Erzurum’da ülkenin dört bir yanından gelen temsilcilerin katıldığı bir kurultay toplanır. Sansaryan Ermeni Lisesinde düzenlenen kurultay Taşnakların 1914 yılında burada yaptıkları kongreye bir misilleme gibidir. Kurultayda Taşnak Partisi yönetimindeki Ermenilerin Doğu Anadolu’yu işgal hazırlığı içinde olduklarına, Karadeniz sahillerine Pontus devletinin kurulması için göçmen kisvesinde Rum milislerin yerleştirildiğine dikkat çekilir.

4 Eylül 1919 - 11 Eylül 1919  arası toplanan Sivas Kurultayında   Erzurum’da alınan kararlar yeniden teyit edilir.  Mustafa Kemal  ve Kurmayları Ermeni ordusunun doğuda yığınak yaptığına ve Kızılırmak'a kadar genişleme hazırlığı içinde olduğuna, sınır illerinde yaşayanların kıyıma uğradıklarına dikkat çekerler. Alınan kararlarda Ermenilik, Rumluk oluşturmaya yönelik hiçbir eyleme izin verilmeyeceği, Ermeni ve Rumlara siyasal egemenlik ve toplumsal dengeyi bozacak ayrıcalıkların tanımayacağı belirtilir.

MECLİSİ MEBUSAN VE TBMM

Kasım 1919'da Adana, Maraş, Antep ve Urfa Fransız ordusu ve yerel Ermeni milislerin desteğiyle  işgal edilmeye başlanır ve çatışmalar çıkar. Aralık 1919'da Osmanlı'da son seçimler yapılır. İki ayrı ilden milletvekili seçilen Mustafa Kemal  İstanbul'a gitmeyi reddeder. Meclisi Mebusan 28 Ocak 1920'de Mustafa Kemal ve kurmaylarınca hazırlanan, daha sonra "Misakı Milli" (Ulusal Ant) denilecek  “Ahdi Milli Beyannamesi” (Ulusal Antlaşma Bildirgesi) ni kabul ve ilan eder.

Bu gelişmeleri fevkalade tehlikeli gören İngilizler 16 Mart 1920'de Meclis ve tüm hükümet dairelerine baskınlar düzenleyerek işgale direnenleri tutuklamaya başlar. Bunun üzerine Meclisi Mebusan 18 Mart 1920 tarihinde acilen toplanarak kendini fesheder. 11 Nisan'da  Vahdettin meşrutiyetin sona erdiğini açıklarken, aynı gün Şeyhülislam Dürrizade Abdullah'ın "Padişah ve Halife kuvvetleri dışındaki milli kuvvetleri kafir  ve katlinin vacip" olduğunu bildiren fetvası  Resmi Gazete’de yayımlanıyordu. 23 Nisan 1920de Mustafa Kemal ve arkadaşları Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açarlar.   

PARİS BARIŞ KONFERANSI 18 Ocak 1919 - 10 Ağustos 1920 

Paris Barış Konferansı, I. Dünya Savaşından sonra utkun devletlerin yeniklere dayattığı antlaşmaların imzalandığı uluslararası bir konferanstır.

Utkun ülkelerin başkanları ABD Başkanı Wilson, İngiltere Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanı Clemenceau, İtalya Başbakanı  Vittorio Orlando 18 Ocak 1919 Paris’te buluşurlar. Bir buçuk seneden fazla sürecek olan bu konferans bir yerde dünyanın yazgısını belirleyecek olup 10 Ağustos 1920'de Sèvres Antlaşması  ile sonlanacaktır. Konferansın en önemli konularından biri kuşkusuz artık son nefesini vermiş  olan "Hasta Adam" ın mirasını bölüşmekti! Konferans boyunca utkunlar ile yenikler arasında ayrı ayrı 5 büyük barış antlaşması yapılır:

1.        Versailles Antlaşması, 28 Haziran 1919, (Almanya ile)

2.        Saint-Germain Antlaşması, 10 Eylül 1919, (Avusturya ile)

3.        Neuilly Antlaşması, 27  Kasım 1919, (Bulgaristan ile)

4.        Trianon Antlaşması, 4 Haziran 1920, (Macaristan ile)

5.        Sèvres Antlaşması, 10 Ağustos 1920 (Osmanlı İmparatorluğu ile; sonradan 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile değiştirildi - Türkiye Cumhuriyeti ile)

Konferans devam ederken Mısır'da yerleşik Ermeni Milli Delegasyonu Başkanı Bogos Nubar Paşa da Paris'e çağrılır. Nubar Paşa 1882de Osmanlı'dan ayrılıp İngiliz egemenliğine giren Mısır'ın ilk başbakanı Nubar Nubaryan Paşa’nın oğlu olup "Büyük Ermenistan" projesinin mimarıydı.  29 Şubat 1919  "Le Matin" gazetesinde  yayınlanan Bogos Nubar'ın görüşleri özetle şöyleydi: 

 “Biz Ermeniler, Büyük Savaşta Müttefikler lehine çalıştık.  Rus ordusu Kafkasya üzerinden Anadolu içlerine ilerlerken Kont Nikola emrinde Ermeni askerler vardı. Rus ordusunun yardımcısı Antranik Toros Ozanyan ile Tümgeneral Tovmas Nazarbekyan yönetiminde 50.000 Ermeni asker ve 150.000 kişilik destek gücü vardı.     İngiliz kumandan Allenby, Kudüs’e girerken birliklerinde Ermeni askerler vardı.  Fransız ordusunda 800 asker, Suriye Doğu Lejyonunun yarısı Ermeni askerdi. Osmanlı boyunduruk ve baskısından Ermenilerin kurtulması gerekir.

Şimdi Kafkasya’da Ermeni devleti kuruluyor ve bu devlet  Doğu Anadolu’daki 6 vilayet ve Kilikya'yı  (Adana) içine alacak şekilde kurulmalıdır. Ermenilerin  Trabzon’dan  denize çıkma hakları vardır. Pontus yöresi Yunanlılarla aramızda sorun olmaz. Kafkaslarda 2.1 milyon Ermeni var. Ermeniler Büyük Ermenistan devletini kurmaya hazırdır. Müttefiklerin bu konuda yardımını bekliyoruz."

Böylelikle,  Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kurulması ilk kez uluslararası bir  konferansta açıkça dile getiriliyor ve bu istekler  Müttefikler tarafından destek görüyordu.  Müttefikler, kurulması planlanan "Milletler Cemiyeti" nin temel ilkelerini karara bağladıktan sonra, 22 Nisan 1920'de Osmanlı Devleti'ni Paris'e çağırmışlar ve 10 Ağustos 1920de Sèvres Antlaşması imzalanmıştır.

SEVRES ANTLAŞMASI 10 AĞUSTOS 1920 VE ERMENİSTAN

Kuşkusuz, Türk halkı hem işgal güçlerine, hem de saltanata karşı büyük bir uyanış ve direniş hazırlığı içindeyken Osmanlı Devleti'nin böyle bir antlaşmaya imza atması büyük bir aymazlık ve vurdumduymazlıktı.  Osmanlı ile Müttefik Devletler Fransa,  İtalya ve İngiltere arasında yapılan bu antlaşmaya  Japonya, Belçika, Yunanistan Polonya, Portekiz,  Ermenistan, Çekoslovakya, Romanya, Yugoslavya,  Hicaz (Arabistan) da imza vermiştir.

433 maddeden oluşan bu dev antlaşmanın 6. bölümündeki 6 madde (88-93) salt Ermenistan ile ilgilidir. Vilayeti Sitte denilen (Erzurum, Van, Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Bitlis) 6 vilayetin Ermenistan'a verilmesini öngören bu antlaşmanın 6. Bölümündeki 6 maddeyle  6 rakamı üzerinden Osmanlı ile nasıl dalga geçildiği açıkça ortadadır. 

Buna  göre Osmanlı, Ermenistan Cumhuriyeti'nin varlığını ve bağımsızlığını tanıyacak, Osmanlı-Ermeni sınırı ile 6 ilin durumu hakem sıfatıyla hareket edecek olan ABD Başkanı Wilson tarafından belirlenecekti:

"ABD başkanınca belirlenecek sınır ile söz konusu illerin kısmen veya tamamen Ermenistan'a terki gerektiği takdirde Osmanlı devleti, karar tarihinden itibaren, terk edilen yerler üzerindeki tüm haklarından vazgeçtiğini şimdiden beyan eder."

Maddedeki cümle düşüklüğü, mantıksızlık  ve "şimdiden beyan etmenin" dayanılmaz anakronizmi bir yana Osmanlı antlaşmayı imzalamakla o illeri zaten Ermenistan'a vermiş oluyordu !

Nitekim 22 Kasım 1920'de, Tunceli ve Diyarbakır hariç,   -zira bu illerin Kürt aşiretlerine verilmesi planlanıyordu-  Wilson Trabzon'u da bonus gibi ekleyerek  Erzurum, Elazığ, Van ve Bitlis'i sanki babasının çiftliğiymiş gibi Ermenistan'a verdiğini açıklayacaktır! Böylece Wilson’un  berkitme (tahkim) kararıyla   Bitlis, Van, Erzurum, Elazığ ve Trabzon bölgelerinden toplam 103.000 km2lik bir arazi Ermenistan’a hibe ediliyordu! O tarihte zaten Ermeni işgalinde olan Kars otomatikman Ermenistan'a kalmış oluyordu.

Bu gelişmeler üzerine Ankara'daki yeni kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Sèvres  Antlaşmasını sert bir bildiri ile kınamış,  Ankara İstiklal Mahkemesi 1 numaralı kararı ile de anlaşmaya imza koyan üç yetkili  ve Sadrazam Damat Ferit Paşa vatan haini ilan edilmiştir. 

İmdi, Osmanlı ve Vahdettin'i kurtarmaya çalışan yeni yetme postmodern akiller Sèvres Antlaşmasını Meclisin ve Vahdettin’in onaylamadığını ileri sürerler! İyi de aslanlar, 10 Ağustos 1920de Sèvres Antlaşmasını imzalayanlar bizzat Sultan Vahdettin tarafından atanan, Sultanın temsilcileri  olarak Paris'e giden Sadrazam Damat Ferit Paşa, Bern Büyükelçisi Reşat Halis Bey, eski Maarif Bakanı Mehmet Hadi Paşa ve eski Şurayı Devlet (Danıştay) Başkanı Rıza Tevfik Bey değil miydi? Kim atadı bu adamları?

Üstelik, o tarihte zaten Meclis kendini feshetmiş ve  Vahdettin tarafından da lağvedilmiş olduğundan Meclisin onayı diye bir şey söz konusu olamayacağı gibi  Meşrutiyet de sona ermişti! O halde, bu durumda tek yetkili Sultan Vahdettin idi, ve bal gibi onay vermiştir.

TÜRKİYE ERMENİSTAN SAVAŞI - GÜMRÜ ANTLAŞMASI

Büyük Ermenistan utkusu peşinde olan Ermenistan 3 Nisan 1920 de Aras nehrinin doğusundaki  Vedi kentini ele geçirir.  28 Mayıs 1920’de Ankara’ya bir nota vererek “Batı Ermenistan” olarak gördükleri Doğu Anadolu’daki 6 vilayeti (Erzurum, Van, Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Bitlis) ilhak edeceğini açıklar.  30 Mayıs 1920den itibaren de TBMM hükümeti Ermenistan’a yapılacak karşı  harekatı görüşmeye başlar. 16 Haziran 1920de Ermeni ordusu Erzurum’a 100km uzakta bulunan Oltu'yu alır,  Dehne boğazını ele geçirir ve Erzurum’a saldırmak üzere hazırlıklara başlar.

8 Temmuz 1920de Ankara   Ermeni Hükümeti'ne Oltu'nun derhal boşaltılması için bir ültimatom verir, bunu 9 Temmuz 1920de Ermenilerin doğudaki kırımlarını kınayan protesto notası izler.  28 Temmuz 1920de Ermenistan Türkiye’nin tüm notalarını reddeder ve Oltu'nun kendisine ait olduğunu bildirir.

Bu arada Osmanlı hükümeti ile Müttefikler arasında Paris barış görüşmeleri sürmekte olup sonunda 10 Ağustos 1920de Sèvres Antlaşması imzalanmıştır.  Türk halkı işgal güçlerine, karşı büyük bir direniş hazırlığı içindeyken Osmanlı Devleti'nin böyle bir antlaşmaya imza atması büyük bir aymazlık ve vurdumduymazlıktı. 

Sèvres Antlaşmasının uygulanmasını engellemek ve Ermenistan’ı durdurmak isteyen Ankara hükümeti    20 Ağustos 1920den itibaren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile görüşmelere başlar.  Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin'in Kafkasya'da Türklere ait bazı bölgelerin ve doğu illerinin Ermenistan'a verilmesini istemesi üzerine görüşmeler çıkmaza girer.

Bunun üzerine  Kazım Karabekir komutasındaki birlikler karşı saldırıya geçerek Oltu ve Sarıkamış’ı Ermenilerden geri alır (20 Eylül 1920). Batı ülkelerinden yardım geleceğini uman ve Sèvres Antlaşmasına güvenen Ermenistan da Türkiye’ye savaş ilan eder (24 Eylül 1920)

Tam o  sırada beklenmedik bir ziyaretçi ortaya çıkar: 22 Eylül 1920’de  General James G. Harbord başkanlığında bir ABD heyeti Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Sivas’a gelir!  Kuşkusuz  heyetin amacı  Sèvres Antlaşması kapsamında Başkan Wilson tarafından Ermenistan’a bağışlanacak  yerleri görmek, Anadolu ve Kafkasya'daki gerçek durumunu yerinde incelemek, Ermenistan – Türkiye çatışmasını engellemek, Mustafa Kemal ve ekibinin SSCB ile olan ilişkilerini araştırmak olmalıydı. ABD’nin asıl endişesi TBMM hükümetinin bir Sovyet cumhuriyetine dönüşmesiydi. Sanırım Harbord’un ABD kongresine sunacağı rapor Ermenilerle bir yere varılamayacağı yolundaydı. Bu konudaki bilgi kaynakları çelişkilidir. Ancak, buna rağmen Wilson 22 Kasım 1920de Doğu Anadolu’yu Ermenistan’a verdiğini açıklayacaktır.

Bu arada SSCB ile TBMM arasında uzlaşmanın sağlanması üzerine  Kâzım Karabekir komutasında harekete geçen ordu birlikleri Ermeni-Gürcü ordusunun işgali altında bulunan Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır'ı  geri alır (30 Ekim 1920). Türk ordusu Ermenistan’ın başkenti Erivan'a doğru ilerlerken, bir  Sovyet Kızıl Ordusu da kuzeyden Erivan'a yaklaşmaktadır. Bunun üzerine 17 Kasım 1920’de Ermeniler ateşkes ister.

1 Aralık 1920de   Ermenistan ile Gümrü Antlaşması imzalanarak  Türk-Ermeni sınırı  1878 öncesindeki Osmanlı-Rus hattına çekilir.  Bu hat, bugünkü Türkiye-Ermenistan sınırıdır. 2 Aralık 1920de Kızıl Ordu herhangi bir direnişle karşılaşmadan Erivan'a girer ve Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ilan edilir.   Taşnaklar ülkeden kovulur, yönetim Ermenistan Komünist Partisine geçer.

TÜRK-YUNAN SAVAŞI

Doğu cephesinde bunlar olup biterken Batı cephesinde  sürmekte olan Birinci İnönü Savaşını Türk ordusu kazanınca (6-11 Ocak1921)  Müttefikler  Sèvres Antlaşmasında bazı değişiklikler yapmak üzere Yunanistan ve Osmanlı devletinin katılacağı bir konferansın  Londra'da yapılmasına karar verirler. (21 Şubat 1921) Ancak TBMM'yi tanımadıkları için, konferansa yalnızca Osmanlı Hükümetini davet ederler. Ayrıca, Mustafa Kemal'in de konferansa delege olarak katılabileceği, ya da, bir temsilci yollayabileceği Osmanlı Hükümeti'ne iletilir.

TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa  çağrılmadığı bir konferansa, katılamayacağını bildirince Müttefikler   TBMM'yi resmen Londra Konferansı'na davet etmek zorunda kalırlar. Konferans 23 Şubat 1921de başlar. Müttefikler Sèvres Antlaşması'nda küçük değişiklikler yaparak deneyimsiz TBMM’yi saf dışı etmeyi planlıyorlardı.

Ancak, Sadrazam Tevfik Paşa, söz sırası kendisine geldiğinde yetkisini TBMM temsilcisi Bekir Sami Bey’e bıraktığını açıklayınca, o andan itibaren Müttefikler her tür görüşmeyi TBMM heyetiyle yapmak zorunda kalırlar. TBMM delegeleri, Sèvres Antlaşması'nı hiçbir şekilde kabul etmediklerini dile getirirler ve uzun tartışmalardan sonra konferans sonuç alınamadan dağılır.

TÜRKİYE-SSCB MOSKOVA ANTLAŞMASI

Bu arada Mustafa Kemal Türkiye-Ermenistan sınırının  Sovyetler Birliği tarafından da onaylanması amacıyla Ali Fuat Paşa'yı Moskova'ya gönderir. 16 Mart 1921de imzalanan Moskova Antlaşması ile  SSCB ve Türkiye arasında imzalanmış olan tüm antlaşmalar geçersiz sayılıyor, Sarp köyünün yarısı ve Batum kentinin tamamı  Gürcistan'a bırakılıyor,  Kars Türkiye'ye geri veriliyor, ayrıca Azerbaycan'a bağlı özerk Nahçıvan Cumhuriyeti kuruluyordu.

HEDEF: ANKARA !

Londra konferansından bir netice çıkmayınca Müttefikler TBMM’yi uzlaşmaya zorlamak için Yunanistan’ı doğrudan doğruya Ankara’yı ele geçirmek üzere yüreklendirirler. 23-30 Mart 1921 II. İnönü savaşında Yunan ordusu ilk başlarda biraz ilerleme gösterse de sonunda yine bir başarı kazanamaz.

Derken lise tarih kitaplarında hiç söz edilmeyen, hatta belki de lisedeki tarih hocalarımız “Kaz Hilmi” ile “Köpek” in bile hiç bilmediği bir yengi çıkar karşımıza: Yunan ordusu 27 haziran 1921de Eskişehir-Kütahya-Afyon üzerinden büyük bir saldırı başlatır.  Türk birlikleri dağılarak Afyon, Kütahya ve Eskişehir’den doğuya doğru kaçar.   Yok olmak tehlikesi atlatan Türk ordusu İsmet Paşa komutasında zar zor 200km geriye, Sakarya nehrinin doğusuna son savunma hattına çekilmek zorunda kalır (22 Temmuz 1921). TBMM üyeleri, hükümet ve Mustafa Kemal büyük bir şok yaşar! Yolun sonuna mı gelinmiştir yoksa?

Bu büyük zaferden hemen sonra Yunan Kralı Konstantin, Başbakan Dimitrios Gunaris, ve General Anastasyos Papulas Kütahya’da buluşurlar. Türklere son darbeyi indirmenin planlarını yaparlar. Yunanlılar İngiliz diplomatları Ankara’da akşam yemeğine davet eder! Yunan tarafında büyük bir sevinç ve şenlik havası egemen iken Türk tarafı karanlıklar içindedir. Bu arada TBMM İsmet Paşayı ordunun başından alıp onun yerine son bir umutla Mustafa Kemal ve Fevzi Çakmak Paşaları görevlendirir. Yunan birlikleri Ankara’ya 70 km uzaklıkta olan Polatlı önlerine kadar gelir.

Öte yandan 24 tümenden oluşan 240.000 kişilik büyük bir  Sovyet ordusu da  Doğu sınırında gelişmelerin sonucunu beklemektedir. Savaşı Türklerin kaybetmesi halinde Kızıl Ordu’nun  Doğu Anadolu’yu işgal mı edeceği, yoksa yardıma mı geleceği irdelenmesi gereken bir konudur. Burada hemen bir ayraç açıp 23 yıl ileri gidersek, 1946 yılında, II. Dünya savaşı biter bitmez,  Stalin’in, Türk-Rus sınırında değişiklik yapılarak  Kars, Ardahan ve Artvin’in SSCB’ye terk edilmesi gerektiğini talep etmesi bir takım hezeyanların gelecekte de sürmekte olduğunun somut bir göstergesi gibidir.

Nitekim, Türkiye’nin tepkisine ek olarak,   Başkan Truman, ABD sınırlarının doğuda Kars ve Ardahan'dan başladığını belirtecek ve Türkiye “Truman Doktrini” kapsamında  askeri yardım almaya başlayacaktır. Stalin’in ölümünün ardından Türkiye 1952 yılında NATO'ya üye olduktan sonra SSCB, biraz geç de olsa,  30 Mayıs 1953'de bir nota vererek Ermenistan ve Gürcistan Sovyet Cumhuriyetleri'nin 1946'da istedikleri topraklardan vazgeçtiklerini ve  artık Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den hiçbir toprak isteği kalmadığını bildirilecektir.

İmdi, durumu bu şekilde aydınlatıp yeniden Türk-Yunan savaşına dönecek olursak, tüm dünya Ankara’nın düşeceği ve Yunanlıları ikinci bir büyük yengi kazanacağının beklentisi içindedir. Nefesler tutulmuştur.   23 Ağustos 1921’de Yunan saldırısının başlamasıyla Sakarya nehri kıyısında konuşlanan Türk ordusu son direnişe geçer. 13 Eylül 1921e kadar  22 gün aralıksız devam eden şiddetli bir savaş sonucunda Yunan ordusunun ilerleyişi durdurulur. Bu korkunç savaş sırasında Mustafa Kemal’in neden “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” gibi olağanüstü bir emir verdiğini herhalde şimdi daha iyi anlamış oluyoruz. Çünkü artık yolun sonuna gelinmiştir ve gidecek bir yer kalmamıştır!

Yunan ordusunu durdurmayı başaran Türk ordusu bununla da kalmaz: 13 Eylül 1921den sonra karşı saldırıya geçer! Yunanlılar bunun üzerine eski mevzileri olan Eskişehir - Afyon hattına geri çekilmek zorunda kalır. Bu beklenmedik bozgun üzerine Yunan Genel Kurmayı istifa eder ve ordunun üst yönetimi tamamen yenilenir.

Sakarya savaşının sonunda Yunan ordusu gerçekten ölümcül bir darbe almış oluyor, oysa, diğer taraftan uluslararası toplumun, özellikle İngiltere'nin TBMM’ye bakışı değişiyor ve Yunanistan, İngiltere’nin desteğini kaybediyordu.

KARS VE ANKARA ANTLAŞMASI

Sakarya zaferinin ardından 13 Ekim 1921de Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile Türkiye arasında Kars Antlaşması imzalanır. Taraflar daha önceki Moskova Antlaşmasını ve Nahçıvan bölgesinin Azerbaycan denetiminde kalmasını tekrar teyit ederler.  Ermenistan bu tarihten sonra Kilisenin siyasal eylemlerini kısıtlayacak, aşırı milliyetçilik ve Taşnaklar ile mücadele edecek, ABD ve Fransa'dan 100.000 kişi ülkeye geri dönecektir. Bu arada Güneydoğu cephesi, Urfa, Maraş, Antep ile Adana'da Fransız ve Ermeni birliklerine karşı yürütülen savaş da başarıyla sonlanmak üzereydi. Sonunda yerel Ermeni birliklerini kullanarak bir yere varılamayacağını anlayan Fransızlar ateşkes istemek zorunda kalır.  21 Ekim 1921de Ankara ile Paris arasında imzalanan "Ankara Antlaşması” -Hatay hariç- Türkiye'nin güneydoğu sınırlarını taslak olarak belirlemiş olur.

DUMLUPINAR 30 AĞUSTOS 1922 

Sakarya yenilgisinden sonra Müttefikler tarafından cascavlak terk edildiğini anlayan Yunanistan onlardan çaresiz yeniden yardım ister. Ama umduğunu bulamaz. Zira artık İngiliz, Fransız ve İtalyanlar Sèvres’in yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünmeye başlamışlardır. Türkiye’nin çok sıkışırsa SSCB ile anlaşacağından ve komünist bloka kayacağından endişe duyan Müttefikler Ankara’ya ateşkes önerisinde bulunurlar. Ancak, büyük moral kazanmış olan Ankara, Yunan orduları Anadolu ve Trakya’dan çıkmadığı sürece ateşkes olamayacağını bildirir. Yunanistan artık feda edilmiştir!

Karşılıklı uzun bir bekleyiş ve hazırlık döneminden sonra, 26 Ağustos 1922’de Mustafa Kemal’in başkomutanlığında “Büyük Taarruz” başlar. Batı Cephesi dağılan, Eskişehir – Afyon hattı çöken Yunanlılar İzmir’e doğru çekilmeye başlar. Türk birlikleri 30 Ağustos 1922de Dumlupınar’da   büyük bir yengiye ulaşır.. İzmir’e gelen birlikler ve İzmirli Rumların büyük bir bölümü  gemilerle Yunanistan’a dönerler. Türk birlikleri, 9 Eylül 1922’de İzmir’e girer.

Ordu İzmir’i denetim altına aldıktan   4 gün sonra başlayan ve günlerce süren büyük yangın bu bağlamda çok anlamlı gözükmektedir. Yangın 13 Eylül’de başlamış 17 Eylüle kadar sürmüştür. Kentin tamamen güvenli bir hale gelmesi 30 Eylül’ü bulmuştur. Atatürk Müttefiklere yangının Ermeni çeteler tarafından çıkarıldığını iletmiştir. Yangının özellikle Ermeni mahallesinden başlaması ve yangında Ermeni ve Rum mahallerinin tamamen yanması, fakat Türk ve Yahudi mahallerinin fazla etkilememiş olması üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.

ÇANAKKALE KRİZİ - LOZAN 24 TEMMUZ 1923

İzmir'in kurtuluşundan sonra ordu hızla Çanakkale Boğazının Anadolu kıyısına mevzilenerek İngilizlerin Gelibolu yarımadası ve Trakya’dan çekilmesi için ültimatom verir. Çanakkale Krizi adı verilen bu olay üzerine, 15 Eylül 1922de  Lloyd George başkanlığında toplanan İngiliz kabinesi bu küstahlığın reddedilerek Türklere gereken dersin verilmesinden  yana tavır koyar. Bunun üzerine Muhafazakâr Parti hükümetten çekilir. Lloyd George hükümeti düşer. 11 Ekim' 1922 de İngiltere ile Türkiye arasında Mudanya ateşkesi imzalanır. Ateşkes antlaşması aynı zamanda İsviçre'nin Lozan (Lausanne) kentinde bir barış konferansı toplanmasını öngörmekteydi.

1 Kasım 1922 de toplanan TBMM, İstanbul hükümetinin hukuki varlığına son verir ve  Vahdettin  17 Kasım 1922 günü Boğaziçi'nde demirli bulunan İngiliz zırhlısı Malaya ile Malta'ya gönderilir. Boş kalan halifelik makamına veliaht Abdülmecit TBMM tarafından 19 Kasım'da halife olarak atanır.

TBMM Hükümeti Lozan Konferansı'na katılarak Misakı Milli’yi gerçekleştirmeyi, Türkiye'de bir Ermeni devletinin kurulmasını engellemeyi, kapitülasyonları kaldırmayı umut ediyordu. Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar hakkında anlaşma sağlanamazsa görüşmeler kesilecekti. Nitekim, 20 Kasım 1922'de başlayan  görüşmeler çıkmaza girince 4 Şubat 1923'te  heyet yurda geri dönmüş, savaş rüzgârları yeniden esmeye başlamıştır. Sovyetler Birliği eğer yeniden savaş çıkarsa bu sefer Türkiye'nin yanında savaşa gireceğini duyurmuş, Haham Hayim Nahum Efendi öncülüğündeki Hristiyan ve Yahudi cemaat  temsilcileri de Türkiye'yi destekleyeceklerini açıklamıştır.

23 Nisan 1923'te görüşmeler  tekrar başlamıştır. Nihayet 24 Temmuz 1923'te  Lozan Barış Antlaşması imzalanmış ve tüm taraflarca onaylandıktan sonra 6 ağustos 1924te yürürlüğe girmiştir. 

LOZAN ANTLAŞMASINDA ERMENİ SORUNU

Lozan’da, Ermeni sorunu münferit olarak ele alınmamış, Müslüman olmayan azınlıklar öbeğine dahil edilmiştir.  Antlaşmanın 40. Maddesine göre Müslüman olmayan Türk uyrukların, hem hukuk hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlem ve aynı güvencelerden yararlanacakları, her tür dinsel ve sosyal kurum, okul ve benzer yerler kurmak,  kendi dillerini kullanmak ve dinsel törenlerini özgürce yapmak konusunda eşit haklara sahip olacakları belirtilmiştir. Rum ve Ermeni Patrikhanelerinin  siyasal yetkilerinden arındırılarak İstanbul'da kalması onaylanmıştır.

Lozan Barış Antlaşması kararlarına karşı çıkan Ermeni heyeti konferansa katılan devletlere bir bildiri vermiştir. Bildiride Ermeni sorununun çözümlenmemiş olduğuna dikkat çekilerek daha önceki Versailles ve Sèvres Antlaşması, 1921 Londra  ve 1922 Paris kongrelerinde Kürt ve Ermenilere  yurt sağlamak için sözler verildiği,  ancak,  buna uyulmadığı, dolayısıyla taraf devletlerin buna bir çözüm bulması gerektiği, aksi takdirde böyle bir barışın sürekli olmayacağı belirtilmiştir.

Heyet başkanı Aram Aharonyan, 9 Ağustos 1923 tarihinde hem Milletler Cemiyeti'ne başvurarak sorunun Milletler Cemiyeti'nin gündemine alınmasını talep etmiş,  hem de Müttefik Devletlerin temsilcilerine  birer protesto göndererek  sanki Ermeniler yokmuş gibi davranıldığını, Lozan Antlaşmasının ne barışa, ne de  adalete yol açmayacağını,  bu antlaşmaya karşı olduklarını iletmişlerdir.

Böylelikle Ermenistan Türkiye’ye karşı ilan edilmemiş bir savaşı, her ortamda ve her ne pahasına olursa olsun sürdüreceğini  açıkça beyan etmiş olmaktadır. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler, ardından NATO’ya üye olması Ermenistan’ın bir süre eyleme geçmesini engellemiştir. Ancak 1974 Kıbrıs çıkarmasından sonra Ermenistan Türkiye karşıtı politikalarına hız vermiş ve Ermeni terör örgütü ASALA devreye girmiştir.

ERMENİLER VE  TERÖR

Taşnak ve Hınçak örgütleri 1918 yılında Talat Paşa ve Cemal Paşa'ya suikast düzenlemelerinden  55 yıl geçtikten sonra  yeniden terör yöntemine dönmüşlerdir. 1973ten itibaren "Ermenistan'ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu" ASALA ve ARA (Ermeni İhtilalci Ordusu) sahneye çıkmış, 1984'e kadar yurt dışında görevli 42 Türk diplomatı ile 15 görevliyi şehit etmiştir.

Avrupa ülkeleri, Suriye ve Lübnan'da üsler edinen Asala, PKK, Kıbrıs Rumları ve Yunanistan ile de işbirliği yapmış, 8 Nisan 1980de Lübnan'ın Sidon kentinde PKK ve ASALA  ortak basın toplantısı düzenlemiştir. 1984 yılından itibaren Ermenistan terör eylemlerine destek vermeyi yavaş yavaş kesmiş, onun yerine PKK sahneye çıkmış, ASALA geri planda kalmıştır.

4 Haziran 1993de Hınçak Partisi ile terör örgütleri  Beyrut PKK  merkezinde toplantılar yapmışlar,   kiliselerde düzenlenen ve Lübnan Ermeni Ortodoks Başepiskoposu ile Hınçak yetkililerin  katıldığı  ayin ve toplantılarda, Türkiye'de iç savaşın devam edeceği, Türk ekonomisinin iflas sürükleneceği, ülkenin bölünerek  bir Kürt devletinin kurulacağı, Ermenilerin Kürtlerin mücadelesini  desteklemeleri gerektiği gibi konular paylaşılmıştır.

 

ERMENİSTAN-AZERBAYCAN SAVAŞI

Bu arada 1988 yılından itibaren SSCB'nin  dağılmaya başlaması ve aşırı milliyetçi akımların hız kazanmasıyla 20 Şubat 1988'de Azerbaycan ile Ermenistan arasında sınır anlaşmazlığı yüzünden savaş çıkar. 23 Ağustos 1991'de Ermenistan, 30 Ağustos'ta ise Azerbaycan bağımsızlıklarını kazandıkları halde savaş devam eder. 25 Aralık 1991 de Sovyetler Birliği "Rusya Federasyonu" na dönüşür..

Ermenistan Azerbaycan'a ait  ancak Ermeni nüfusun çoğunlukta olduğu Dağlık Karabağ bölgesini ele geçirir, ardından Laçin Koridoru ‘nu  işgal eder. Çatışmalar 1994'te Azerbaycan'ın yenilgisiyle sonuçlanır. Rusya Federasyonu'nun araya girmesiyle ateşkes ilan edilir.

Ermenistan'ın 2 katı asker ve silah gücüne sahip 10 milyonluk koskoca Azerbaycan'ın nasıl olup da 3 milyonluk minicik Ermenistan'a yenildiği araştırılması gereken bir konudur.  Görünen o ki Azerilerin beceriksizliği bir yana, Ermeni asker ve komutanların I. ve II. Dünya Savaşı sırasında Çarlık ordusu  ve Kızıl Ordu'da  elde ettikleri deneyimler savaşı kazanmalarında etkin olmuştur.   Oysa, Rus ordusundaki Azeriler sürekli geri hizmette tutulduklarından akademik askeri bilgi ve yetenekten yoksundular.

İki ülke arasında savaş şu an için sona ermiş olsa da, zaman zaman sınır çatışmaları yaşanmakta ve Ermenistan Azerbaycan topraklarının %20'sini halen de facto  işgal altında tutmaktadır. 25–26 Şubat 1992'de Ermenistan ordusunun Azeri halkı topluca katlettiği "Hocalı Katliamı" İnsan Hakları İzleme Örgütü de dahil olmak üzere birçok uluslararası örgüt tarafından soykırım olarak kabul edilmektedir.

Bu yazıyla bağlantılı olarak Ermeni soykırım savını düşünsel, siyasal, etik ve uluslararası hukuk açısından irdeleyen,  İnkar Yasasına, Uluslararası Adalet Divanı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ilgili kararlarına değindiğim“Ermeni soykırım savı gerçek mi yalan mı?” ve  Ermenistan’ın misyon ve vizyonunun çözümlenmesiyle ilgili  “Türkiye-Ermenistan İlişkileri – Soykırım Mitomaniası”   başlıklı araştırmalarımı da incelemenizi öneririm.

 
Toplam blog
: 129
: 1871
Kayıt tarihi
: 27.07.06
 
 

1968 yılından bu yana dinler tarihi, mitoloji, sosyoloji, antropoloji, dinbilim, teozofi, metafiz..