Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ağustos '16

 
Kategori
Öykü
 

Hoşçakal Narine

Hoşçakal Narine
 

Barefood Chıld 1895 -P. Picasso


Müjgan teyze aradı  biraz önce  Erenköy’deki  evden.  Nefesim tutulur gibi oldu.   Kısa bir süre telefonun  üzerinde gitti geldi elim. Çatallı sesinin, abartılı yumuşaklığından , üzücü bir durum olduğunu  ve  bir şey  isteyeceğini anladım.  İyi ama bitmişti zaten diye geçirdim içimden.  O evden ayrılalı neredeyse on yıl olmuştu.  Onu yukarı katta, çene hizasında kesilmiş, sarıya boyalı saçları, çengel burnu,  çukura kaçmış gözleri ve  botoks yaptırmaktan  ifadesizleşmiş yüz hatlarıyla, Bora’nın odasının  penceresinin  pervazlarında birikmiş karları temizlerken düşündüm.

Zengin  bir ailenin beş  çocuğunun en büyüğüymüş   Müjgan Teyze.  Kız Lisesi’nden sonra, üniversiteye de gitmek istemiş ama  uzak muhafazakar akrabaların, okuyan kızların başına gelebilecek felaketlerle ilgili uyarıları  ve  annesinin,  hali vakti yerinde bir ailenin,  tek erkek evladı olan  Ali Nadir Amca’yı bulunmaz bir koca adayı olarak görmesi  sonucu,   genç  yaşta  evlendirilmiş.   Oysa başarılı bir öğrenciymiş okul yıllarında.   El sanatları ve tasarım konusunda olduğu kadar, matematik  ve sözel derslerde de iyiymiş.  Annesi  iyilikle, katı kalplilik, öfkeyle aşırı yumuşaklık  arasında gidip gelen garip bir kadınmış Müjgan Teyze’nin.  Takıp takıştırmaya,  süse  püse,   gösterişe de  çok  düşkünmüş ayrıca.  “Yapıciiim ediciiim  diye yapmacıklı bir İstanbul Türkçesi’yle  konuşur,  moda ve dekorasyon dergilerinde  gördüğü her şeyde aklı kalır, ayda bir terzi Elmas Hanım’a  yeni elbise diktirir, sık sık evin eşyasını yenilermiş.   Sosyal hayatı  daha çok, bir kağıda  sarıp  çantasına  koyduğu yüksek topuklu, yılan derisi  ayakkabılarıyla  davetlerde, kadın günlerinde  boy göstermekle geçermiş. Onun dışında nadiren de olsa operaya, tiyatroya,  sinemaya   gittikleri olurmuş ailecek.  Yemek, temizlik, çamaşır ve ütü için,  üç ayrı göçmen kız çalışırmış evlerinde. Onlara da bazen iyi davranır, bazense gereksiz yere hırpalarmış.

Babasıysa, bir yandan avukatlık yaparken,  diğer yandan  küçük çapta da olsa siyasetle uğraşarak,  dönemin bürokratlarıyla  iyi ilişkiler içinde olmaya çalışırmış. Günleri  şehirden şehire dava peşinde koşmakla  ve  kulüpte arkadaşlarıyla içki içip,  memleket meselelerini konuşmakla  geçermiş. Karısına ve çocuklarına pek  az zaman ayırıyor olmasının eksikliğini, onlara  sunduğu  geniş maddi  imkanlarla  örttüğünü sanırmış.

Müjgan Teyze her ikisinden de bir şeyler almış olmakla birlikte, hem fiziksel, hem de huy olarak daha çok annesine benziyordu  sanırım.  Onu ilk tanıdığımda karşımda, merhamet abidesi bir melek var sanmış,   çok sonraları, kalbinin karanlık yanlarını görmüştüm.

“Gelemem Müjgan Teyze,   olanlardan sonra…  Hem Aras’ta  istemez zaten.  ”  

Birlikte büyümüşüz biz.   Ben de evlatları sayılırmışım onların… Ali Nadir  Amca beni ne çok severmiş, bilirmişim.   Hem  Bora  Boston’daymış artık.  Harvard’ta hocalık yapmaya başlamış.   İtalyan asıllı sanat tarihçisi  bir kadınla evlenmiş.   Bir de kızları olmuş geçen yaz.  O gün, nasıl olduysa bir anlık  bir şeymiş işte…  Alkolün etkisi… Uyku hali…   Ee ben de güzelmişim, gösterişliymişim.  Bir de  öyle  etrafında pervane olup güler yüz gösterince,  şeytan doldurmuş çocukcağızın içini.  Ama  o demiş, biraz büyük sözü dinleseymişim  olmazmış tüm bunlar.

Evladınız sayılırdım  demek.  O zaman biz kardeş te sayılırdık aslında.  Görüyorum ki  geçen zaman her şeyi daha da basitleştirmiş gözünüzde.

O günü  çok iyi hatırlıyorum.  Üzerinizde  koyu yeşil bir tayyör, ince topuklu ayakkabılarınız, kuaförden çıkmış fönlü saçlarınızla  film artistleri gibi gelmiştiniz  Samatya’daki evimize. Küçük kızınızla ilgilenecek ve ev işlerine size yardım edecek birini arıyordunuz.   Boyuma,  posuma, yapılı oluşuma  bakıp,  üç kardeşimden beni  seçmiştiniz.  Kül rengi dalgalı saçlarımla, iri sürmeli gözlerime   övgüler yağdırmayı da ihmal etmemiştiniz nedense.  Evden çıktığımızda içim yırtılıyordu  yanınızda yürürken, annem  arkamdan bakıyordu  ve  Surp Kevork  Kilisesinin çanları o gün , sanki yalnız benim için çalıyordu.   Geçen zamanla birlikte değiştiniz, o şefkatli  hallerinizin gerçekliği  kendiniz olan dokunuşlara bıraktı yerini. Yüksek perdelerden  tınlayan sesiniz  evin bütün duvarlarında çığ gibi yuvarlandı.

“Düğmelerini ilikle Narine…O elbiseyi  derhal değiştir Narine… Oturup kalkarken eteklerine dikkat et Narine…Dudaklarını kızılcık gibi boyama  Narine…Saçlarını topla,  savura savura, dolaşma öyle Narine...”

Geç olmuştu.  Odama çekilmiştim yatmak  için.  Çabucak ta uykuya dalmıştım  yorgunluktan.  Ne kadar zaman geçti? Nasıl geldi bilmiyorum.  Gözleri dışarıya doğru patlamış, kabus bir ağırlık, hırıltılarla, gidip geliyordu üzerimde.  Onu itip bağırmak istemiştim. Fakat karabasana tutulmuştu sesim, bedenim.  Perdenin aralığından odayı aydınlatan  ayın yüzü  bile acıdan sapsarı kesilmişti  o gece.

Ve  sonrasını biliyorsunuz. Duvarları bebek resimleriyle dolu  ilaç kokulu bir oda, ürkütücü kürtaj koltuğu,  lastik eldivenli doktor ve hemşire elleri,  kolumdan yapılan bir iğneyle kendimden geçişim, İçimde henüz oluşmamış bebeğimin bedenimden kazınışı, kasıklarımda şiddetli ağrılar  ve gözlerim  açıldığında karşılaştığım o küçümseyen bakışlar. Kırıklarıma dolan zehirli sular…Bir türlü durduramadığım o  ağlayış, o titreyiş…

İyi ki Ali Nadir Amca vardı.  O  insancıl davranışlarıyla, her zaman kendimi iyi hissedebileceğim  anlar yaratırdı. Bazen Berna’yla birlikte piyano çalardı bize salonda.  Birlikte güzel şarkılar da söylerdik.  Emeği çok büyüktü üzerimde.  Ortaokuldan sonra okula gönderememişlerdi beni ailem, ama ondan çok şey öğrenmiştim.  Kuşların neden V yaparak uçtuklarını, ağustos böceklerinin çılgın ötüşlerinin sebebini,  kozasını yırtıp kelebek olan ipek böceğinin bir günlük özgürlük için  nelere katlanmak zorunda kaldığını, kelebeklerin ömrünün kısacık oluşunun  görecelik kuramının hayattaki karşılıklarından biri olduğunu,  matematiğin sadece pozitif sayılardan ibaret olmadığını, denizde boğulmamak için  Arşimed’i ve Eureka’yı hatırlamak gerektiğini, Madam Butterfly’in neden öyle hüzünlü olduğunu, hayalleri için savaşan  Don Kişot’un  bir kahraman olduğunu, Bach’ın müziğinde kendimizden de öte bir şeyler bulunduğunu, ,  tüm notaların aslında bizim içimizde zaten var olduğunu,  hatta  az da olsa piyano çalmayı bile... 

“Çok hasta …” dedi Müjgan Teyze ve anlattı durumunu…

Keşke cevap verseydim Berna’nın telefonlarına, diye düşündüm.    Belki de hastalığı ta o zamanlarda başlamıştı.

Berna çok yoğun  çalışıyormuş. Çocuklarla, provalarla, konserlerle,  ekstralara koşturmakla   geçiyormuş  günleri…

Ah Berna  küçüğüm benim. …Gül yüzlü nazlı çiçeğim…

Keman hocası  Sadi  Bey’den  kaçıp evin  arka bahçesindeki çamaşırlığa  saklandığımız günü hatırladım birden.

 “Suuus! “ yapmıştı  bana,  parlak bal rengi gözlerini kocaman açarak mermer kurnanın içinden:    “Sakın kimseye söyleme burada olduğumu.”

Hem  eğlenmiş, hem korkmuştuk  o anda  kurduğumuz oyundan.  Kapının aralığından dışarıyı gözetlemiştik  sırayla.  Bir süre sonra  kapının iki yanındaki giriş taşlığında görünmüştü Sadi bey.  Merdivenlerden  tıpış tıpış inip, bahçe kapısına yürümüştü.   Oh  nihayet  gidiyordu.  Otomobilinin direksiyonuna oturduğunda  kim bilir nasıl dişlerini  sıkarak,  şakaklarını oynatıyordu.

Suç ortağı olmuştum o gün Berna’nın.  Cesaretin  heyecanını  bölüşmüştük,  korkuyla  birlikte.  Çizilen sınırların dışına çıkmanın keyfini yaşamıştık.   Ali Nadir Amca, her ne kadar  Sadi Bey’e  karşı  çok mahcup olduğunu söylese de , çabucak yumuşamış,  çocukluğumuza  vermişti  haylazlığımızı.

Müjgan Teyze’yse   köküne tutunamayan  bir ağaç gibi  silkelemişti  beni  eve geldiğimizde. Söylemeliymişim efendim.  Bütün kabahat bendeymiş.  Ne diyeceğini şaşırmış ,  utancından  yerin dibine girmiş Sadi beyin karşısında.  Berna daha küçükmüş. O yüzden bilemezmiş.  Bense koskocaman  ablasıymışım onun.  Adamcağız kalkıp, taa  Akaretler’den   geliyormuş   onu çalıştırmaya.   Pek çok anne baba, sırada bekliyormuş çocuğuna ondan ders aldırabilmek  için. Ya  bir tanıdık koyuyorlarmış  araya, ya da büyük paralar teklif ediyorlarmış.  Fakat o  yine de kabul etmiyormuş öyle herkesi.   Ali Nadir Amca’yla   çok eskiden,  konservatuar yıllarından arkadaş oldukları için, onu  kıramamış.   Bir daha gelir miymiş bakalım bu eve.

“ Gelmezse gelmesin , iyi bir hoca değildi  zaten,” demiştim  birden.  “Hep  parmaklarına vuruyordu kemanın yayıyla Berna’nın.  Kapının önünde kemanını almak istedim diye bana da bağırmıştı  bir keresinde;

“Hey dikkat et kara kız!  O keman senden daha kıymetli , “ demişti.

“Hiç keman insandan kıymetli olur muymuş?”

Çok üzüldüm diye lunaparka  götürmüştü o gün bizi  Ali Nadir Amca  Berna’yla.   Dönme dolaba,   atlıkarıncaya, balerine, binmiş, bir panayır şenliği yaşamıştık.  Bora  gelmemişti her zamanki gibi. O pek katılmazdı zaten bize.  Daha  çok  evde   kalır ya derslerine  çalışır, ya da  maketlerle, bir şeyleri söküp takmakla, cep telefonuyla, bilgisayarla oynardı. 

Müjgan Teyze  çoğu kez  hor davranırdı  Ali Nadir Amca’ya.   Bir şey anlatırken hep  sözünü keser, her  davranışına  kusur bulurdu.   Biraz sevgi  gösterip  ona  yaklaşmaya  çalışsa kibirle elini iter, kendine  dokunmasını istemezdi.   Dediklerine göre bir gönül meselesiymiş  onun böyle davranmasının sebebi.  Vaktiyle  operada genç ve güzel  bir sopranoya tutulmuş  Ali Nadir Amca.  Berna da Bora da daha çok küçükmüş o zamanlar.   Kadın çok dilbaz, sevimli,  sevgi doluymuş ama   bir o kadar da  onuruna düşkünmüş.  İlişkileri operada herkesin dilinde dolaşmaya başlayınca, istemiş ki  artık birlikte bir hayat kursunlar.  Fakat Ali  Nadir Amca  ne  karısını ne de  çocuklarını bırakmayı göze alamamış ve yollarını ayırmak zorunda kalmışlar. O günden beri  odasının  kapısının önünden bile geçemez olmuş Ali Nadir Amca, Müjgan Teyze’nin.

Kar başlamıştı dışarıda.  Her yer  beyaz bir tülle örtülüyordu yavaş yavaş.  Sabahtan beri  tozu dumana katarak karşı apartmanı  yıkmakta olan dozerin gürültüsü  kesilmiş,  işçiler evlerine gitmeye hazırlanıyordu.  Bacalardan çıkan titrek dumanlar, beyazlığın içinde dalgalanarak insan yüzleri  çiziyordu.

Aras geldi yanıma.  Arkamdan sarılıp,” üşüyor musun ?” dedi.  Ona döndüm. Öyle güzeldi kalbi…Gür kirpikli kara gözlerinde ışıdı.  Tahinle, baharatları çıkardım dolaptan.  Topik yapmak için haşladığım nohutlarla  patateslerin kabuklarını soyduk birlikte. “Ne oldu sana ?” dedi . “Hiç” dedim.  Kış sert geçeceğe benziyor bu yıl. Sosunu  döktüm topiklerin.   Küçük bir şarap açtık sonra.  Evi ekmek kokusu sarmıştı.

Nasıl olduğumuzu  sormamıştı  bile Müjgan Teyze.  Ama sorsaydı da;  Aras’ın çalıştığı inşaat firmasının  durumunun iyi olmadığını,  küçülmek adına sapır sapır insanların işine son verdiklerini,  üç  aydır  maaş alamadığımızı ve  Aras’ın da  geçen hafta işten çıkarıldığını, üstelik  çok eski olduğu için  yakında bu evin yıkılacağını söylemezdim.

“ Biliyor musun Ali Nadir Amca çok hastaymış Aras,” dedim.  “Ak ciğerinde ceviz kadar kanserli  bir ur varmış.  Ne kemoterapi, ne de ameliyat  fayda etmez bundan sonra, en fazla üç ay erteler, ” demi ş doktorlar. Hem ameliyat olursa şiddetli ağrılar başlarmış. Ama o yine de olmak istiyormuş.  Narine gelir bana bakar diyormuş. “

Benzi attı Aras’ın. Az önce kucağına çıkan Tarçın’ı yere bıraktı.  Tarçın  dış kapının önüne  gidip  hırslı hırslı paspası tırmaladı.  Molozlarla  dolu yan arsada  vakitsiz  öten bir horozun sesi duyuldu.

Yüksek yorgun binalar arasında, kaybolan manzaranın  içinde,  Sultantepe’nin merdivenlerinden Üsküdar’a indiğimizde  kar iyice birikmişti.  İskelede boğuk vapur düdükleri arasında  insanlar koşturup duruyordu.  Denizin rengi  kararmış  gümüşe benziyordu.  Kalabalıkla birlikte  adımlarımız gıcırdayarak,  dolmuş kuyruğuna doğru yürürken Aras paltosunun cebindeki elimi sımsıkı tutuyordu.   Çok zor olsa da  hayatın  acı eşiğimizi sınayan  kesiklerini   iyileştirmeye çalışıyorduk. Güvercinlerin şadırvanından su içtiği, Sultan Kızı Mihriman’ın Cami önünde durup gülümseyen bir kaç selfie bile çektik.    

Akşam olmaya başlamıştı. Trafik çok sıkışıktı. Erenköy’e gelmemiz iki saati buldu.  Kamçı gibi bir rüzgar yüzümü yakıyor, savrulan karlar gözlerime doluyordu.  Sokağı dönüp biraz yürüdüğümüzde,  evin yanan ışıkları görüldü.  Sofa eyvanları bahçeye çıkma yapan  sokak kapısına geldiğimizde  sanki yüreğime bir yıldırım düştü. Bahçedeki  fıstık çamlarının arasında  derin soluklarla bir süre bekleyerek cesaretimi toplamaya çalıştım.  Sonra yavaş yavaş çıktım basamakları ve  giriş taşlığındaki  iki kapaklı geniş kapının  halka biçimli  tokmağını  tıklattım.

Kapıyı Berna açtı.   Epeyce yorgun görünüyordu.   Bal gözleri kızarmış ve şişmişti.   Öyle çok özlemiştik ki birbirimizi, uzun uzun kucaklaştık.  Ve o hala sütlü bebe bisküvisi gibi kokuyordu.

“Nasıl?” dedim, “durumu”

“İyi değil, dün gece hiç uyumadık,” dedi.

Giysilerimizi  orta sofadaki portmantoya asıp, çift taraflı dönerli ahşap merdivenlerden üst kata çıktık.  Müjgan teyze brokar kaplı koltukta oturmuş  sessizce dua ediyordu. Ali Nadir  Amca   pirinç başlıklı karyolasına uzanmış uyuyordu.  Öyle zayıflamıştı ki, başucundaki komedinden yansıyan abajurun yumuşak ışığında küçücük bir çocuk gibi görünüyordu.

 “Baba bak Narine geldi,” dedi Berna.

Gözlerini aralayıp gülümsedi.   Yanına oturup başını, yüzünü okşadım.

O anda anladım ki, hayatta beni anlamak için çaba sarf eden tek insanı kaybediyordum.

 Ağlamaktan ve ağlamasından  korktuğum için ona sarılamadım.

 ”Gülümsemesi uzun süre yüzünde kaldı.  Elimi tutup  hoşça kal Narine ”  dedi kısık bir sesle.

Ve  gözlerini yeniden kapattı sonra.  Sanki bu an için dayanmıştı.

 Ayaklarında ona epeyce bir zaman önce ördüğüm  geyikli  yün çoraplar vardı.

Yaz Hamra Aydemir

 
Toplam blog
: 30
: 572
Kayıt tarihi
: 02.11.09
 
 

Edebiyat, sinema, tiyatro ve müzik başlıca ilgi alanlarım. Gezmeyi, okumayı, yazmayı, düşünmeyi v..