Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Nisan '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Evlerinin önü de Zello...

Evlerinin önü de Zello...
 

Tatil günü olmasına rağmen her sabah olduğu gibi saat yedi buçuk sularında uyandım. İçerinin biraz aşırı ama iç açıcı aydınlığından havanın güneşli olduğu anlaşılıyor. Kalkmak için erken, ancak yeniden uyumak için de zorlamıyorum kendimi. Birkaç gündür okuduğum kitabı alıp Salinger’ın zor ama bir o kadar da delicesine zevkli dünyasına dalıyorum. Uyku mahmurluğuyla metne yoğunlaşmakta zorlandıysam da on sayfa kadar okumuş olmalıyım. Etraf çok sessiz. Sessizlik ve kitap tekrar uykumu getiriyor. Tam uykuya dalmak üzereyken, caddeyi yıkayan tankerin sesini duyuyorum uzaktan. Caddede bir gün önce kurulan semt pazarının kaba çöpleri gece alınırken yıkama işi Pazar sabahına bırakılıyor. Tanker yaklaştıkça arkasındaki su motorunun sesi sabah sessizliğinde dayanılmaz bir gürültüye dönüşüyor. Her Pazar böyleyiz.

Caddenin iki yanındaki evlerde uykularını uzatmak isteyen herkesin yorganlarını başlarına çekip bu gürültüden kurtulmaya ve bölünmüş uykularına yeniden dalmaya çalıştıklarını tahmin edebiliyorum. En azından ben öyleyim. Ama gürültü o kadar yoğun ki, tankerin geçip gitmesini beklemekten başka çare yok. Ben de öyle yapıyorum. Kurtulamayacağımı biliyorum. Cenin pozisyonunun o ezeli ve ebedi teslimiyetiyle sol tarafıma dönüp yatıyorum. Bu durumda üstte kalan kulağım tankerin gürültüsünü bir huni gibi toplayıp kafama dolduruyor. Ben de inadına alttaki kulağımı da yastığa sıkıca bastırıyorum ordan çıkıp gitmesini önlemek ister gibi...

Ne kadar geçti bilmiyorum, uyandım. Rüya görüyordum. Rüyamda bir vaiz çok uyuyanların cennete gidemeyeceklerini söylüyordu. Rüya işte, hikmetinden sual olunmaz. Ancak tuhaf olan şuydu: Vaizi gerçek hayattan tanıyordum. Ta otuz - otuz beş yıl önce çocukluğumda, Antep’te Hacı Nasır Camii’nin avlusundaki küçük şadırvanın altında oturmuş, elindeki mürekkep haznesi boş dolmakalemin kapalı ucuyla küçük not defterine hayali çizgiler çizerek etrafındaki küçük cemaate "korsan" ya da daha meşru bir deyimle, "hazırlık vaazları" veren fahri vaizdi bu. Daima mütebessim yüz ifadesi, her zaman bakımlı ve sünnetli sakalı, bir şeylerden çekinir gibi hafiften ürkek ses tonuyla, "şehre alışverişe gelmişken bari Cuma namazını da burda kılalım" köylülerinin vaizi… Çalıştığım trikotaj atölyesinden öğlen yemeği paydosuna çıktığım saatlerde camiinin avlusuna yüzümü yıkamak ya da su içmek için girdiğimde görürdüm hep onu.

İşte bilinçaltım otuz beş yıl öncesinin puslu anılarıyla bugünün kaygılarını nasıl bir anlaşılmaz bileşimle bir araya getirdiyse, kendimi rüyamda o şadırvan altı vaizinin yine aynı yerde oturmuş ve gözlerimin içine bakarak “uyku” konulu bir vaazını dinler gördüm. Vaiz sözleriyle açıkça beni hedef alıyor ben de karşısında mahçubiyetten kızararak onu dinliyordum. İşte ezeli vicdan azabım bu defa da bir rüya olarak çıkmıştı karşıma!.. Hayattaki gecikmişliğimin bilinçaltımda yarattığı kendimi suçlama eğiliminin bir biçimi… Ne zaman vakitsiz bir uykuya dalsam ya da biraz fazla uyusam irkilerek uyanıp elimde olmadan kendime hep bu suçlamayı yöneltirim. Belki de bu yüzden uykuyla hiç aram olmadı.

Uykudan her uyanışında dünyaya gözlerini ilk defa açar gibi hisseder ya insan kendini. Etrafını izleyip, kim, nerede ve ne yapmakta olduğunu kestirmeye çalışır bir anlığına. İşte öyle bir duyguyla baktım dünyaya. Sonra sol yanımdaki sehpanın üzerindeki nesnelerle göz göze geldim. Baş ucumun vazgeçilmez aksesuarlarından iki adet kitap, bilgisayar karşısında fazla kalmanın bedeli olarak bir göz damlası, şimşir ağacından yapılma bir adet sırt kaşıyıcı (madeni para büyüklüğünde inatçı bir kaşıntı adacığı vücudumun muhtelif yerlerinde dolaşıp durur yıllardır. Antifungal merhem sürerim iyileşir gibi olur ancak bir süre sonra başka bir yerden nanik yapar bana. Bu defa da sırtımın en elim ulaşmaz bölgesine yerleşti. Çok ince bir bileğin ucundaki yarı açılmış el biçimindeki şimşir sırt kaşıyıcı o yüzden orda. Beş adet de parmağı var!.. Anneme gırgır bir hediye olsun diye almıştım ama kullanmak bana nasipmiş!), iki buçuk derecelik miyopinin kusurlarını düzeltmeye yarayan bir adet gözlük, konuşmayı pek de sevmeyen bir adet telefon…

Kalkmalıyım. Bir Pazar gününü daha fazla uykuyla geçirmenin bir anlamı yok. Ama önce televizyonu açıp kanallar arasında şöyle bir dolaşayım. TRT1’de her Pazar sabahı olduğu gibi bir kovboy filmi var. Kanunsuz kasabaya kanun hakimiyetini sağlamak üzere atanmış "cool" şerif Caine rolündeki Robert Mitchum’un karşısındaki kötü adamla diyalogu dikkatimi çekiyor:

Kötü adam: "Bu kasaba sakin akşam yürüyüşlerine ve kilise yemeklerine henüz hazır değil şerif!"

Şerif Caine: “O zaman söyle onlara, hazırlanmaları için sabaha kadar vakitleri var!"

Filmi bir süre seyredip kalkıyorum. Yüzümü yıkamaya giderken radyoyu açıyorum. Kolonlardan şenlikli ve tanıdık bir Kilis türküsünün ezgileri yayılıyor evin içine:

Evlerinin önü de Zello tahta daraba
Zello Zello tahta daraba
Satar şalvarını da Zello verir şaraba
Zello Zello verir şaraba
Şarapçının evi de Zello olsun haraba
Zello Zello olsun haraba

Sabah seher uykularından uyanamorum
Zello Zello uyanamorum
Sen bene naz edersin Zello inanamorum
Zello Zello inanamorum*

Rüyanın tuhaf bir utançla karışık bulaşıcı etkisinden yavaş yavaş sıyrılıyorum. Ama defa da depreştirdiği sıla hasretiyle radyodaki türkü sızlatıyor yüreğimi. Perdeleri açıyorum, havanın güneşli olmasına seviniyorum.

* Daraba: kepenk.
Haraba: harabe.
Uyanamorum: “uyanamıyorum”un Kilis ağzıyla söylenişi.
 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..