Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ekim '08

 
Kategori
Etkinlikler / Festivaller
 

Festival çılgınlığı ve Provence güneşi

Festival çılgınlığı ve Provence güneşi
 

Arles- Vincent Van Gogh’un ünlü resmindeki sarı ev artık beyaz.


Festival çılgınlığı ve Provence güneşi

Avignon Festivali'nin son günleri. Strasbourg'tan hızlı tren ile geldik. Yolculuğumuz sekiz saat sürmesine rağmen hiç yorgunluk hissetmiyoruz.

Gara en yakın otel İbis'e yerleşip festival çılgınlığının içine karışmamız uzun sürmüyor. Sokaklarda iğne atsan yere düşmez. Kalabalık, gürültü. Şehir tiyatro afişlerinden yıkılmak üzere. Her yerde ayrı bir müzik, ayrı bir gösteri: Eski kitapların ve dergilerin satıldığı standlar ve performans sanatçılarını gösterileri... Bu yıl 62’ncisi düzenlenen festival, Fransa’nın en eski ve en büyük festivallerinden biri.

Turizm bürosu kapanmadan ertesi gün için, bir sürü tur arasından yarım günlük tur bileti alıp, şehrin en önemli meydanı Place l’Horloge saat meydanında La Civette’te oturuyoruz. Festivalin kalbi burada atıyor. Oyunlarına davet etmek için çeşitli gösteriler yaparak broşür dağıtanları hayretle izliyoruz: Ortaçağda yakılmak üzere demir parmaklıklara hapsedilmiş bir kadını sokaklarda dolaştırılan iki kötü adam. Göz alıcı kostümlerin içinde Japon oyuncuların başka bir dünyadan gelmiş yaratıklar gibi şaşkın bakışları, beyaz bir gelinlik giymiş kara mı kara bıyıklı adam, kocaman bir bebek arabasının içinde bebek kılığına girmiş bir adamın etrafına topladığı kalabalığın üstüne aniden çiş yaparmış gibi su fışkırttıp ağlaması ve kaçışan insanlar… Atlıkarıncanın sesi ve daha pek çoğu… Art arda geçen göstericilerin ardından masamızın üstünde broşürlerden yer kalmıyor.

Sessiz sakin Strasbourg’tan sonra, “Vayy vayy vayyy!..” Avignon’da festival şarhoşluğuyla tiyatro tutkunlarının koşuşturmacası arasında iki gün kalıyoruz. Çok mutluyuz ve huzurluyuz…

Ertesin sabah festival kalabalığından biraz uzaklaşıp Avignon’un dışındaki sakin kasabaları ve uçsuz bucaksız lavanta tarlalarıyla ünlü Luberon bölgesini görmek için yola çıkıyoruz. İlk durak Godes kasabası. Mavi ve morun tonları arasında Senanque manastırına ve daha sonra lavanta tarlalarının vazgeçilmez durağı olan Sault’a gidiyoruz.

Provence güneşinin büyüsü sarıyor etrafımızı. Havadaki keskin lavanta kokusu ile birlikte…

Ve tekrar Avignon’dayız. Sırada 14. yüzyılda inşa edilmiş muhteşem Palais des Papes’i ve köprüyü gezmek var.

Dokuz papaya ev sahipliği yapmış. Dünyanın en büyük gotik sarayının kapısında, içeriye girmek için güneşin altında, kalabalık turist gruplarıyla birlikte epeyce bekliyoruz. Bu kez Provence güneşi bizi fena yakıyor. Sarayın içinde eşya anlamında bir şey yok, ama bina ve freskler görülmeye değer. Sarayın en tepesinden, “gargouille”ler yani gotik su olukları arasından manzara oldukça etkileyici. Avignon’u çevreleyen devasa surların çoğu ayakta, ama Rhône Nehri’nin üzerinde yarım bir köprü var. Ünlü köprü St-Bénézet’in 22 kemeri 1688’deki selde yıkılmış. Ve öylece bırakmışlar. Reyhan’ın dediği gibi; “Provence şairi Mistral’in yarım kalmış şiiri kadar yarım, ” duruyor.

Köprü biletimi sarayda dolaşırken düşürdüğüm için Reyhan görevliye rica ediyor da içeri girebiliyorum.

Daha sonra katıldığımız tekne turunun anlamsızlığı karşısında şaşkınız. Tamamen turistik bir tuzak. Siz siz olun, Avignon’u baştan başa yürüyerek keşfedin. Tekne turuna da çıkmayın.

Arles’da Van Gogh’un izinde

31 Temmuz’da trenle Arles’a gidiyoruz. Arles’da otel bulmakta zorlanıyoruz; hem pahalı hem de yer yok. Sonunda Arena yakınında Hotel Muette’yi buluyoruz. Van Gogh’un 1888’de Arles’da yaptığı “14 Ayçiçeği” resminden esinlenerek dekore edilmiş. Temiz ve sıcak bir otel.

Gece geç vakit, otele özel şifreyle girebileceğimizi söyleyen görevliyi tebrik ediyoruz. Çünkü Arles’da kaldığımız otelin kapısında oldukça sıkıntı çekmiştik.

Roma Arenası’nın etrafını dolaşırken kendimizi birden, ünlü ressam Van Gogh’un kulağını kestikten sonra kaldığı hastanenin bahçesinde buluyoruz. Şimdi turistik bir mekân olan “Espace Van Gogh”un fazlası var eksiği yok. Ressam, hastane bahçesini bir kış günü resmetmiş; şimdi ise ağaçlar daha yeşil ve daha çok çiçek var. Bahçede oturduğumuz masada, yanımızdaki Fransızlardan aldığımız bilgiler doğrultunda çok lezzetli bir yemek yiyoruz. Arles’da da bir çok etkinlik var.

Roma kalıntıları arasında fotoğraf sergilerini, kıyafet müzesi “Arlaten”ı dolaşıyoruz.

Buranın havası bana dokunuyor ve çok hasta oluyorum; burnum sürekli akıyor ve kulaklarım tıkanıyor. Arena’nın hemen karşısındaki Le Lion Gourmand’da oturup peş peşe bitki çayı içip kendime gelmeye çalışıyorum. “Obur Aslan” kafenin adına uygun bir müşteri profili çizip en fazla bitki çayını ben içiyorum. Artık biraz daha iyiyim. Akşam yemeği için keşfettiğimiz küçük meydanda nefis bir ördek yiyoruz ve yanında şefin tavsiyesi şarabımızı içiyoruz. Saatlerce oturup kaldığımız yerden kalktığımızda, sokakların nasıl bu kadar erken boşaldığını görünce şaşırıp biraz da ürperiyoruz. Saat henüz 12 bile değil, ama şehir uykuya dalmış bile. Hızlı adımlarla otelimize dönüp, biz de uykuya dalıyor.

1 Ağustos’ta öğlene doğru Marsilya’dayız. Yine trenle gittik tabii. Şehrin en yüksek tepelerinden birinin üstüne kurulmuş St.Charles Gar bugüne kadar gördüğüm en kalabalık tren istasyonu. Şehir merkezine ulaşım sadece metro ve taksiyle.. Reyhan’ın, benim metro korkumu bastırması için anında uydurduğu hırsızlık hikâyesi sayesinde kendimi metronun çakıl taşlarıyla örülmüş merdivenlerinden inerken buldum. Valizimi sürükleye sürükleye. Fransa’nın ikinci büyük şehri olduğunu biliyordum. Eski limanın yakınında Kyriad Otel’e yerleştikten sondra hemen sahilde “moules frites” denilen haşlanmış, kabuklu midye ve patates atıştırıyoruz.

Ardından Marsilya’yı tepeden 360 derece kuşbakışı görebileceğiniz Notre Dome de la Garde’a petit train’le çıkıyoruz. Kilisede dilek mumlarımızı yakmayı ihmal etmiyoruz.

Tepeden manzara muhteşem: Vieux Port eski limanı, Monte Christo Kontu’nun adası diye bilinen İf Adası ve diğer adalar ayaklarımızın altında.

Tekrar limana inip ikinci petit trenle şehrin diğer bölümünü geziyoruz. Boydan boya seyyar satıcılarla dolu eski limandayız yine. Tezgâhların üstündeki Marsilya’nın ünlü sabunlarının hoş kokuları kendimizi kaybetmemize yetiyor. Gel gelelim valizde yer yok. Koklayıp koklayıp yerine bırakıyoruz.

Akşam yemeğine gelince… “Marsilya’dan yemeden dönmeyin, ” dedikleri bouillabaisse’i yemek için uygun bir yer araştırıyoruz. Çünkü içine konulan malzemeye göre fiyatları oldukça değişken; 50 euroya bile var. Kalabalık bir yer bulup oturuyoruz. Kalabalık yerlerin yemekleri her zaman iyidir.

Bu gezimizin yüzde doksanının “Nerede ne yiyelim?” diye geçtiğini fark etmişsinizdir. Hal böyle olunca, benim Fransızcam, “L’addition s’il vous plait!’ yani, “Hesap lütfen!” diyecek kadar ilerliyor.

Bu arada gerçekten çok değişik lezzetler tadıyoruz ve hiç biri midemizi bozmuyor. İki kişilik ısmarladığımız bouillabaisse’i tabii ki bitiremiyoruz: Koca bir tabak kızarmış-haşlanmış arası fener balığı, tekir, yengeç ve mığrı balığının yanında iri iri patetesler; ayrıca bir kâsenin içinde baharatlı bir sosla balık suyu ve peynir rendesi geldi ki, beş kişi doyar. Ben biraz homurdansam da Reyhan çok beğeniyor.

Ertesi gün, 2 Ağustos sabahı erkenden Nice’teyiz. Garın hemen solundaki İbis Otel’e yerleşiyoruz. Hava oldukça sıcak, ama boğucu değil. Otelden 20 dakikalık yürüyüşle Promenades des Anglaise varıyoruz. Sahile indiğimizde ise karşımızda Côte d’Azur dedikleri kilometrelerce uzayıp giden iri çakıl taşları ve türkuvaz rengi deniz. Şehrin en güzel yanı, içinden denize girilebilmesi. Place Messana’dan ilerleyince Vieux Nice, yani “Eski Nice”e geçiyoruz. Bu bölge, çok daha uygun fiyata yenilebilecek, her türlü damak zevkine hitap eden çeşitli restoranlar olduğu için tıka pasa dolu.

Biz, “Daha ağır takılalım!” diyoruz, beş-altı masalık ve biri dışında rezerve edilmiş “Franchin” restoranda “guisses de grenoulles ale provencale”, yani kurbağa bacağı, ardından da tatlı olarak “la tarte dujour” yiyoruz. Yemekten sonra doğru sahile… Lüks otellerin ve gazinoların sayesinde sahil ışıl ışıl. Artık otele dönme vakti…

Nice’te ikinci günümüzde “hop on hop of” tur biletimizi alıp otobüs beklerken, denize bir girip çıkalım, diyoruz. Ama bu arada üç otobüs kaçırıyoruz. Dördüncü otobüse binmeyi başardığımızda Matis’in ve Marc Chagal’ın müzesini ziyaret ediyoruz.

Chagal Müzesi’nin bahçesindeki kafede soluklarınken, hep görüp de yiyemediğimiz kavunlu jambon tabağı istiyoruz. Daha sonra otobüsle Cimiez tepesinde, Fransisken Manastırı’nın bahçesinde güzel çiçeklerin arasında dolaşırken akşamı ediyoruz. Paralar suyunu çektiği için, bu akşam Eski Nice’te sıra bekleyerek oturabildiğimiz “Festival de la Moule”da özel bir sosla pişmiş midyeleri “Moules marinieres” yiyoruz. Üstelik 14 euroya.

Ertesi gün yapacağımız tura bizden başka kimsenin katılmadığını yola çıktığımızda öğreniyoruz. Şoförümüz bu bölgenin yerlisi olduğu için, bütün çevre dedikodularını da anlatıyor bize. Önce tüm dünya sosyetesinin yatlarıyla ziyaret ettiği çok lüks bir kasaba olan Antibes’e, oradan da Cannes’a gidiyoruz. Ünlü kırmızı halıda biz de yürüyüp fotoğraflarımızı çekiyoruz.

Ardından gittiğimiz Saint Paul de Vence’den ayrılmakta güçlük çekiyoruz. Ortaçağdan kalma taş evler, daracık sokakların arasında resim ve heykel galerileri; köşe bucak sanat ve tarih. Ne yazık ki son gün. Buraya daha fazla zaman ayırmak gerekiyormuş. Saat 13.30’da Nice’teki ikinci otobüsle şehir gezimizde “St. Nicolas Orthodoxe Russe” kilisesini ziyaret edip doğru sahile.

Gün batımını izledikten sonra adımlarımız bizi Eski Nice’e götürüyor. Yine güzel bir restoranda ıstakozlu deniz ürünleri salatasının koca tabağını bitirmeye çalışırken poi dansı yapanları seyrediyoruz.

5 Ağustos buradaki son günümüz. Modern Sanatlar Müzesi’ni dolaştıktan sonra doğru sahile. Côte dt’Azur’un güzel sularında yüzüp üzerimizdeki tuzlu suyla birlikte THY uçağıyla evimize, İstanbul’a dönüyoruz…

Bunca yemeğe karşın evde tartı üstüne çıkmaya korktum, ama kilo bile vermişim!..

 
Toplam blog
: 18
: 3826
Kayıt tarihi
: 07.11.06
 
 

İstanbul doğumluyum. Güzel Sanatlar'ın Grafik bölümünden mezunum. Sanatın bütün alanlarını seviyorum..