Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ağustos '16

 
Kategori
Öykü
 

Göçe göçe-12

Göçe göçe-12
 

29 Mayıs 1878 (27 Cemaziyelevvel 1295) Göçün Elli Yedinci Günü;
 
Bugün, olaysız bir gün geçireceğimizi zannetmiştim. Çünkü geçtiğimiz yollardaki ağaçlar, çimenler, dikenler, çalı çırpı ne varsa hepsi sakin, durgun bir görüntü çiziyordu. Dallar üzerine tünemiş kuşlar bile ses çıkarmıyor, önlerinden geçen kafileye öylece bakıyorlardı. Kısacası ortalıkta garip bir dinginlik vardı.
 
Ben de, bu dinginliğin bir parçası durumundaydım. Biraz bezgin, biraz tembel, hatta uyuşuk... Göçümüzün başlangıcından yani Dobromirka'dan hareket edişimizden bugüne kadar geçen süredeki yaşadığımız olayları düşünürken, atalarımızın göç sırasında çektikleri çileler de aklıma geliyordu. Atalarımızın çoğunu anaları göçerken doğurmuşlardı, tabii atalarımızın çoğu gene göçerken ölmüşlerdi. Göç, başlangıç olabildiği gibi son da olabiliyordu. Bizlerin yazgısında, göçün rolü o nedenle çok fazlaydı. Büyüklerimiz sık sık “Mukadderattan kaçılmaz! Takdiriilahî ne ise o olur!” sözünü boş yere söylememişlerdi. Yaşayacağımız olaylar, bizim irademizin dışında, önceden akıl dışı bir güç tarafından planlanıp, düzenleniyor olabilirdi. Eğer böyleyse, olaylar karşısında bizim elimizden ne gelirdi ki...
Beni böyle söyleten, belki de kafileden ayrılalı on beş günden fazla zaman geçmiş olan Günaylar ve Öztürkler ailelerinin kötü sonu, akıbetiydi. Tabii bu arada olaysız gün beklentim de boşa çıkmış oluyordu.
 
Önümüzdeki arabalar durunca, biz de durduk. Bu beklemenin kısa olacağını sandım, değilmiş. Arabadan inip ileriye doğru yürüdüm, durma nedenimizi öğrenecektim. Yol kenarındaki bir tarlanın içinde parçalanmış arabaları gördüm. Herkes oraya doğru bakıyordu, birkaç kişi de etrafta bir şeyler aranıyordu. Belli ki bu talihsiz insanlar buradaki çapulcuların, çetelerin saldırısına maruz kalmışlar. Eşyaları talan edilip arabaları parçalanmış, hayvanları da alınıp götürülmüştü. Parçalanan araba sayısını tekerleklerini sayarak çıkardım: İki araba. Yerlerde ekmek, testi, bez parçaları da vardı. Üzerlerine çamur bulaşmış da olsa, ne oldukları anlaşılıyordu.
İleride bir çatağın yanında biri, bize seslenince oraya doğru seyirttik. Gördüğümüz manzara karşısında insan aklını oynatabilirdi. Orada toprağın üzerinde, çok sayıda kurşunlanmış, parçalanmış insan cesedi vardı. Cesetler bozulmaya başladığına göre, olay birkaç gün önce cereyan etmişti. Cesetleri tanıdık: Günaylar ve Öztürkler aileleri. İki arabada çoluk-çocuk toplam on bir kişi vardı ve hepsi hunharca öldürülmüşlerdi. Belki kadınlara, öldürmeden önce tecavüz edilmiş bile olabilirdi.
 
Ölenlerin hepsinin can olduğu muhakkak, ama buna rağmen ben o ufacık iki çocuğa çok acıdım. Biri üç yaşında erkek bir çocuk, diğeri beş yaşında güzel bir kızımız. Vücutları mermi deliği dolu bu yavruların. Her tarafları pıhtılaşmış kan içinde, oğlanın beyni dışarı fırlamış, ikisinin de elleri ayakları kıvrık. Bu sübyanlara nasıl kıydınız bre namussuz, alçak caniler! Bu çocuklara yapılanları görünce, şu topal halimle o alçaklardan intikam almak için, bütün gücümle savaşırdım. Yere çömelip ağlamaya başladım. Beni yerden kaldırmaya gelenler oldu, onlara kızdım. “Beni bırakın, bırakın beni!” diye defalarca bağırdım. Buna rağmen beni kaldırma çabalarını sürdürdüler.
Mezar kazmak uzun sürerdi. O nedenle gençler, cesetleri çatağın içine taşıdılar ve üzerlerini toprakla örttüler. Onlar için bu dünyadaki göç bitmiş, sonsuzluğa kadar sürecek olan ebedî göç başlamıştı.
 
Bizim bu aileleri, karşılaşabilecekleri tehlikeler konusunda uyardığımızı çok iyi hatırlıyorum. Uyarılarımız onları bizden ayrılma isteklerinden vazgeçirememişti. Yalnız başına ya da küçük gruplar halinde gidenler soyguncuların, çapulcuların, çetelerin çok kolay hedefi olabiliyorlardı. Bizim gibi büyük kafilelere, hele korucuları da varsa saldırmaya cesaret edemezlerdi. Bırakın bu çapulcu, soyguncu çeteleri; bizim gibi bir kafileye küçük bir askeri birlik bile, saldırmadan önce uzun uzun düşünmesi gerekirdi.
Hayatta başarılı olmak için risk almak gerektiğinden bahsediliyor. Bu da bazı insanları her zaman ve her şartta risk almaya sevk edebiliyor. Oysa, doğabilecek sonuçları hesaba katmadan risk almak, çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlanır. İşte risk almak isteyen ailelerimizin acı sonu!
Sekiz gün içinde çoğu çocuk yedi kişi öldü. Günaylar ve Öztürkler aileriyle beraber sekiz günlük toplam kaybımız on sekiz kişi. Bakalım hedefe kaç kişi varabileceğiz? Belki hepimiz bu göç yolunda heder olup gideceğiz!
Bugün yaşadıklarım bana şunu anlattı: Can kaçıyor, ölüm onu kovalıyor. Can yorulduğunda yakalanacak, yani ölüme teslim olacak. Ömür denilen şey, işte bu kısacık kovalamacadan ibaret.
***
1 Haziran 1878 (30 Cemaziyelevvel 1295) Göçün Altmışıncı Günü;
Sıcak bir gün. Hayvanlar ve biz, kan-ter içindeyiz. Öğlen güneşi, yakıp kavuruyor. Daha ortalık ağarmadan yola çıktığımız için, sıcağa bir de yorgunluk eklendi. Bu olumsuz şartlara, hayvanların daha fazla dayanamayacağı düşünülerek mola veriyoruz. Hayvanlar boyunduruklarından çıkarılıp etraflarında ot olan ağaçlara bağlandıktan sonra, hepimiz kendimizi bir gölgeye attık. Biraz sonra bazılarımız bitlerle savaşmaya başladı, bazılarımızın da gözleri kapandı. Şekerleme yapanlar bit ayıklayanlardan daha fazlaydı. Bunlardan biri de bendim. Ne kadar uyudum bilemem, ama gördüğüm rüyanın en tatlı yerinde uyandırıldığım belli. Bağırışlar o kadar çoktu ki uyanmamak mümkün değil.
Kalktım. Gürültünün sebebini öğrendim. Seyitlerin oğlunu yılan ısırmış. Bu on altılı yaşlarda bir genç. Yılanlardan çok korkarmış. Küçüklüğünde yılanlarla ilgili o kadar çok hikâye dinlemiş ki bunların hepsinin de sonu kötü bitiyormuş. O yüzden, ne zaman bir yılan görse, soğuk soğuk terler döküyormuş. “Ya ısırırsa, ya beni zehirlerse, ya kaskatı kesilip ölürsem?” soruları aklına geliyormuş. Mola yerinde ağaç gölgesinde otururken, önünden “tırssst” diye bir şey geçmiş. Bakmış, bir yılan. Hemen çığlık atıp ayağa fırlamış. Onun bu telaşlı hali yılanın dikkatini çekmiş. Geri dönüp kafasını gence doğru kaldırmış. Genç de o panikle “Şuna, bir tekme atayım da gebersin!” deyip ayağını savurmuş. Tam o sırada yılan, bunun ayağına atlayıp sokmuş.
Yılan sokması durumunda ne yapılması gerektiğini bilen yaşlı iki kişi, hemen yılanın soktuğu yeri kesici bir aletle biraz daha genişletip kanın dışarı akmasını sağladıktan sonra, ayağın üst kısmını bir bezle sıkıca sardılar. Bunları yaparken bir yandan da gence soruyorlardı:
-Sen ilişmediğin halde mi seni soktu?
-Yoo, ayağımla vurmak isteyince ısırdı,
-Elleşmesen, yılan sana bir şey yapmazdı.
Bu konuşma bana, yıllar önce dinlediğim bir yılan hikâyesini hatırlattı. Hikâye bizim köyde geçmiş. Ben otuz sene önce ilk dinlediğimde de “Yüz yıl önce...” diye başlardı bu hikaye, şimdi de öyle başlıyor. Yani olalı aradan kaç sene geçtiği aslında belli değil. Yüz sene diye başlasa da, belki iki yüz belki de daha da fazla bir zaman önce geçmiş olabilir. Hikaye şöyle:
Yüz sene önce bizim köyde, yani Dobromirka'da babası ile Cuma namazına giden on iki yaşında bir çocuk, hocanın namazdan sonra verdiği vaazdan çok etkilenmiş. Hoca demiş ki: “Yüce rabbim, yarattığı kâinatı bir denge üzerine oturtmuştur. Bunun en basit bir misalini, hepimiz defalarca yaşamış olmamıza rağmen farketmemişizdir. Bakın tarlalarınızda dolaşan leylekler, kartallar, yılanlar ve tarla fareleri var. Leylekleri, kartalları öldürürseniz etrafı yılanlar basar. Çünkü leylekler ve kartallar, yılanları yiyerek onların belli bir miktarda kalmasını sağlarlar. Öte yandan, yılanları tamamen yok ederseniz de tarlalarınızı tarla fareleri istila eder, çünkü bunları da yılanlar yer. Bu tarla farelerinin mahsule vereceği zararı domuzlar bile veremez. Onun için yılanları, leylekleri, kartalları öldürmeyin. Biliyorum bir çoğunuz yılandan korkarsınız ve o yüzden öldürmeye çalışırsınız. Korkmayın. Siz yılana bir zarar vermezseniz, o size hiçbir şey yapmaz. Üzerine basarsanız, ya da bir şeyle vurmaya kalkarsanız, ancak o zaman yılan sizi sokar. Tarlalarınızdaki anızları da yakmayın. Anızlar yandığında birçok yılan da yok oluyor. Üstelik bu anız yakmanın, sizin tarlanıza faydası değil zararı dokunuyor. Bırakın, tabiat kendi içinde dengesini kendi sağlasın.”
 
Hocanın bu konuşmasından çok etkilenen çocuk, o gece uyumadan önce leylekleri, kartalları, yılanları, tarla farelerini sonra da kara duman çıkararak yanan anızları düşünmüş. Çok korktuğu yılanlara karşı içinde bir sevgi uyanmış.
Bir ay kadar sonra, hayvanları güderken bir leyleğin birkaç metre ötesindeki anıza doğru alçaldığını görmüş. Leylek yere konup bir şeyi gagalamış ve havalanmış. Gagasında küçük bir yılan varmış. O sırada çocuğun aklına hocanın anlattıkları gelmiş. Hemen yerden bir topaç alıp, bütün gücüyle leyleğe doğru savurmuş. Topaç leyleğin ayağına denk gelmiş, can havliyle sendelemiş ve gagasındaki yılanı düşürmüş. Düşen yavru yılan; bembeyaz kocaman, güzel görünümlü bir yılanla birlikte yanlarındaki delikten girip kaybolmuş.
Meğerse bu küçük yılan, yılanlar kraliçesi Şahmeran'ın en küçük yavrusuymuş. İyi yürekli bu güzel kraliçe, bütün yavrularını çok severmiş, ama bu küçüğün yeri bir başkaymış. O gün kafasını delikten çıkarıp havanın iyi olduğunu gören yavru, dışarı çıkmak için annesinden izin istemiş. Annesi önce “Hayır!” dediyse de sonra ısrarlarına dayanamayıp, yuvadan fazla uzaklaşmamak şartıyla razı olmuş. Yavru gittikten biraz sonra da, Şahmeran ne yaptığını izlemek için yavrusuna bakmaya dışarı çıkmış. Bir de ne görsün! Yavrusu bir leyleğin gagasında. Yıkılmış, perişan olmuş. Bu birkaç saniye sürmüş, ama Şahmeran'ın vücuduna adeta felç gelmiş. Bir de bakmış, az ötede de bir çocuk var. Bu çocuk leyleğe bir şey atıyor ve vuruyor. Yavrusu hemen yanına düşüyor. Yavrusunu alıp yuvaya sakladıktan sonra, tekrar dışarı çıkıp bu çocuğu inceleyen Şahmeran, yapılan iyiliği ödemek için onu takip etmeye karar vermiş.
 
Şahmeran bu takibi yaparken, ne çocuk ne de bir başkası onun varlığından haberdar. Bu konuda çok dikkatli. Aradan yıllar geçiyor, çocuk on sekizinde bir genç oluyor. Bu genç, bir gün bizim köy çeşmesinin güldür güldür akan kurnalarının birinden su içmek için eğiliyor. Biraz içmişken köpek sesleri ve bağırışan insan sesleri duyup su içmeyi bırakıyor. Birkaç köylü kudurmuş bir köpeği öldürmek için kovalıyormuş. Kuduz köpek bir yandan kaçarken bir yandan da önüne çıkanlara saldırıyormuş. Kuduz köpek, çeşmenin yanından koşarak geçerken, bu gence de saldırmış. O sırada yalaktan akan sudan içmekte olan Şahmeran, bunu görmüş. Ve hemen kuduz köpeğin üzerine atlamış, bütün zehrini hayvanın vücuduna bırakmış. Köpek bir anda kaskatı kesilerek yere düşmüş.
Olayı görenlerin gözleri faltaşı gibi açık kalmış. Şahmeran, bir yerdeki köpeğe, bir de gence bakmış ve herkesin şaşkın bakışları arasında yalağın yan tarafındaki otların arasında süzülerek gözden kaybolmuş. Köylülerin hiç biri, o güne kadar böyle büyük ve bu kadar güzel bir yılan görmemiş. Yılanın da güzeli mi olur diye itiraz edenlere görenler “Olurmuş, olurmuş; gözlerinle görseydin sen de olurmuş, derdin.” diye cevap veriyorlarmış.
Bu olay bütün köye yayılmış. Ağızdan ağıza dolaşmış, tabii anlatıcılar olaya birçok eklemeler de yapmış. Bazıları yılanın bu genci neden kurtardığını çok merak ediyorlarmış. Gence sorduklarında:
-Bilmiyorum, diyormuş.
Yaşlı bir dede “Oğlum sen yılanlara daha önce herhangi bir iyilikte bulundun mu? Diye sormuş. Genç “Hayır, öyle bir şey hatırlamıyorum.” demiş. Dede ısrarla “İyi düşün, mutlaka yaptığın bir şey vardır” demiş.
Genç olayın şokunu üzerinden attıktan sonra, önce aklına hocanın camiide söyledikleri gelmiş. Hocanın dedikleri de leylekten kurtardığı yavru yılanı hatırlatmış.
-Tamam hatırladım. Bir zamanlar bir yavru yılanı, leylekten kurtarmıştım, demiş.
Anlatan “Yapılan hiç bir iyilik, karşılıksız kalmaz.” sözleriyle hikâyeyi bitiriyormuş.
Hikâyedeki hocanın yüzyıllar önce gördüğü gerçeği, bizler yeni yeni fark ediyoruz. Evet doğanın düzeni denge üzerine kuruludur. İnsanoğlu doğaya karşı savaş ilan ederek, işte bu dengeyi bozuyor. Fakat doğa bu bozulan dengeden sonra, mutlaka yeni bir denge kuracaktır ve bu da insanoğluna pahalıya mal olacaktır. Doğa kendine karşı yapılan kötülükleri er veya geç mutlaka ödetir.
 
Galiba insanoğlunun en büyük hatası, doğanın efendisi olmak istemesinden kaynaklanıyor. Tamam, doğanın kölesi de olmasın, ama bir de dostluğu denesin. İnsanın istek ve ihtiyaçlarının sınırı yoktur. Oysa doğanın imkanları sınırlıdır. İşte bu nedenle istek/ihtiyaç ve imkanlar arasında çok iyi bir denge kurmak da zorunludur. Aksi takdirde doğa bu dengesizliğin, bilgisizliğin bedelini bize çok pahalı ödetir.
Son üç günde dört kişi daha eksiltti bizi ölüm... Bugüne kadar kaç insanımız öldü, toplam kaç kişi ayrıldı gitti? Soruyorum da hesaplamaya hiç niyetim yok. Çıkacak yekûndan korkuyorum çünkü. Bundan sonra kimler ölecek? Bir bilsem! Hayır bilmeyeyim, bilsem ne olacak? Onları ölümden mi kurtaracağım? Elimden ne gelir ki bu konuda!
(Devam edecek...)
 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..