Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Eylül '10

 
Kategori
Öykü
 

Fotofobi

Baran Işık

“You never knew your top remembered dream.

You were always right middle of the action, right?”

Cobb

Klasik bir abajurun önünde poz veren siyah kedi fotoğrafını avatar olarak seçmişti. Siyah kedi, arkasındaki abajurun ışığını engelliyordu.

Benim avatarım ise, çok önceden baktığım bir tecavüz davasında davanın konusunu oluşturan ve üzerinde “love” yazan içi boş kırmızı bir kalbi resmeden ambalaj kutusu… Kalp bir ambalaj…

Tecavüz davası dediğim, fikrî haklara tecavüz.

Dava endüstriyel tasarım hakkına tecavüzün önlenmesi davasıydı. Müvekkilim, ambalaj kutuları tasarlayan bir tasarımcıydı; kutu tasarımına maganda bir gıda maddeleri imalatçısı tarafından tecavüz edilmesi nedeniyle oldukça öfke, kin ve nefret dolu biriydi.

Ne yazıyorsunuz şimdi?

“Fotofobi”, biraz önce başlamıştım. (Enter)

Çalışmanızı böldüm. İyi yazıyorsunuz. Neden dergilerde yayınlamayasınız… Ya da bir kitap yazmayasınız?

Hayır kötü yaşıyorum. (Enter)

Nası yani?

Özür dilerim heyecanlığımda, bir çocukluk hastalığım nükseder (Enter)

???

Yedi yaşına kadar “z”leri “ş” olarak telaffuz ederdim. (Enter)

Sanırım bir psikanalist bir okur-yazarla muhatap olmaktan kaynaklanan otomatik bir regresyon durumuJ (Enter).

Enterlediğim bu son cümlemden sonra, bir saattir msn’deki avatarı seyrederek, yanıt bekliyorum.

Her zamanki gibi. Cevap yok. sadece üç cümlelik sorular; ya da en çok beş kelimeyi geçmeyen yorumlar. Sonra sessizlik. Anlaşmamız öyleydi, öykülerinizi okurum ama yorum yapmam.

Birbirimiz hakkındaki ECK’da (Eşit cehalet koşullarında) kısa diyaloglar. Sonra sonsuz sessizlik…

“Ne yazıyorsunuz şimdi?” mesajı geldiğinde, Günlük gazetemdeki “Onlar Sadece çocuktu: dedesiyle birlikte bahçede çalışırken esrarengiz biçimde kaybolan 14 yaşındaki Metinden bir daha haber alınamadı. Ta ki 11 yıl sonra babası koyun otlatırken kemik parçaları bulunana dek” başlıklı haberi okumuş; Melahat Ürkmez’in Şems-i Tebrizî adlı eserinin “1.3 Öğretmenliği” başlıklı bölümü okuyordum.

Yazarın Şems’in Makâlat’ından yaptığı bir alıntıya göre: Şems, yaramaz bir çocuğu bir sille darbesiyle nasıl yere yuvarladığını; saçlarını çekip kopardığını, ellerini ısırıp kanattığını; falakaya çektiğini, çocuğu ayağının derisi kalkana kadar nasıl dövdüğünü ve sonunda çocuğun nasıl uslandığını anlatıyordu.

Şems’in yaptığı, bugünkü hukuk anlayışına göre çocuğa yönelik ağır bir suçtu. Şems, bugün yaşasa iki - ilâ on yıl hapis cezasıyla yargılanabildi. Şems’in eğitim felsefesi ve pedagoji anlayışını okuyunca, doğrusu, Mevlanâ’ ya acıdım.

Hâlâ okur-yazarımdan bir haber yok.

Dikkatim msn’deki siyah kedi avatarından, boşanırken karımın diğer çer-çöplerin arasında bana ironik bir jestle vermeye lâyık bulduğu, benim de bu jesti son derece haklı bulup büyültüp çerçeveleterek duvara astığım siyah beyaz 4, 5 aylıkken çekilmiş bir bebeklik fotoğrafıma fotoğrafa konuyor.

Beyaz patikler… El örmesi bir kazak. Beyaz askılı Kısa pantolon. Kısa pantolonun altında, o zamanlar yaygın olarak kullanılan muşamba don olduğu önümdeki erekte olmuş koca penisi andıran komik çıkıntıdan anlaşılıyor.

Bir sehpanın üzerinde ayaktayım. Daha doğrusu arkamdaki siyah perdenin arasından biri -muhtemelen babam- beni, fotoğraf makinesine doğru yöneltmiş ayakta tutuyor.

Simsiyah perdenin arkasından beni ayakta durmaya zorlayan eller fotoğrafta açıkça gözüküyor.

Sehpanın üzerinde Bir kukla bebek.

Dört buçuk aylıkken ayakta durmaya, erken büyümeye zorlanan bir bebek.

Gözlerim korku, hayret ve hatta dehşetle fal taşı gibi açılmış. fotoğrafçının kafasının en eksi model tahta tripot üzerine kurulu ilkel makinenin siyah perdesi içinde kayboluşunu, fotoğrafçının arkasına annemin “bak, bak bak Baran! Oğlum, bcı bcı bcı” vesaire diye gülerek anlamsız hareketler yaptığını sanki hatırlıyorum.

Ve ateş… Andaki ölüm.

Bebek-benle uzunca bir aradan sonra ilk karşılaştığımda, adı neyidi unuttum, bir kadın şairin o ana kadar, belli belirsiz anladığım ama derinliğine nüfuz edemediğim dizleri dökülüyor dudaklarımdan:

Erken geldim geç kaldım

hızla gelip geçen zamanın ruhu

Kendimin büyükannesiyim ben

Fotoğrafı büyültüp, çerçevelettim. Eve gelen dostlarım; torununuz mu veya çocuğunuz mu diye sorduklarında:

Hayır diyorum, aslında en son çekilmiş fotoğrafım; kendimi büyütmeye çalışıyorum. Ama, şu ana kadar beceremedim. Sadece fotoğrafın kendisini büyütebildim.

Espriye (ruha) gülüyorlar: hah.. hah… hah…

Bu dostlarımdan Nesimilerle Hacı Bektaş’a giderken Kızılırmağın üzerinde bir köprüde mola vermiştik. Aile köprünün tırabzanlarında poz vermişti. Bunu hiç istemediğim halde fotoğrafı çekmek için benden başka kimse de yoktu. Fotoğraf çekmesini bilmem, mazereti, Nesimi’ tarafından makinenin nasıl kullanılacağına ilişkin verilen hızlandırılmış eğitimle çözüldü.

Yolun orta şeridinin üstünde, elimde makine, fotoğraf çekmeye çalışıyordum.

Birden, O ana kadar elindeki dijital makineyle yolculuğun hemen her ânını görüntüleyen yüzlerce fotoğraf çeken Elif, kendine göre sağ tarafı işaret ederek, kahkahalarla gülmeye başladı.

Ben elimde dijital makineyle yolun ortasındaydım ve bir kamyon üzerime doğru geliyordu.

Ben de, âni bir kararla hedefi değiştirip, kamyonun fotoğrafını çekip, kendimi bankete zor atmıştım. Rüzgârla birlikte geçen kamyon kasasında bir reklam panosu: Sütaş’ın uçan inekler reklamı…

Elif, gelene kadar, kamyonun bana çapma ihtimaline kahkalarla güldü; ailenin diğer fertleri de çarpma anını gözlerinde canlandırıp gülmeye iştirak ettiler.

Fotoğraf çekmekten ve çekilmekten nefret edişim de o gün başlamıştır.

Âni patlayan her flaş, kalbime saplanan bir mermi tesiri yapar. Bu mânâda kaç kez; ne ağır yaralar aldım ve kaç bin kez öldürüldüm.

Belli bir ânın boktan yere ebedî hayata intikali.

Fotoğraf çekmeye mecbur kaldığım anlarda da; kendimi cinayete teşebbüs etmişçesine suçlu hissederim.

Fotoğraf makinesiyle de belden aşağı nişan almanız, güçlü bir imgeye sahip birine diğer ateşli silahlardan daha öldürücü oluyor.

İtinayla yaratılan imgeler bir deklanşöre bir dokunuşla parçalanıyor; imgenizle birlikte siz de ölüyorsunuz.

Fotoğrafın icadından önce ölüm ânı nasıl oluyordu –orijinal ve röprodüksiyon tablolar şeklinde olabilir- bilmem ama; bu çağda ölürken tüm hayatınız fotoğraf kareleri ya da film şeridi olarak gözünüzün önünden geçiyor.

Bebek-ben, dehşet dolu gözlerle karmakarışık salon-bene bakıyor. Babam beni, ta 1965 yılından 2008 yılındaki pespayeliğine bak dercesine, bok götüren salona yönlendirmiş. 4, 5 aylık Baran, bir virgüllük zaman farkıyla, 45 yaşını korku, hayret ve dehşet dolu gözlerle izliyor. Kendimi ve içinde bulunduğum mekânı duvardaki bebek-benin dehşet dolu gözlerinden yansıttığı üç boyutlu bir görüntüden ibaret hissediyorum.

Hâlâ okur-yazarımdan bir haber yok. msn penceresinde “Sanırım bir psikanalist bir okur-yazarla muhatap olmaktan kaynaklanan otomatik bir regresyon durumuJ “ cümlem hâlâ yanıt bekliyor.

Fotofobi’nin kalanını msn’de yazmaya karar veriyorum.

Filme ara verilmişti. (Enter)

Filmin ilk yarısı bile beni yormuştu. (Enter)

Film bir rüya mimarı ve ekibinin öyküsüydü. Ekip, başkasının (özne) bilinçaltına girerek gizli bilgiler çalıyordu.

Bu kez öznenin bilinçaltına bir bilgi yerleştirilecekti. (Enter)

Mimarın işlevini anlayınca, ben filmden koptum. Mimarın görevi, öznenin dahil edileceği rüyanın mekân tasarımını yapmaktı. Öznenin bilinçaltı projeksiyonlarından korunmak için bu tasarım çok karmaşık bir labirent şeklinde olmalıydı. Mimarın görevini anlayınca, yaşamımdaki mekanları tasarlayan mimarlar geldi aklıma.(Enter)

On dakika ara verildiğinde, farkındalığın lâneti içinde kıvranıyordum. (Enter)

Bir fikir en dayanıklı virüstür. Bir kez zihne yerleşti mi; hızla yayılır. (Enter)

Büyür. (Enter)

Ya sizi ifade eder. (Enter)

Ya yok eder. (Enter)

Evimin bir labirent şeklinde tasarlanmış bir karşamaşa olduğunu; bilinçaltı yansımalarımın mücadelesi nedeniyle evi benimsemediğimi içim acıyararak fark ettim. (Enter)

Mekandaki, kitaplarım dışında hiçbir ürün benim seçimim değildi. Bir kadın mimar ve ekibi tarafından mistik yönelimler yaratacak şekilde tasarlanmış; daha sonra da başka bir kadın mimar ve ekibi tarafından da restore edilmişti. Özellikle aksesuar seçiminde hiçbir ayrıntı ihmal edilmemişti. (Enter)

İçindeki üç aşamalı bir rüyada (the dream in a dream in a dream) kaybolduğum bir labirentti evim. (Enter)

Rüya mimarisinde, labirentin karmaşık olması için, geniş mekanlar gerekmiyordu. (Enter)

Hatta birkaç metre karelik dar bir boş alanda, çok dik yamaçlar, hiçbir yere çıkmayan merdivenler, korkunç tüneller, büyük okyanuslar, girdaplar, hiçbir yere götürmeyen yollar, dipsiz kuyular, bataklıklar, uçsuz bucaksız çöller, kanlı savaş alanları inşa etmek ve çok gerçek uzaya göre çok daha karmaşık bir topografya oluşturmak mümkündü. (Enter)

Daha önceki rüya mimarlarımı ve onlarla yaşadığım kâbusları hatırlamak bile istemiyorum. (Enter)

Arada kan ter içinde tuvalete gittim, (Enter)

Pisuarda işerken, her zamanki gibi kafamı doğrultup otuz yıl önceki o veciz yazıyı aradım. (Enter)

Fakülte birinci sınıfta, pisuarda işimi bitirmiş; pantolon düğmelerimi iliklerken ( ki o zamanlar kumaş pantolonların penis kapısı fermuarla değil daha çok düğmeyle açılıp, kapanıyordu) kafamı doğrulttuğumda fark etmiştim: (Enter)

İstikbal elinizdedir! (Enter)

Maden suyu almak üzere büfeye doğru yürürken biri önümü kesti.

Kafamı doğrulttum: duygu dünyamıza otuz yıl önce “hüznacı” terimini kazandıran Şair Özhan… (Enter)

Nasılsın? (Enter)

Sağol, film izleyeyim dedim. (Enter)

Biz de, filmi bitirdik gidiyoruz. (Enter)

Hangisi? (Enter)

İnsepşın. (Enter)

Sen? (Enter)

Bu soru üzerinde gözüm duvarda afiş aradı. (Enter)

Kapı, dedim O’nu utandırmamak için, ama kalbime bir hüznacının saplandığını hissederek. (Enter)

Hadi Özhan çıkıyoruz; diye seslendi bir kadın. Özhan aceleyle elimi sıkarak ve kapıda onu bekleyen bir grupla kayboldu. (Enter)

O sırada, Nur’un, almak istemediğim halde zorla aldırdığı, yapay deri kaplı sandıkta kaybolmuştum. (Enter)

Yapay deri kaplı bir tabut (Enter)

Saat: 19:30…

Kapının 19:40 seansını izlemeye karar veriyorum. İnsepşın’ın ikinci yarısını izlemekten vazgeçiyorum. (Enter)

Özhan yalan söylemedi, diyorum. Yalan söylemesi için hiç ama hiç bir neden yok ki, diyorum. Filmi sevmediler, yarım bırakıp çıktılar, diyorum. Otuz yıllık arkadaşım, diyorum. Ben de yalan söylememiş olmak için, Kapı’yı izlemeye karar veriyorum. (Enter)

Kapı… 19:40… Bir bilet lütfen… (Enter)

Tam mı

Tam (Enter)

Salon 4’ün kapısına yönelirken, Inception afişi önünde fotoğraf çektiren bir çiftin önünden geçtiğimi fark ediyorum. Kadrajdan çıkmak için kaçarcasına adımlarımı hızlandırıyorum. (Enter)

Kadrajdan çıkamadan flaş patlıyor. (Enter)

Flaşın patlamasıyla kalbimde bir hüznacı hissediyorum. (Enter)

:

hayalen@gmail.com şu anda çevrimdışı görünüyor. Gönderdiğiniz iletiler oturum açıldığında teslim edilecek. Bunun yerine e-mail gönderebilirsiniz.

msn’i kapatıyorum.

Öyküyü e-maille göndermeye karar veriyorum.

Bebek-ben’e dönüyorum.

Çizgi film izlemek ister misin?

Tatil dönüşü Otobüs Terminalinde açılan kitap sergilerinden birinden tanesi iki Liradan aldığım çizgi film VCD’lerinden birini seyredelim” diyorum.

Çizgi Filmlerimden Karagöz’ü seyretsek.

Karagöz CD’sini DVD Player’a koyuyorum.

Divan’a uzanıyorum.

Play.

Jenerik: Dünya küresinin üzerinde Osmanlı kaligrafisiyle yazılmış Nihan Video ve Animasyon yazısı akıyor.

Oyunun adı: Karagöz Alfabesi.

Sahne: Karagöz’ün evi. Karagöz ve karısı. Dışarıdan eşeğiyle sebze satan Hüsmen Ağa geçmektedir.

Hüsmen Ağa- Kabak var, patlıcan var, Domates var !

Karagözün karısı- Karagözüm Hüsmen Ağa geçiyor!

Karagöz- Bana ne Hüsmen Ağadan, ben mahallenin muhtarı mıyım?

Seni Muhtar yaparlar mı, Karagöz’üm!

Yapmazlar mı? Neden?

Niçin yapmayacaklarını biliyorsun Karagözüm, senin okuman yazman Var mı?

Muhtar olmak için okuma yazma bilmek mi gerekir?

Elbette Karagözüm

Bakalım Hüsmen Ağanın Okuması yazması var mı?

Sahne değişir. Hüsmen Ağa eşeğiyle evin önünden geçmektedir.

Karagöz- Çüşşş!

Hüsmen Ağa- ne dersin bre?

Çüşşş derim Hüsmen ağa!

Çüş eşeğe denir Karagözüm.

Ben de eşeğe dedim, Hüsmen Ağa!

Eşek benim, ona sadece ben çüşş derim, bana dur Hüsmen Ağa diyeceksin.

Duur Hüsmen Ağa!

Durdum ya, bre Karagözüm. Ben yürürken durr Hüsmen Ağa diyeceksin, ben dururken değil.. Kabak, patlıcan, domates, ne istersin karagözüm!

Okuman yazman var mı?

Vardır elbet işportada öğrenmişim: Elif nedir, B nedir?

Elif nedir, Hüsmen Ağa?

Eşeğin Bacağı gibi bir şeydir Karagözüm, B de eşeğin kafası gibi bir şeydir.

Bekle, Hüsmen Ağa.

Gözlerim ağırlaşıyor. Dikkatim yavaş yavaş sönüyor. Uzaktan kumandanın close düğmesine basacak mecal bulamıyorum.

Dikkatim uykunun derin karanlığına usulca dalıyor. Bilincin ayırt edebildiği uykunun sığ anlarından son cümleler:

Karagöz- Senin okuman yazman var mı, Temel?

Külhan Beyi- Elbette yok, bize yakışır mı, Karagöz’üm. Biz bu âlemde serseriliğin kitabını yazarız.

Karagöz- Aman ha! Sakın yazma, zaten okuma yazmamız yok, bâri kitapların sayısı çoğalmasın!

 
Toplam blog
: 4
: 566
Kayıt tarihi
: 23.08.10
 
 

Otodidakt Eğitim Bilimleri Okur-yazarlık bölümünün, okurluk kısmından 46 yılda zar- zor orta derecey..