Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ağustos '11

 
Kategori
Öykü
 

Gönderilmeyen mektuplar-I

Burası Son-etanay manastırı… Açılmış, bekâretini koruyamayan rahibelerin hücresi… Görüş serbest, intikam almak isteyenler sırada bekliyor ve görüş için her gün yüzlercesi geliyor. Çoğu bizi göremiyor… Alacaklı gibi sırada bekliyorlar. Benim gibiler, bir köşede cellâdının onu gelip almasını bekliyor. Burada Cellât demek kurtuluş demek… Burada dua yok, şükür yok, herkes şeytana borç ödüyor sanki… Zamanında şeytandan hakkını vermeden aldıkları günahları faizi ile geri ödüyorlar. Günah işlemek kolay diye düşünme… Bu daracık yerde, bu kadar kalabalıkta günah işlemeleri kolay olmuyor. Ve Tanrı’ya ihtiyaç duyduğun o zor anlarda günah işlemek elbette çok zor… Tüm dualar etrafında dönüyorken ibadet etmek istiyorsun… Başka bir şey yapmak istemiyorsun ve bir şey yapmak istemedikçe de, hücre seni uyutmuyor buradan çıkmanın ve ölmenin zorluklarını gözüne sokarcasına yaşatıyor…

 

Benim önümde çok insan var henüz bu kadarını yaşamadım, burada yeniyim bu yüzden diğerlerinden daha dayanıklı görünüyorum bu açıdan sınırlarıma daha çabuk dayanacaklar. Ben onlar gibi değilim çünkü buraya gelme sebebimi hatırlayamıyorum. Adımı bilmiyorum, kimliğimi hissediyorum ama… Bulanık anılarım arasında uçsuz bucaksız yeşiller ve bir telefon konuşması var. Bilmemek daha iyi şüphesiz yoksa buradakiler kadar acı çekerdim. Bilmek acının eteğine yerleşmek gibi… Korkmayı gerçekte hissetmenin dışında yaşamak gibi…

 

İlk geldiğimde etrafımda söylenen “Cellât gelecek” sözleri ardından… Önce bana gelir diye düşündüğüm anımsıyorum, ne komik… O komik ben sıranın en sonuyum neredeyse tabiî ki ve sanırım bir cellâdın ziyaretine değmeyecek biriyim hissettiğim bu…

 

Ayrıca ne zaman dokunsalar ürküyorum, hala alışamadım kokulu ellerin bedenimde dolaşmasına… Bizi çırılçıplak soydular biliyor musun? Bunlar utanç testiymiş. Oysa herkes çıplak ve her geçen gün buna alışıyorlar… Hiç kimsenin yüzü kırmızı değil, kızarmıyor sadece benim burnum kırmızı… Ben içime ağlıyorum çünkü gözyaşı dökmek yasak, istesek bile ağlayamıyoruz o saf damlaları bedenlerimizden aldılar… Gözyaşı kutsal ve biz ona layık değiliz.

 

Beni buradan kurtaracak bir cellât bekliyorum diye haykırdım bugün. Açık havada bol oksijen alma cezası aldım. Kafamı bir fanustan çıkardılar sanki bedenim kilitliydi. Beynimin içindekileri göremiyorlar ki tek avantajım bu. Çıplaklık bunun neresinde? Buradakiler bazen rahibe olmadıklarını söylüyorlar, yüzleri kılıç kadar keskin oluyor ve bazılarının arkalarında birden fazla gölge oluşuyor, üzerime yürüdüklerini görüyorum. Böyle korunuyorlar hücreden… Yoooo benim gölgem yok… Bazen varlığımı sorgulatacak kadar yok.

 

Mesela içim, dışım çıplak diyorum inanamıyorlar bana… Sence beni nasıl görüyorlar? Ben herkesi çıplak görüyorum onlar beni nasıl görüyorlar? Sana bir şey söyleyeyim mi onlar her şeyi bekâretleri kadar sağlam tutamadıkları için bizi deviriyorlar bu hücrede…

 

Şu an hücrede saat düşe beş var, şu an buraya göre yani. Çünkü burada saat kavramı yok az sonra bir iğneyle düşlere dalacağız. Bazen düşler kâbuslarla bitiyor ve zifiri karanlıkta uyanıyorum o zaman herkes çığlık atıyor sırayla ve uyuyamıyorum. Tekrar iğne yasak kendimiz dalamazsak bu işkenceye tabi tutuluyoruz… Geldiğimden beri uyanmadığım bir karanlık olmadı benim. Yani zaman gece mi bilmiyorum. Tarih ne ve ben ne kadar zamandır buradayım bunları hesaplayamıyorum kafam hep karışık… Kimse kimseyle konuşamayacak kadar yüzsüz ve bazen sanki kimse yok…

 

Biliyor musun bazen çok garip bir şey oluyor, her uyandığımda defalarca kez bağırıyorum “durun” diye dinlemiyorlar, yani ben öyle sanıyordum geçen gün anladım meğer konuşmuyor muşum? O kadar yalnızım ki kendimi konuşuyorum sanıyorum. Bunu anladığımda kendime çok güldüm. İletişim kurmak yasak, sadece gönderilmeyen mektuplar yazabiliyoruz gün de bir saat diyorlar. Bana beş dakika gibi geliyor öyle çabuk geçiyor ve öyle uzun sürüyor ki tekrar bu zamanlara gelinmesi… Hele bazen biri kalemi kalbine saplamaya çalışıyor, o zaman bütün kalemleri topluyorlar, fazla yazdırmadıklarında çok üzülüyorum… Bu yüzden bu acelem ve yazımın çirkinliği… Tek sevdiğim şey burada yazmak… Özgürüm yazdığım anlarda düşünsene, içimi döküyorum buraya, sana… Ve sınırsız tek şey bu…

Benim için yapabileceğin bir şey var aslında ama zaman daralıyor sanırım bunu anlatamayacağım… Benim için, içinden geleni yap…

Şimdi düş saati kalemleri topluyorlar, mektuplar kalıyor yatağımızın altında… Sana yazdıklarımı okumak isterdim ama buna izin yok… Bu yazdıklarım yarım kalacak yine ve biliyorum asla ulaşamayacak sana. Bir dahaki mektubum Tanrı’ya olacak, artık buna hazırım çünkü bir daha yazamayabilirim…

 

Hoş çakal…

 

Düş saati / Bir delinin günlüğünden bir sayfa… 

 

...

 
Toplam blog
: 16
: 411
Kayıt tarihi
: 19.07.11
 
 

1981 Aydın doğumluyum. Sağlık sektöründe reprezant olarak çalışmaktayım. Yürüyüş yapmayı ve müzik..