Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Kasım '06

 
Kategori
Edebiyat
 

Farklı Bir Objektif

Farklı Bir Objektif
 

O akşam, Ali Nail’in ilk durağı fotoğrafçılar derneği olmuştu. İçeri girdiğinde kimseyi bulamadı. Her zaman açık duran yönetim odasının kapısı da kapalıydı. İlk önce buna bir anlam veremedi; ama lokalin bulunduğu salona açılan kapıyı araladığında, unuttuğu şey önüne seriliverdi.

Tabi! Bu akşam dia gösterisi var. Nasıl da unuttum? diye söylenerek geri çekildi hemen. Kararsızdı. Ne kadarını kaçırdığını merak ediyor, "Öff Ali Nail, öf! Sen hiç adam olmayacaksın!" diye azarlıyordu kendisini. Bu gösterimi izlemeyi çok istiyordu. Hatta, bir gece öncesinden saatini ters koluna aktarmış, ancak bu seferde gün boyu acaba ne içindi diyerek düşünüp durmuştu.

Fotoğrafları, ülke çapında ünü olan bir fotoğrafçı, dünyanın dört bir yanını dolaşarak çekmiş ve birkaç arkadaşının yardımıyla gösterime hazırlamıştı. Gösterimin konusu: "Yer küremizde küresel fukaralık" idi. Ali Nail, kısa bir kararsızlığın ardından içeri girmeye karar verdi. Salon, siyah jalûzilerle karartılmıştı. Yeterli sayıda sandalye olmadığından insanların bir kısmı duvar diplerine dizilmiş, diğer bir kısmı da yerde oturuyordu. Hafif bir dalgalanma oldu; Ali Nail, mahcubiyet hissi içersinde, cuma namazında arkadan gelenlere içerdeki cemaatin yer açtığı gibi kendisine açılan yere oturdu. Bir takım yüzler geriye doğru çevrildi; sonra her şey normale döndü. Projeksiyon makinesinde slâytlar ağır ağır yer değiştiriyor, sefaletin öldürdüğü insanların görüntüleri sanki hayaletmişçesine duvarda şekilleniyordu.

İnsan, gündelik hayatın sıradanlığına bulaşmış yaşarken, dışarıda bir yerlerde böyle şeylerin olabileceğini aklına bile getirmez. Hele hele, kendi başına gelebileceğini hiç düşünmez. Şanslı olanlar, o da sadece başkasına ait bir hayatla yüzleşerek dünyanın bu yüzünü fark edebilirler. Bu hemen unutuluverecek bir farkındalık olsa da. İşte şimdi, kendini bir odaya kapatmış bir yığın insan, duvardan yansıyanın, birilerinin çıkıp ta bir şeyler yapmadığı taktirde kendi akıbetleri olduğunun bilincinde, çıt çıkarmadan bu inanılması güç hakikatle yüzleşiyordu.

Gösterim sona erdiğinde kısa bir mola verildi ve ilgilenenler için, "seyredilen"in üzerine bir söyleşi yapılacağı bildirildi. Program sona erene kadar içki servisi durdurulmuştu. Ali Nail, ocak başına gidip bir fincan çay aldı; dışarı çıkanlar, öbek öbek toplanıyor ve kendi aralarında, şahit oldukları felaket hakkında konuşuyorlardı. Bu arada bir şey Ali Nail’in dikkatini çekmişti. Genci, yaşlısı, herkes üzgün görünüyordu; ama o, kendi yüreğinde bir sızı hissetmiyor, hatta sinsi bir duygunun tesiri altında, içten içe seviniyordu. Sanki biraz önce gördüğü şeyler, tedavisi mümkün olmayan bulaşıcı bir hastalığın belirtileriydi ve pek yakında, bütün yer yüzünü sarıp, maddi, manevi ne varsa hepsini yok edecekti. Ali Nail, bir yandan, kafasının içinde mantar gibi bir biri ardına biten ve her türlü ilkeye baş kaldırmış düşüncelerle boğuşuyor, diğer yandansa "Tanrım! Benim sonum nereye varacak? diye ileniyordu. Ben deli miyim? Yoksa bir cani mi? Senin varlığını inkar edenlere mi katılmalıyım? Ve bütün bunları kör bir tesadüfün sonuçları olarak mı görmeliyim? Ancak o zaman mı benim yakamı bırakacaksın? Sanırım burada bulunanlar içinde bir tek ben senin etinden ve kanındanım. Görüyor musun? Nasıl da üzülüp kaygı duyuyorlar. Yalnız sen ve ben olup bitene kayıtsızız. Sahi! Ben kayıtsız değilim; seviniyorum; çünkü bütün acılara son verecek son bir acıyı bekliyorum. Ve senin kayıtsızlığına isyan ediyorum."

Kaskatı kesilmişti. Artık, etrafını kuşatan suratlardaki anlamı okumaya tahammül edemiyor, varlığına nüfuz eden bir sihrin, kendisini yok ediverdiğini hayal ediyordu. Arkasını döndü. Çay ocağının mermer tezgâhına yaslanıp bir sigara daha yaktı. Yanına sokulan her gölgeyle irkiliyor, tanıdık birisiyle selamlaşmak dahi istemiyordu. Neyse ki, korktuğu başına gelmedi. Zamanın darlığı ve kalabalık işine yaramıştı. Zaten, konuklar da birer birer yerlerini almaya başlamışlardı. Onlarla birlikte salona geri döndü. Kısa bir süre sonra, asistanı olsa gerek, genç ve yakışıklı bir çocuk, fotoğraf sanatının duayenini anons etti.

Salih Hoca, sevdiği işi meslek olarak seçebilen nadir insanlardandı. Şöhrete ve zenginliğe ulaşmıştı; peki ama neden, elinde olanların sefasını sürmek yerine, ömrünün son baharında onca zahmete katlanıp bu işe kalkışmış ve niçin bu öyküyü seçmişti? Anlattığına göre, yaşlanmaya yüz tuttuğu sıralarda başından geçen ve mahremiyet içerdiği için açıklanamayan yıkıcı bir hadise, onu ağır bir yasa bürümüş, daha sonraları yas onu terk etse de dünyası bir daha eskisi gibi olmamıştı.

Diyordu ki: "İşte ben, o günden sonra hacını sırtında taşıyanlar kervanına katıldım." Ali Nail, şoke olmuştu. Salih Bey’i gıyaben tanıyordu; ama onun bu yanı hakkında kulağına bir şey gelmemişti. Özdeşleşmesi gayet kolay bir insandı ve bunu kendisi istiyor gibiydi. Sanki, konuşan aklı değil de yüreğiydi. Konuşulan, karanlığın ta kendisi olmasına rağmen insan, bu karanlığın içinde kendi yerini buluyor ve orada kaybolmuyordu. Salih Bey, bir şeyin altını ısrarla çizmiş ve özet olarak şunları söylemişti: "Bütün bunları, ahlaki bir dürtünün tesiri altında yapmadım. Bir görev üslenmişim gibi de hissetmiyorum. Çünkü kurtuluşumuza hizmet edecek bir pratiğin olduğuna inanmıyorum. Sadece, içeriği kasten boşaltılarak kupkuru görüntüler halinde medya pazarına sürülen hayatlara, biraz olsun ruh vermeye ve onlara saygı sunmaya çalıştım. Ve bunu yaparken de kendi ruhumdan yararlanmış değilim. İnsanın, insanlığını sürdürebilmesi için gerekli olan en temel ihtiyaçların bile karşılanamadığı bu yerlerde, zaten var olan kaynağı kullandım. Arkadaşlarım karamsar olduğumu düşünüyorlar. Oysa, siz de taktir edersiniz ki yargılarımız da öğrendiğimiz diğer şeylerden müteşekkildirler. Eğer, içinden geçmekte olduğumuz şu kritik günlerde tarih, bize, sıfır noktasından bakabilme fırsatı sunuyorsa ve ben, elimde bulunan objektifi bu sıfır noktasına yerleştirebilirsem, aynı zamanda, kafamdaki insan kavramı hakkında da gerçeğe daha yakın görüntüler elde etmiş olmaz mıyım? Maruz kaldığım öğretilerin dışında, bana özel, daha özerk yargılar elde etmez miyim? O insanların arasında yaşarken düşündüm de, insanoğlu, belki de yeryüzünde görüldüğü ilk günden bu yana, asla yakalayamayacağı şeylerin peşinden koşmuş. Vadedilen topraklar, saydamlık, özgürlük, eşitlik, adalet ve diğerleri. Oysa elimizde olana şöyle bir bakalım. Lafta kalan yüce sözleri bir kenara bırakırsak geriye ne kalıyor? İnsanlık tarafından yaratıldığı ilk andan itibaren her geçen gün daha da karmaşık bir hal alan devasa bir biçim. Bir şekil. Söyleyin dostlarım! Bu, gerçeğe karşı görünüşün zaferi değil midir? Gözünü para hırsı bürümüş cimri bir tüccar misali biriktirip istif ettiğimiz manevi değerlerin hepsine, ne yazık ki küçümsemekten hiç vazgeçmediğimiz, açlığın pençesindeki o insanların da sahip olduğuna şahit oldum. Onlardan sadece kabuğumuz farklı. O kadar. Hala karamsar olmadığımı iddia edebilirim. Çünkü karamsarlık, gerçekleşmesi muhtemel bir iyiliğin gerçekleşebileceğinden şüphe etmektir. Umutsuzluktur. Ama bir insan, olmuş olan, olmakta olan ve olacak olanın, insan zekâsı tarafından asla kırılamayacak, ama yine insan zekâsının ürünü olan bir yapıdan tezahür ettiğine inanıyorsa, dünyayı nasıl seyreder? Heraklit ne demiş biliyor musunuz? "Umutlanmasan ulaşamasın umutsuzluğa ki o, erişilemez olandır". Heraklit’ e katılıyorum. Bence de umutsuzluk, erişilmez olandır.

Arkadaşlar! Son olarak size şunu söylemek istiyorum: Bir bireyin, vaat edilen topraklara yaklaşması, yalnız kalmak pahasına belki mümkün olabilir. Ancak, toplumsal açıdan ben böyle bir şeyi mümkün görmüyorum. Ve ben, objektifin arkasına çekildiğimde, kendi bireyselliğimi en üst perdede yaşıyor ve şahit olduğumuz "düzensizliği" yaratan ahengin ritmine eriyorum.

Beni onurlandırdığınız için hepinize teşekkür ederim."

Ahmet Güreşçioğlu

 
Toplam blog
: 164
: 710
Kayıt tarihi
: 13.09.06
 
 

1956 yılında doğmuşum. Tanrı Bilimi Eğitimi aldım. 78 kuşağından olmanın verdiği şevkle olsa gerek;..