Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Mart '08

 
Kategori
Spor
 

Frankfurt Okulu ve Spor

Frankfurt Okulu ve Spor
 

“Frankfurt Okulu’na göre spor, bir estetik icranın abra kadabra sistemidir” diye söze başladığımızda, abra kadabra’dan önce Frankfurt Okulu’nu açıklamak gereklidir.

Frankfurt Okulu, bir düşünce okulu’dur. Toplumsal araştırmalar yapmak için kurulan okul; felsefi ve toplumsal araştırmalar yapmak ve bu araştırmaları da toplumla paylaşmak için kurulmuştur. Okul sözcüğü, akademik anlamda formal eğitim alınan yer olarak kullanıldığı gibi, çeşitli düşünce akımlarının ortak gruplarına verilen ad olarak da kullanılır. Düşünce akımları pek çok olmasa da bunların içinde felsefe ve bilim tarihinin de kabul ettiği bu okulların en ünlüsü Frankfurt Okulu’dur. 1923’de Almanya’da kurulan okulun fikir babası bir doktora öğrencisi olan Felix Well’dir. Okul kurucularının hepsi Yahudi’dir. Fikir babasından ziyade düşünsel anlamda uygulamaya geçiren kurucusu olarak kabul edilen kişi ise, Frankfurt Okulu’na yaptığı katkılar nedeniyle felsefe ve bilim tarihi uzmanlarına göre Max Horkheimer’dir. Teodor Adorno ise, bu okulun en ünlüsüdür. Sosyoloji, felsefe ve edebiyat konularında çok önemli çalışmaları vardır. Herbert Marcuse ise tanınmışlıkta bazılarına göre Adorno’dan daha önde olabilir. Felsefecidir. İkinci Dünya Savaşı başlangıcında veya Hitler’in zulmü sırasında bir yolunu bulup Amerika’ya kaçmış, bir daha da Almanya’ya dönmemiştir. Eric Fromm önce okulun üyesiyken, Freud’dan ayrılıp sosyal psikolojiye yönelince okul üyeliğinden ayrılmıştır. Karl August Wittfogel “Çin’de Ekonomi ve Toplum” kitabıyla ünlenmiş olup “Hidrolik Toplum” ve “Oryantal Despotizm” kavramlarını ortaya atan ilk kişidir. “Feodal Dünya Görüşünden Kapitalist Dünya Görüşüne” adlı eseriyle tanınan bir başka üye de Franz Borkenau’dur. Hukuk Sosyolojisi alanında çalışmalar yapan diğer düşünür ise Otto Kirchheimer’dir. Okulun üyelerinden Henryk Grossmann ise “Birikim Yasası ve Kapitalist Sistemde Çöküş” adlı çalışmasıyla ünlüdür. Diğer üyeler Friedrich Pollok ekonomist, Leo Löwenthal ise psikanalisttir. “Nasyonal Sosyalizmin Yapısı ve Pratiği” adlı eseriyle tanınan Franz Neuman da Frankfurt Okulu’na katkı yapan bir başka düşünürdür.

Bu okul düşünürlerinin eserleri çok ağırdır. Okurken anlamak için, geriye dönük ayrıntılı bilgilere gereksinim vardır. Konunun geçtiği yerlerde, yardımcı birçok bilgiye başvurmak gerekir. Öyle roman okunur gibi okunmaz. Dili de anlaşılmazdır zaten. Bu okulun düşünürleri de bu görüşü kabul etmektedirler ve savunmaktadırlar. “Topluma meydan okumak, diline de meydan okumaktır” savını sonuna kadar savunurlar.

Dellaloğlu, Orhan Koçak’tan alıntıyla bunu şöyle açıklar (Dellaloğlu, Besim.F., Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, sayfa:25, Say Yayınları, İstanbul, 2007 içinde Koçak, Orhan., “Maelström Üslubu”, Defter Dergisi Sayı:5, sayfa:9, Haziran – Eylül 1988):

“Tipik bir Adorno fragmanı, bir yanlışla başlar, bir kör noktayla. Bu yanlış, kendi iç hareketiyle, yavaşça geceden güne geçer gibi, doğruya dönüşür. İçkin eleştiri, yanlışın görmesini ve yerini doğruya bırakmasını sağlar. Bilgi mitten beslenir, kör inançtan. Aydınlık, karanlıktan kaçarken enerjisini de ondan alır. Aydınlanmanın diyalektiğidir bu: Mit, aydınlanmanın köklerini içinde taşır; aydınlanma da hep mite dönüşme tehlikesini içerir, uç noktasında yeni bir körlük halini alır. Bütün bilgi, kötü bir düşten uyanmaya benzer”.

Frankfurt Okulu düşünürlerinin eserlerinin zor anlaşılabilir olduğunu açıklayan bu metni bile anlamak zordur. Uygulama görülmeden, örnekler verilmeden, karanlıktan kaçarken nasıl enerji alınır, yanıtını vermek zordur. Ancak yorumlanabilir. Anlaşılması bakımından, birilerinin bunu yorumlaması gerekir. Hemen karşı bir görüş burada şu soruyu aklımıza getirir: “Madem, toplum araştırmaları yapıyorlar, neden toplumdan ayrıdırlar veya neden toplumun anladığı dili konuşmazlar?”.

Yanıtı kendileri vermektedir: “Toplumdan ayrı düşünmek, topluma başkaldırıysa, diline de başkaldırı gereklidir”.

Konu araştırmalarında, o konu ile ilgili ön bilgi verilmemesinin nedeni, o konuyu okuyanların konu içinde geçen kavramları ve dili önceden bildiklerinin varsayılmasındandır. Geriye dönük detay bilgi verilmez. Tıpkı, hastalık teşhisi koyan doktorların, teşhislerini kendi dillerinde yapmaları gibidir. Ayrıntı isteyen hastaya onun anlayacağı dilden açıklama yapmak doktorlar için zordur. Bir resim veya heykel sanatçısının da eserleri üzerinde açıklama yaparken “ekspresyonizm” sözcüğünü kullanması onu hem zorlar hem de sade vatandaş bunu anlamaz. Kullansa sade vatandaş anlamaz, kullanmasa konu uzmanları “bu adam bildiğimiz şeyleri niye tekrarlıyor?” denilir. Ekspresyonizm, ne demektir, önceden bilinmesi gereklidir. Bu yüzden bazen sanatçıların çok teknik detay anlatımlarını sade vatandaş anlamaz. Frankfurt Okulu düşünürlerinin de çalışmaları okunurken, önceden bilinmesi gereken kavramlar vardır. Ya da en azından biliniyor kabul edilerek, ön bilgi verilmeden asıl söylenmek istenilene geçilir. Bu yüzden metinler anlaşılmaz, sade vatandaşa ağır gelir.

Yazının başından beri Frankfurt Okulu hakkında genel okuyucu için detaylı olan fakat ihtisas sahipleri için detay bile sayılmayan ön bilgi vermemiz bu yüzdendir. Özel ihtisas sahiplerinin olduğu bir bilimsel ortamda bu kadar detay verilmeksizin konuya girilmesi doğru olduğu halde “Frankfurt Okulu’na göre” diye başlayan bir yazı havada kalır. Frankfurt Okulu nedir, ne iş yapar, buna göre ne, nasıldır?” sorgulaması, yazıyı okumaya başlayan ihtisas sahibi olmayan okuyucuyu hemen geri çevirir. Okumaktan vazgeçer. Bu satırlara kadar okutmayı başarabilmişsek, derdimizi de anlatmışızdır demektir.

“Frankfurt Okulu’na göre spor” diye başlayacağım yazıya işte bu yüzden daha yeni başlanmaktadır.

Abra kadabra, bir sihirli sözcüktür. Çoğu zaman sihirbazlar-illüzyonistler kullanır bu abra kadabra’yı. Göz aldanmacasını izleyicilere uygularken “abra kadabra” yapıverirler. Göstermek istenilenin görülmesini, abra kadabra ile yaparlar. İzleyenler de bu aldatmacayı yutarlar.

Dellaloğlu’nun Yüksek Lisans Tez Danışmanı Soykan, “teknoloji eliyle tahrip edilen toplum-doğa ile teknolojik standartlaşma yoluyla bayındır edilen toplum-fizik mekânda sanatlar da yolundan sapmıştır, batmıştır. ‘Estetik icra, bir abra kadabra sistemince spor haline getirilir’” demektedir ((Dellaloğlu, Besim.F., adı geçen eser içinde, Ömer Naci Soykan, sayfa:9, Önsöz).

Bu ifadeden iki yorum çıkarılabilir.

Birincisi, estetik icranın abra kadabra ile spor yapılması sırasında sporun estetik icra sırasında önemsiz bir konuma getirilmesidir.

İkincisi de estetik sanatın yolundan sapmasının, herkesin bildiği bir kavram olan spor yoluyla yapılırken, sporun aşağılama tanımlamasının aksine çok bilinen bir kavram olduğundan hareketle daha iyi anlaşılması için kullanılan bir kavram oluşudur.

Sporu bir kültür ögesi olarak kabul ettiğimizde ki her toplum ve davranış bilimci sporu bir kültür ögesi olarak kabul etmektedir, Adorno ve Horkheimer’e göre kültür endüstrisi kavramı; bir kültür kuramından değil, endüstri kuramından doğar. O zaman kültürü; endüstri yönlendirir. Fakat bu aldatıcıdır. Para; kültür haline gelir, kültürü para yönlendirir. Marcuse’a göre kültür teknolojidir, teknoloji siyasettir, siyaset de kültürdür.

Buradan bir yorum sonuç çıkartılacaksa, siyaset hiçbir zaman spordan elini çekmez, çekmesi de beklenmemelidir. Bu sonuç, doğal bir sonuç olmasına rağmen, demokrasisi tam yerleşmeyen ülkelerde, katkı yapan etken (burada siyaset), katkı yaptığı oranda kendini orada bulunmaya hak görmektedir. Katkısının karşılığında, katkı yapma hakkının karşılığı olarak söz sahibi olmak istenmektedir. Uzmanlık alanına saygı ve değer, yerini kendi siyaset arkadaşlarına bırakır. Bunun da oy’a dönüşmesi beklentisi hor görülmemelidir.

Kültür; endüstrileşirken, siyaset de “şeyleşmekte”dir. Standartlar tüketicilere göre belirlenmekte, tüketiciler ise bilinçli yaratılmaktadır. Tüketiciler sporda taraftarlar ise, taraftarların yaratılması gerekmektedir. Ama bu yaratma işlemi, istenilen şekilde yaratma olmalıdır. Yani kültür endüstrisi, modern bireyi kendisi yaratmaktadır. Bundan yirmi-yirmibeş yıl öncesinde bir takım taraftarı olmak alt kültür ögesi sayıldığı halde, bugünün taraftarı en üst yüksek kültürden sayılmaktadır. Tribünlerde oturdukları yerler yan yana olmasa da aynı müsabakanın içindeki değişik tribünlerde en varoş insandan en sosyete insana kadar bireyler olabilmekte, aynı kaderi paylaşan taraftarlar yaratılabilmektedir.

“Adorno ve Horkheimer’a göre, kültür endüstrisi çağında düzen, bedenleri serbest bırakır ve ruhlara saldırır. Artık düzen ‘benim gibi düşün ya da yok ol’ demek yerine ‘benim gibi düşünmemekte serbestsin. Yaşamını ve tüm sana ait olanları da koruyabilirsin. Ancak o andan itibaren aramızda bir yabancısın’ demektedir” (Dellaloğlu, adı geçen eser, sayfa: 126). Modern bireyin yeniden üretilen bir ürün olmasına artık şaşmamak gerekir.

“Benden olmadığın zaman vatandaşım değilsin, yabancısın” dendiğini siyasetçilerin ağzından duymak hiçbir zaman olası değildir. Çünkü kendilerine her zaman “yabancı” olan karşı siyasi görüş, hamasi lâflarda mecburen “kıymetli vatandaşlarım” dedirtir ama gerçekte O’nlar birer yabancıdırlar. Sporda “fair play” ruhu veya kavramı Dünyada durduk yerde çıkmamıştır. Bakmayın siz, “spor kardeşliktir” lâflarına. Kendinden olmayanlar, her zaman yabancıdırlar. Çünkü üretilen ve istenilen şey, tarafların birbirlerine karşı öyle veya böyle yabancı olmalarıdır.

Yanlış mıdır?

Hayır, ama her bıçak da keskin değildir. Keskin olmayan bıçak ise işe yaramaz. Keskin bıçak sahibi olmak erdemdir. Bir abra kadabra’yla bıçaklar keskinleştirilince hiç şaşmamak gerekir. Spor, bir abra kadabra sistemidir. Gösterilen, hiçbir zaman gerçek görünen değildir, bize gösterilendir. Görmemiz istenilendir.

 
Toplam blog
: 135
: 1226
Kayıt tarihi
: 11.10.06
 
 

Ankara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Öğretim Üyesi. Spor Sosyolojisi, Popüler Kültü..