- Kategori
- Öykü
Hoşçakal Narine
Barefood Chıld 1895 -P. Picasso
Müjgan teyze aradı biraz önce Erenköy’deki evden. Nefesim tutulur gibi oldu. Kısa bir süre telefonun üzerinde gitti geldi elim. Çatallı sesinin, abartılı yumuşaklığından , üzücü bir durum olduğunu ve bir şey isteyeceğini anladım. İyi ama bitmişti zaten diye geçirdim içimden. O evden ayrılalı neredeyse on yıl olmuştu. Onu yukarı katta, çene hizasında kesilmiş, sarıya boyalı saçları, çengel burnu, çukura kaçmış gözleri ve botoks yaptırmaktan ifadesizleşmiş yüz hatlarıyla, Bora’nın odasının penceresinin pervazlarında birikmiş karları temizlerken düşündüm.
Zengin bir ailenin beş çocuğunun en büyüğüymüş Müjgan Teyze. Kız Lisesi’nden sonra, üniversiteye de gitmek istemiş ama uzak muhafazakar akrabaların, okuyan kızların başına gelebilecek felaketlerle ilgili uyarıları ve annesinin, hali vakti yerinde bir ailenin, tek erkek evladı olan Ali Nadir Amca’yı bulunmaz bir koca adayı olarak görmesi sonucu, genç yaşta evlendirilmiş. Oysa başarılı bir öğrenciymiş okul yıllarında. El sanatları ve tasarım konusunda olduğu kadar, matematik ve sözel derslerde de iyiymiş. Annesi iyilikle, katı kalplilik, öfkeyle aşırı yumuşaklık arasında gidip gelen garip bir kadınmış Müjgan Teyze’nin. Takıp takıştırmaya, süse püse, gösterişe de çok düşkünmüş ayrıca. “Yapıciiim ediciiim diye yapmacıklı bir İstanbul Türkçesi’yle konuşur, moda ve dekorasyon dergilerinde gördüğü her şeyde aklı kalır, ayda bir terzi Elmas Hanım’a yeni elbise diktirir, sık sık evin eşyasını yenilermiş. Sosyal hayatı daha çok, bir kağıda sarıp çantasına koyduğu yüksek topuklu, yılan derisi ayakkabılarıyla davetlerde, kadın günlerinde boy göstermekle geçermiş. Onun dışında nadiren de olsa operaya, tiyatroya, sinemaya gittikleri olurmuş ailecek. Yemek, temizlik, çamaşır ve ütü için, üç ayrı göçmen kız çalışırmış evlerinde. Onlara da bazen iyi davranır, bazense gereksiz yere hırpalarmış.
Babasıysa, bir yandan avukatlık yaparken, diğer yandan küçük çapta da olsa siyasetle uğraşarak, dönemin bürokratlarıyla iyi ilişkiler içinde olmaya çalışırmış. Günleri şehirden şehire dava peşinde koşmakla ve kulüpte arkadaşlarıyla içki içip, memleket meselelerini konuşmakla geçermiş. Karısına ve çocuklarına pek az zaman ayırıyor olmasının eksikliğini, onlara sunduğu geniş maddi imkanlarla örttüğünü sanırmış.
Müjgan Teyze her ikisinden de bir şeyler almış olmakla birlikte, hem fiziksel, hem de huy olarak daha çok annesine benziyordu sanırım. Onu ilk tanıdığımda karşımda, merhamet abidesi bir melek var sanmış, çok sonraları, kalbinin karanlık yanlarını görmüştüm.
“Gelemem Müjgan Teyze, olanlardan sonra… Hem Aras’ta istemez zaten. ”
Birlikte büyümüşüz biz. Ben de evlatları sayılırmışım onların… Ali Nadir Amca beni ne çok severmiş, bilirmişim. Hem Bora Boston’daymış artık. Harvard’ta hocalık yapmaya başlamış. İtalyan asıllı sanat tarihçisi bir kadınla evlenmiş. Bir de kızları olmuş geçen yaz. O gün, nasıl olduysa bir anlık bir şeymiş işte… Alkolün etkisi… Uyku hali… Ee ben de güzelmişim, gösterişliymişim. Bir de öyle etrafında pervane olup güler yüz gösterince, şeytan doldurmuş çocukcağızın içini. Ama o demiş, biraz büyük sözü dinleseymişim olmazmış tüm bunlar.
Evladınız sayılırdım demek. O zaman biz kardeş te sayılırdık aslında. Görüyorum ki geçen zaman her şeyi daha da basitleştirmiş gözünüzde.
O günü çok iyi hatırlıyorum. Üzerinizde koyu yeşil bir tayyör, ince topuklu ayakkabılarınız, kuaförden çıkmış fönlü saçlarınızla film artistleri gibi gelmiştiniz Samatya’daki evimize. Küçük kızınızla ilgilenecek ve ev işlerine size yardım edecek birini arıyordunuz. Boyuma, posuma, yapılı oluşuma bakıp, üç kardeşimden beni seçmiştiniz. Kül rengi dalgalı saçlarımla, iri sürmeli gözlerime övgüler yağdırmayı da ihmal etmemiştiniz nedense. Evden çıktığımızda içim yırtılıyordu yanınızda yürürken, annem arkamdan bakıyordu ve Surp Kevork Kilisesinin çanları o gün , sanki yalnız benim için çalıyordu. Geçen zamanla birlikte değiştiniz, o şefkatli hallerinizin gerçekliği kendiniz olan dokunuşlara bıraktı yerini. Yüksek perdelerden tınlayan sesiniz evin bütün duvarlarında çığ gibi yuvarlandı.
“Düğmelerini ilikle Narine…O elbiseyi derhal değiştir Narine… Oturup kalkarken eteklerine dikkat et Narine…Dudaklarını kızılcık gibi boyama Narine…Saçlarını topla, savura savura, dolaşma öyle Narine...”
Geç olmuştu. Odama çekilmiştim yatmak için. Çabucak ta uykuya dalmıştım yorgunluktan. Ne kadar zaman geçti? Nasıl geldi bilmiyorum. Gözleri dışarıya doğru patlamış, kabus bir ağırlık, hırıltılarla, gidip geliyordu üzerimde. Onu itip bağırmak istemiştim. Fakat karabasana tutulmuştu sesim, bedenim. Perdenin aralığından odayı aydınlatan ayın yüzü bile acıdan sapsarı kesilmişti o gece.
Ve sonrasını biliyorsunuz. Duvarları bebek resimleriyle dolu ilaç kokulu bir oda, ürkütücü kürtaj koltuğu, lastik eldivenli doktor ve hemşire elleri, kolumdan yapılan bir iğneyle kendimden geçişim, İçimde henüz oluşmamış bebeğimin bedenimden kazınışı, kasıklarımda şiddetli ağrılar ve gözlerim açıldığında karşılaştığım o küçümseyen bakışlar. Kırıklarıma dolan zehirli sular…Bir türlü durduramadığım o ağlayış, o titreyiş…
İyi ki Ali Nadir Amca vardı. O insancıl davranışlarıyla, her zaman kendimi iyi hissedebileceğim anlar yaratırdı. Bazen Berna’yla birlikte piyano çalardı bize salonda. Birlikte güzel şarkılar da söylerdik. Emeği çok büyüktü üzerimde. Ortaokuldan sonra okula gönderememişlerdi beni ailem, ama ondan çok şey öğrenmiştim. Kuşların neden V yaparak uçtuklarını, ağustos böceklerinin çılgın ötüşlerinin sebebini, kozasını yırtıp kelebek olan ipek böceğinin bir günlük özgürlük için nelere katlanmak zorunda kaldığını, kelebeklerin ömrünün kısacık oluşunun görecelik kuramının hayattaki karşılıklarından biri olduğunu, matematiğin sadece pozitif sayılardan ibaret olmadığını, denizde boğulmamak için Arşimed’i ve Eureka’yı hatırlamak gerektiğini, Madam Butterfly’in neden öyle hüzünlü olduğunu, hayalleri için savaşan Don Kişot’un bir kahraman olduğunu, Bach’ın müziğinde kendimizden de öte bir şeyler bulunduğunu, , tüm notaların aslında bizim içimizde zaten var olduğunu, hatta az da olsa piyano çalmayı bile...
“Çok hasta …” dedi Müjgan Teyze ve anlattı durumunu…
Keşke cevap verseydim Berna’nın telefonlarına, diye düşündüm. Belki de hastalığı ta o zamanlarda başlamıştı.
Berna çok yoğun çalışıyormuş. Çocuklarla, provalarla, konserlerle, ekstralara koşturmakla geçiyormuş günleri…
Ah Berna küçüğüm benim. …Gül yüzlü nazlı çiçeğim…
Keman hocası Sadi Bey’den kaçıp evin arka bahçesindeki çamaşırlığa saklandığımız günü hatırladım birden.
“Suuus! “ yapmıştı bana, parlak bal rengi gözlerini kocaman açarak mermer kurnanın içinden: “Sakın kimseye söyleme burada olduğumu.”
Hem eğlenmiş, hem korkmuştuk o anda kurduğumuz oyundan. Kapının aralığından dışarıyı gözetlemiştik sırayla. Bir süre sonra kapının iki yanındaki giriş taşlığında görünmüştü Sadi bey. Merdivenlerden tıpış tıpış inip, bahçe kapısına yürümüştü. Oh nihayet gidiyordu. Otomobilinin direksiyonuna oturduğunda kim bilir nasıl dişlerini sıkarak, şakaklarını oynatıyordu.
Suç ortağı olmuştum o gün Berna’nın. Cesaretin heyecanını bölüşmüştük, korkuyla birlikte. Çizilen sınırların dışına çıkmanın keyfini yaşamıştık. Ali Nadir Amca, her ne kadar Sadi Bey’e karşı çok mahcup olduğunu söylese de , çabucak yumuşamış, çocukluğumuza vermişti haylazlığımızı.
Müjgan Teyze’yse köküne tutunamayan bir ağaç gibi silkelemişti beni eve geldiğimizde. Söylemeliymişim efendim. Bütün kabahat bendeymiş. Ne diyeceğini şaşırmış , utancından yerin dibine girmiş Sadi beyin karşısında. Berna daha küçükmüş. O yüzden bilemezmiş. Bense koskocaman ablasıymışım onun. Adamcağız kalkıp, taa Akaretler’den geliyormuş onu çalıştırmaya. Pek çok anne baba, sırada bekliyormuş çocuğuna ondan ders aldırabilmek için. Ya bir tanıdık koyuyorlarmış araya, ya da büyük paralar teklif ediyorlarmış. Fakat o yine de kabul etmiyormuş öyle herkesi. Ali Nadir Amca’yla çok eskiden, konservatuar yıllarından arkadaş oldukları için, onu kıramamış. Bir daha gelir miymiş bakalım bu eve.
“ Gelmezse gelmesin , iyi bir hoca değildi zaten,” demiştim birden. “Hep parmaklarına vuruyordu kemanın yayıyla Berna’nın. Kapının önünde kemanını almak istedim diye bana da bağırmıştı bir keresinde;
“Hey dikkat et kara kız! O keman senden daha kıymetli , “ demişti.
“Hiç keman insandan kıymetli olur muymuş?”
Çok üzüldüm diye lunaparka götürmüştü o gün bizi Ali Nadir Amca Berna’yla. Dönme dolaba, atlıkarıncaya, balerine, binmiş, bir panayır şenliği yaşamıştık. Bora gelmemişti her zamanki gibi. O pek katılmazdı zaten bize. Daha çok evde kalır ya derslerine çalışır, ya da maketlerle, bir şeyleri söküp takmakla, cep telefonuyla, bilgisayarla oynardı.
Müjgan Teyze çoğu kez hor davranırdı Ali Nadir Amca’ya. Bir şey anlatırken hep sözünü keser, her davranışına kusur bulurdu. Biraz sevgi gösterip ona yaklaşmaya çalışsa kibirle elini iter, kendine dokunmasını istemezdi. Dediklerine göre bir gönül meselesiymiş onun böyle davranmasının sebebi. Vaktiyle operada genç ve güzel bir sopranoya tutulmuş Ali Nadir Amca. Berna da Bora da daha çok küçükmüş o zamanlar. Kadın çok dilbaz, sevimli, sevgi doluymuş ama bir o kadar da onuruna düşkünmüş. İlişkileri operada herkesin dilinde dolaşmaya başlayınca, istemiş ki artık birlikte bir hayat kursunlar. Fakat Ali Nadir Amca ne karısını ne de çocuklarını bırakmayı göze alamamış ve yollarını ayırmak zorunda kalmışlar. O günden beri odasının kapısının önünden bile geçemez olmuş Ali Nadir Amca, Müjgan Teyze’nin.
Kar başlamıştı dışarıda. Her yer beyaz bir tülle örtülüyordu yavaş yavaş. Sabahtan beri tozu dumana katarak karşı apartmanı yıkmakta olan dozerin gürültüsü kesilmiş, işçiler evlerine gitmeye hazırlanıyordu. Bacalardan çıkan titrek dumanlar, beyazlığın içinde dalgalanarak insan yüzleri çiziyordu.
Aras geldi yanıma. Arkamdan sarılıp,” üşüyor musun ?” dedi. Ona döndüm. Öyle güzeldi kalbi…Gür kirpikli kara gözlerinde ışıdı. Tahinle, baharatları çıkardım dolaptan. Topik yapmak için haşladığım nohutlarla patateslerin kabuklarını soyduk birlikte. “Ne oldu sana ?” dedi . “Hiç” dedim. Kış sert geçeceğe benziyor bu yıl. Sosunu döktüm topiklerin. Küçük bir şarap açtık sonra. Evi ekmek kokusu sarmıştı.
Nasıl olduğumuzu sormamıştı bile Müjgan Teyze. Ama sorsaydı da; Aras’ın çalıştığı inşaat firmasının durumunun iyi olmadığını, küçülmek adına sapır sapır insanların işine son verdiklerini, üç aydır maaş alamadığımızı ve Aras’ın da geçen hafta işten çıkarıldığını, üstelik çok eski olduğu için yakında bu evin yıkılacağını söylemezdim.
“ Biliyor musun Ali Nadir Amca çok hastaymış Aras,” dedim. “Ak ciğerinde ceviz kadar kanserli bir ur varmış. Ne kemoterapi, ne de ameliyat fayda etmez bundan sonra, en fazla üç ay erteler, ” demi ş doktorlar. Hem ameliyat olursa şiddetli ağrılar başlarmış. Ama o yine de olmak istiyormuş. Narine gelir bana bakar diyormuş. “
Benzi attı Aras’ın. Az önce kucağına çıkan Tarçın’ı yere bıraktı. Tarçın dış kapının önüne gidip hırslı hırslı paspası tırmaladı. Molozlarla dolu yan arsada vakitsiz öten bir horozun sesi duyuldu.
Yüksek yorgun binalar arasında, kaybolan manzaranın içinde, Sultantepe’nin merdivenlerinden Üsküdar’a indiğimizde kar iyice birikmişti. İskelede boğuk vapur düdükleri arasında insanlar koşturup duruyordu. Denizin rengi kararmış gümüşe benziyordu. Kalabalıkla birlikte adımlarımız gıcırdayarak, dolmuş kuyruğuna doğru yürürken Aras paltosunun cebindeki elimi sımsıkı tutuyordu. Çok zor olsa da hayatın acı eşiğimizi sınayan kesiklerini iyileştirmeye çalışıyorduk. Güvercinlerin şadırvanından su içtiği, Sultan Kızı Mihriman’ın Cami önünde durup gülümseyen bir kaç selfie bile çektik.
Akşam olmaya başlamıştı. Trafik çok sıkışıktı. Erenköy’e gelmemiz iki saati buldu. Kamçı gibi bir rüzgar yüzümü yakıyor, savrulan karlar gözlerime doluyordu. Sokağı dönüp biraz yürüdüğümüzde, evin yanan ışıkları görüldü. Sofa eyvanları bahçeye çıkma yapan sokak kapısına geldiğimizde sanki yüreğime bir yıldırım düştü. Bahçedeki fıstık çamlarının arasında derin soluklarla bir süre bekleyerek cesaretimi toplamaya çalıştım. Sonra yavaş yavaş çıktım basamakları ve giriş taşlığındaki iki kapaklı geniş kapının halka biçimli tokmağını tıklattım.
Kapıyı Berna açtı. Epeyce yorgun görünüyordu. Bal gözleri kızarmış ve şişmişti. Öyle çok özlemiştik ki birbirimizi, uzun uzun kucaklaştık. Ve o hala sütlü bebe bisküvisi gibi kokuyordu.
“Nasıl?” dedim, “durumu”
“İyi değil, dün gece hiç uyumadık,” dedi.
Giysilerimizi orta sofadaki portmantoya asıp, çift taraflı dönerli ahşap merdivenlerden üst kata çıktık. Müjgan teyze brokar kaplı koltukta oturmuş sessizce dua ediyordu. Ali Nadir Amca pirinç başlıklı karyolasına uzanmış uyuyordu. Öyle zayıflamıştı ki, başucundaki komedinden yansıyan abajurun yumuşak ışığında küçücük bir çocuk gibi görünüyordu.
“Baba bak Narine geldi,” dedi Berna.
Gözlerini aralayıp gülümsedi. Yanına oturup başını, yüzünü okşadım.
O anda anladım ki, hayatta beni anlamak için çaba sarf eden tek insanı kaybediyordum.
Ağlamaktan ve ağlamasından korktuğum için ona sarılamadım.
”Gülümsemesi uzun süre yüzünde kaldı. Elimi tutup hoşça kal Narine ” dedi kısık bir sesle.
Ve gözlerini yeniden kapattı sonra. Sanki bu an için dayanmıştı.
Ayaklarında ona epeyce bir zaman önce ördüğüm geyikli yün çoraplar vardı.
Yaz Hamra Aydemir