Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Aralık '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Güneydoğu günlüklerim - 3

Güneydoğu günlüklerim - 3
 

Deyrulzafaran Manastırı


Güneydoğu gezimizin üçüncü günündeyiz. Bu kez şehir dışındaki bazı yerleri gezdik.

Bu sabah 8’de kalktık. Hava biraz kapalıydı, bir taksi çağırıp ilk olarak Kasımıyye Medresesi’ne gittik. Medrese yine daha önceki yazıda bahsettiğim Zinciriye Medresesi benzeri bir yapıdaydı. Hayat havuzu her yerde olduğu gibi burada da karşımıza çıktı. Aynı zamanda çeşitli odalar vardı medresede. Bu odaların her birinin üstüne bir sembol, o odada hangi dersin yapıldığını gösteriyormuş. Mesela tıp sınıfının kapısının üstüne birbirine dolanmış yılanlar, ya da kimyanın üstünde atom modelinin olması gibi… Bu odaların kapısı ise oldukça alçaktı, bunun sebebi tahmin edebileceğiniz gibi içeri girerken öğrencilerin saygı göstermek için eğilmesinin sağlanması.

Medreseyi gezerken Mardin Turizm Otelcilik Lisesi öğrencileri geldiler. Bu öğrencilerin turizm bilincinden ne kadar uzak olduklarını görmek üzücü… O çevrede kalmaya niyetleri olmasa bile, en azından turizmcilik yapmaya niyetleri varsa cidden içimizi şimdiden karartabiliriz. Nitekim bu medresede görevli olan polis de bu durumdan şikayetçiydi.

Polis burada Zinciriye Medresesi’nin aksine pek bilgi vermedi, keyfi yok gibiydi. Yine de kendisine teşekkür edip oradan ayrıldık. Buraya geldiğimiz taksiyle Dara Harabeleri’ne doğru yola çıktık. İlk durağımız Dara’nın mezarlığı… Taksiden iner inmez etrafımızı çocuklar sardı ve içlerinden iki tanesi gezimiz boyunca bize rehberlik yaptılar.

Buradaki çocuklar arkeologlar tarafından destekleniyor. Kendilerine bir kitap veriliyormuş ve çocuklar o kitabı okuyup gelen insanlara o kitap çerçevesinde bilgi veriyorlarmış.

Dara Mezarlığı Pers-Bizans-Doğu Roma döneminin mezarlarını içeriyor. Bulunan bir toplu mezarın kapısında kuru kafa sembolü vardı, bu sembol oranın toplu mezar olduğunu göstermekteydi. Aynı zamanda yine bir el kabartması oranın Tanrı’nın elinde olduğunu, melek sembolü de iyi insanların varlığını işaret ediyormuş…

Mezarlık gezimizde karşılaştığımız arkeologlar aynı zamanda Hasankeyf’te çalışıyorlardı. “Kurtulacak mı?” dedik, “öyle umuyoruz” dediler umutsuzca… Hasankeyf’le ilgili yazımda Hasankeyf hakkında ayrıntılı bilgi vereceğim.

Mezarlığı gezdikten sonra çocuklara teşekkür edip (ve tabii harçlıklarını verip) su sarnıcına doğru yola çıktık. Sarnıçta yine çocuklar karşıladı bizi, Alişan isimli çocuğu rehberimiz olarak alıp sarnıca indik. Adı oradaki halk tarafından zindan olarak söylense de aslında mevzu bahis olan Yerebatan gibi bir su sarnıcı. İçeride o zamanlar tutsak tutulmuş bir adamın kaçış öyküsü çok net bir şekilde seyredilebiliyor. Toprağın altı yer yer boştu, bu aşağıda daha keşfedilmemiş yerler olduğunu gösteriyormuş.

Sarnıç ve su kanallarıyla beraber Dara gezimizi noktaladık, Deyrulzafaran Manastırı’na doğru yola çıktık. İlk yazıyı okuyanlar varsa orada bahsetmiştim bu manastırdan. Manastır, Mardin’in hali hazırda faal durumda olan 2 kilisesinden biri aynı zamanda. Bu yüzden gezebilmek için önce aşağıda biraz bekletiliyorsunuz, yukarıda sizi rehber karşılıyor. Beklerken çok güzel bir lezzeti olan safran çayını içip, safran şekeri aldık.

Bir süre sonra Manastır’a çağrıldık ve yukarı doğru yürümeye başladık. Orada bizi oradaki kiliselerin duvar bezlerini boyayan Nasra Hanım’ın torunu Kermo Bey karşıladı. İbadet bölümünden, rahiplerin mezarlarına kadar her yeri gezdik ve en son girdiğimiz balkon bizi büyüledi.

“Sonsuzluk Balkonu.” Balkona çıkar çıkmaz önünüzde uçsuz bucaksız bir deniz gibi Mezopotamya uzanıyor. Baş döndürücü bu manzaradan doğal olarak bir zaman sonra istemeye istemeye ayrıldık, ne de olsa şehirde aynı manzara yine bizi bekliyordu.

Kermo Bey Süryanilerin sorunlarından bahsetti. Çoğu süryani Anadolu’yu terk etmiş ve bu bir kayıp…

Kermo Bey’e yakın ilgisinden dolayı teşekkür edip yine aynı taksiyle şehre geri döndük. Mardin’de şoförümüzün tavsiyesi üzerine Antik Sur Lokantası’nda yemek yemeye karar verdik. İlk gün bahsettiğim Cercis Han’a göre çok daha ucuz ve daha güzel bir yemek sundular. Yediğim Aşçı Tabağı’ndan çok büyük bir keyif aldım. İkinci gidişimizde aynı memnuniyeti hissedemedim maalesef, bu öbür yazının içinde olsun.

Yemekten sonra isteğimiz üzerine mırra geldi. Mırra’yı bilmeyenlere kahvenin çok daha acısı ve serti olarak tarif edebilirim. Aslında daha içmeye niyetim varken ayıp olmasın diye 4. fasılda bıraktım, bardağımı da masaya koydum. Cezayı da yedim.

Garsonumuz bizi kandırmadıysa eğer, mırra bardağını içme faslınız bittikten sonra masaya koyarsanız ya altın vermeniz gerekiyormuş, ya da mırrayı size sunan kişiyle evlenmeniz… Tabii burada biraz daha insaflı davrandılar ve 2 liralık bir cezayla kurtuldum.

Buradan çıkıp yürüyerek meydana gittik ve orada bir kahveye girip oturduk. Yine mırra içtik. Mırra öyle bir şey ki doymak mümkün değil, üstelik sindirime de yardımcı oluyormuş. Yapım aşaması oldukça zahmetli maalesef, ileriki yazılarda ilgilenenler için nasıl yapıldığına dair bir tarif verebilirim.

Kahvede bizimle Yasin adlı bir çocuk ilgilendi. 6. sınıfa gidiyormuş, gördüğü tek şehir İzmir’miş. “Hiç sevmedim” dedi, “çingeneler var orada hep.” İzmir’de şehir merkezine götürmemişler çocuğu, hep bir yerde sıkışıp kalmış… Orada yaşayan insanlar zaten genel olarak eğer gördülerse İstanbul, İzmir, Ankara gibi şehirleri sevmiyor, "yaşanmaz oralarda" diyorlar. En azından konuştuklarımın tümü bu kanıdaydı. Haksız da değiller hani.

Bugün Dara’ya giderken seyir bölümünde durup şehrin genel görüntüsünü izlemiştik. O meşhur fotoğraflarda görmekten çok daha farklı, çok daha büyüleyici… Zamanın akışını unutmak gibi bir his…

(devam edecek…)

 
Toplam blog
: 142
: 1092
Kayıt tarihi
: 27.09.09
 
 

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakülteliyim. Seyahat benim için bir tutku, her fırsatta bir yerlere ka..